Kişisel Gelişim

 

 

Doğruya Karşı Dürüstlük

Harriet Lerner


Bir süre önce, başarılı sanatçı Holly Near’i, Menningcr'deki bir kadın konferansında tanıtma onuruna erişmiştim. Bu olaydaki rolüm alışılmadık bir biçimde kaygılandırmıştı beni, çünkü Holly hem en sevdiğim şarkıcılardan birisi, hem de yaşantımda siyasal bir kahraman ve örnek aldığım bir kişiydi. Birçok konserini dinleyiciler arasından izlemiştim ve işte şimdi Carnegie Hall’dan gelip Kansas’ın Topeka kasabasındaki Ramada Irın Oteli’ne yerleşmişti. Sahneye çıkıp onu dinleyicilere sunacağım sırada hem sinirli, hem ürkek, hem de heyecanlıydım.

Ancak kaygım zirvedeyken, bir arkadaşım beni kenara çekip o günkü tavrımı eleştirdi: Gerektiği gibi bir tanıtım yapamamış, onun kendini silik ve önemsiz hissetmesine neden olmuşum. Tavrım hakkında haklı olsa bile gerekçelerim konusunda haksızdı. Özür dileyerek bunun ona karşı sevgisizliğimden ve saygısızlığımdan değil, çalışırken "mesafeli" oluşumdan kaynaklandığını açıkladım. Sadece dikkatsizliktendi.

Ertesi gün arkadaşım, yanlış zamanlaması için benden özür diledi. Bu büyük olay öncesinde ne kadar kaygılı olduğumu ve topluluk önünde konuşmanın ne kadar dehşet verici bir şey olduğunu ilk elden bilen biriydi. Benimle yüzleştikten sonra, o sırada duygularına kapılarak hareket ettiği için pişman olmuş ve bana sitemde bulunmak için bir gün beklemesi gerektiğini düşünmüştü. Özürünü takdir ettim, bunu da kendisine söyledim. Arkadaşlarımın benimle açık sözlü ve doğal olmalarını isterim, ancak duygularıma saygı göstermelerini de beklerim. Onların eleştirilerini dinlemeyi arzu ederim, ama en hassas, en yüklü olduğum anlarda değil.

Herhalde birçok insan, kendilerinin ya da başkalarının yanlış zamanlamalarıyla ilgili sayısız örnek sayabilir. Birazcık izan birisinin üzülmesini engellemekle kalmaz, iki insanın birbirine kaygıyla tepki göstermek yerine birbirini gerçekten dinleme şansını da zirveye çıkarabilir. Daha genç yaşlardayken, zamanlama ve izanın dürüstlüğün karşıtı olduğuna inanırdım. Şimdi ise bunların, en zor koşullarda ve en güç konularda doğruyu söylemeyi olası kıldığına inanıyorum.

Benim için önemli olmayan insanlara "doğruyu tümüyle" anlatmak zorunda da hissetmiyorum kendimi. Örneğin, itici bulduğum bir kadının yemek davetini üst üste geri çevirmiştim. Bana dolaysız olarak kişisel nedenler yüzünden mi kendisinden kaçtığımı sorunca da, "Bugünlerde öylesine meşgulüm ki yakın arkadaşlarımı bile zor görüyorum," dedim. Bu yeterince doğruydu ama bahane niteliğindeydi. Benim için önemli biri olsaydı, onda neyi "itici" bulduğumu anlamak için kendimi zorlar ve bu konuda kendisiyle konuşmanın bir yolunu arardım.

Anında Dürüstlük

Bazılarımız "dürüstlüğü" ve "kendimiz olmayı", düşünce ve duyguların sansürsüz ifadesiyle aynı kefeye koyar. Aslında bir şeyi ya da her şeyi hiç düşünmeden paylaşabilecek kadar rahat ve yakın bir ilişkiye sahip olmak harika bir şeydir. Yine de dürüstlük böyle tanımlandığında, doğruyu söylemenin daha derin düzeylerini engelleyebilir. Clark Moustakas’ın dürüstlükle doğruyu birbirinden ayırt etmek için verdiği savaşıma bir göz atalım.

Etkileşim gruplarını yöneten bir psikoterapist olan Moustakas’a, meslektaşları, etkili olması ve bizzat doyurucu bir hayat yaşaması için grup deneyimlerinde öfke ve çarpışma ifadelerini ortaya çıkarmayı öğrenmesi gerektiğini öğütlemişti. Böyle yaparsa, kendi kızgınlık ifadelerini keşfedip bunları başkaları için model olarak kullanabilecekti. Her ne kadar bu, "kendisi olma"ya ya da yaşamak istediği hayat tarzına uymayan yabancı bir yöntem olsa da, Moustakas meslektaşlarının öğüdünü izledi ve öğrenebileceklerinin önünü tıkamak istemedi. Yine de, spontane kızgınlık çarpışmalarının, özgün yaşamak ve gelişmek için gerekli olduğuna aklı yatmamıştı.

Bununla birlikte, altı ay boyunca, grup süreci için şart olduğu söylenen "öfke formülü"nü denemek için kendini zorladı. Öfkesini ifade etmek ancak birkaç dakikasını alırken, sonuçlarıyla uğraşmanın saatlere mal olduğunu keşfetti. Grup toplantıları canlı, ancak sorunlu geçiyordu. Başkalarının yaşamında, özellikle grup lideri olarak kendi iletişimi büyük önem taşıdığı için, yol açtığı büyük kargaşa ve zararı gözlemledi.

Sonuçta, Moustakas mide sancıları, baş ağrıları ve başka fiziksel arazlar yaşadı; bunları, karşılaşmaya dayanan liderlik tarzının onu bariz bir biçimde kendi değerlerine yabancı kılması olarak yorumladı. Kendine sorular sormaya başladı: Dürüstlüğün gerçek değeri neydi? Bu duygusal karşılaşmalarda ona ne oluyordu? Ardından daha derin sorunlara el attı: Kimim ben? Başkalarıyla yaşantımda neyin arayışındayım? Değerlerim, ideallerim, arzularım nedir?

Daha önce izlediği çatışmacı olmayan liderlik tarzı zayıflık ya da eksiklik olarak değerlendirilince, Moustakas deney yapmaya gönüllü olmuştu. Süreç içinde ise, bedeni kendi doğruları konusunda onu uyarmıştı. Sonuçta Moustakas, son derece önemli bir var oluş modelini terk ettiği sonucuna vardı: "Bedensel gerginliğimle baş ağrılarımın, kendi benliğimin yadsınmasına karşı bir protesto olduğunu sonunda görebildim. Başkalarına öfkeyle karşı çıktığım anlarda 'dürüst’ olsam da, dürüstlüğüm çoğunlukla bir yalandı, çünkü içimdeki temel bir şeyi, yaşantımdaki değerlerin ve yöntemlerin içine kök salmış bir şeyi yadsıyordu."

Tıpkı Moustakas ya da başka biri gibi, beklenmedik herhangi bir özel anda "kendim olma" ya da "dürüst olma" güdüsünü aşabilen değerleri, inançları ve hedefleri önemserim. Örneğin, gereksiz yere başka birini incitmek istemem. İnceliğe ve merhamete değer veririm. Bazı durumlarda heyecanlarımın ivediliği ya da yoğunluğu; durup düşünmem, birbirini izleyen tepkilerimi daha sağlam ve anlamlı duygularımdan ayırmam için uyarıda bulunan kırmızı bayraktır.

Ayrıca kendime karşın "dürüst" olmak da istemem. Bazen açık sözlü olma çabalarım, bir sarmal halinde beni olumsuz kaygı ya da ilginin odağı haline getiren bir sürece yol açmıştır. Gerek özel gerekse mesleki yaşantımda çoğu kez doğal olmaktansa stratejik davranmak, öğrenmenin ve doğruyu söylemenin derinleşen düzeylerine doğru en iyi yaklaşım olmuştur.

Birçok iyi şey gibi dürüstlük de bize fazla gelebilir. Bir işyeri partisinde tesadüfen tanıdığımız bir kadın en derin duygularıyla en karanlık sırlarını ortaya dökerse, açık sözlülüğüne hayran kalmaktan çok, onun olgunluğundan kuşku duyabiliriz. Büyüdükçe, sansürsüz benliklerimizi dizginlemeyi ve neyin, kime, nasıl, ne zaman söylenmesi gerektiği konusunda düşünceli ve bilgiye dayanan seçimler yapmayı öğreniriz.

Kaygılı Benliğimiz mi, Gerçek Benliğimiz mi?

Öfke ve yakın ilişki konularını ele alan önceki kitaplarımın yazılışı sırasında, anlık dürüstlük ve uzun süreli doğruyu söyleme konusunda bir kavram kargaşasıyla boğuştum. Arada bir, iki farklı şapka taktığımı, ya da okurlarımı aynı anda iki değişik yöne sürüklediğimi hissettim.

Bir yandan amacım, kadınların öfke ve karşı çıkışlarını açıkça, doğrudan doğruya ve dobra dobra ifade etmelerini aklamaktı. İkinci sınıf grup üyesi olarak görülen kadınlar, başkalarını tehdit edebilecek ya da ilişkinin uyumunu bozabilecek her türlü düşünce ve duygularını dile getirmeyi engelleyen derin yasaklamalar altında çalışıyorlar.

Öte yandan mesleğim gereği, "gerçek duygularını" statükoya karşı çıkarak değil, onu koruyarak dışa vuran kadınlarla çok sık karşılaşıyordum. Öfkelenmek hiçbir sonuca götürmemeye ya da işleri daha fazla kötüleştirmeye yarıyordu. Terapiye gelenlerin "doğruyu söyleme" ya da "dürüst olma" çabaları, ilişkileri ilerletmek yerine çoğunlukla donduruyordu.

Okurlarıma rehberlik etmeye çalışırken, bazen kendimi öğrencisinin kompozisyon kağıdının üstüne "Kendin ol!" diye yazıp altına da, "Bu sensen, başkası ol!" diye ekleyen bir İngilizce öğretmeni gibi hissettim.

Bazı içtenlik çabaları yalnızca kendimizi korumaktaki beceriksizliğimizi yansıtır. Öğrenme özürlü çocuklara öğretmenlik yapan Sally, üstün nitelikli çalışmasının hakkını vermekten uzak bir başarı değerlendirmesi elde ettikten sonra bana başvurdu. Öğrencilerle iyi ilişki kuramayan şefi, Sally’yi "fazlasıyla duygusal" ve "grup disiplini pahasına öğrencilerle bire bir ilgili" olmakla eleştirmişti. Sally’ye göre, şefi çalışması hakkında pek az bilgiye sahipti. Eleştiri onu çileden çıkarmıştı, kendisine yakıştırılmış olan "zayıflık" damgasını, çocuklarla ilişkisinde kuvvetinin gerçek özü olarak görüyordu Sally.

Önüne çıkan ilk fırsatta, şefiyle yüzleşti. Oldukça sakin bir ifadeyle başladı söze, ancak o savunmacı ve tartışmacı bir tavır takınınca, Sally yorumlamalarla karşılık verdi: "Bence siz insanlarla ilişki kurmakta zorlanıyorsunuz ve benim tarzım size ters geliyor. Çocuklar benimle gerçekten bağlantı kuruyorlar ve bana öyle geliyor ki, ilişkimizde sizin asla değinmediğiniz bir rekabet sorunu var." Ertesi gün, bir çalışma arkadaşı, şefin düşüncesini iletti kendisine: "Sally’nin çocuksu tepkisi, hakkındaki değerlendirmenin ne kadar yerinde olduğunu doğrulamaya yetiyor."

Sally inatla şefini doğru olanı görmesi için ikna etmeye çalıştıkça durum daha da kötüleşti ve buna karşılık şefi de direnmeyi sürdürdü. Ardından Sally çalışma arkadaşlarına dönüp şefini eleştirdi ve diğer öğretmenleri ona karşı kendi yanında olmaya çağırdı. Onların da aynı kişiden şikayetleri vardı belki, ama Sally’nin amirine hırsla saldırması üzerine onu savunmaya giriştiler. Sally öfkesini dile getirdikçe, diğer kadınlar kendi öfkelerini yadsıdılar.

Hiç kuşkusuz Sally kendi dışlanmasına ve üzüntüsüne katkıda bulunuyordu. Başkalarını kendi tarafına çekme girişimi, onların sempatilerini değil hoşnutsuzluklarını belli edip kendilerini korumasına yol açıyordu. Bu ise yalnızca Sally’nin kırgınlığını ve mağduriyet hissini artırmaya yarıyordu; en sonunda kısır bir döngü oluşmuştu. Sally beni ilk kez görmeye geldiğinde, kendi tavrını hiç sorgulamamıştı. Hiç kuşkusuz, hissettiklerini anında ifade etmek gereğine inanıyordu, özellikle de kendisinin haklı olduğunu duyumsadığı durumlarda. Mesleki dürüstlükle, yakınlığı hedefleyen samimi ilişkilerdeki dürüstlüğü birbirinden ayırt edemiyordu.

Sally gerçekten de şefinin tepkisine bakmaksızın olanca heyecanıyla ona karşı çıkmaya öncelik vermişse, o zaman tavrıyla değerleri birbiriyle uyumlu demekti. Bu bakış açısından, gerçekten de "doğru olanı yapmıştı". Ancak Sally işinde gitgide kendi mutsuz hissedince, nereye varmak istediğini yeniden gözden geçirmeye başladı. Yalnızca duygularını şefine iletmeyi mi istemişti? Eğer öyleyse, aralarındaki gizli rekabeti ya da başka bir şeyi işlemeye çalışması gerekli ya da yararlı mıydı? Yoksa sesine kulak verilmesi ve yeniden değerlendirilmesi ya da gelecek sefer daha olumlu bir biçimde değerlendirilmesi için şansını doruğa çıkarmayı mı istemişti?

Davasını daha etkili bir biçimde savunmak istediğine karar verir vermez, Sally tavrını değiştirdi, daha fazla düşünerek hareket etti, nereye varmak istediği ve davranışının çevresindekileri nasıl etkilediği konusunda daha büyük bir bilinçle işe girişti. Sonunda kendi konumunu, savunmacı ya da saldırgan olmaksızın, iddialı bir biçimde sağlama aldı. Daha önceki dürüstlüğü yalnızca kendini savunmasını ve kendine güvenmesini engellemekle kalmamış, aynı zamanda şefinin de nesnel olmasını ve konumuyla ilgili gerçeği görmesini zorlaştırmıştı.

Doğruyu söylemek, açıkça "kendimiz olma"yı gerektirir. Ancak, zamanlama ve izan konularını ve bir ilişkide nereye varmayı umduğumuzu göz önünde bulundurursak, kendini dizginlemeyi de gerektirir. Ayrıca bu, ne düşünüp ne hissettiğimizi ve önemli konulardaki tavrımızı kendimiz içinhem de başkaları için açıklığa kavuşturmak, zaman ve çaba da ister. "En dürüst" olmak istediğimiz anlarda, en derin duygularımızı ifade etmek yerine başka birine kaygıyla tepki gösteriyor olabiliriz. En yoğun heyecanla yaşadığımız şey, yanlışlıkla "en doğru" olduğunu sandığımız şey olabilir.

Duygulara Kapılmak Yerine, Düşünmek

Örneğin, annesi Arına’yı "ilişkilerini çözmek" için kendisiyle birlikte terapi seansına davet eden on dokuz yaşındaki Peg adlı kadını ele alalım. Aralarındaki etkileşim hem renkli hem de yoğun; mutsuzluğunun nedenini her biri ötekinde buluyor ve onu, kendi gözündeki "doğrü'yla yüzleştiriyor. Tek yönlü bir ayna arkasında oturup bazı seansları izleyen bir psikiyatr, "gerçek duygular"ın ifade edilmesinden etkilendiğini belirtiyor.

Benim bakış açıma göreyse, bu anneyle kızı arasında gerçek duygu alışverişi pek az, oysa gerçek ıstırabın varlığından hiç kuşkum yok. Aralarındaki salgın tepkisellik öyle yüksek düzeyde ki, birbirine çengellenmiş iki sinir sistemi gibi davranıyorlar. Hemen hemen her konu, açıldığı anda diğerinde yoğunlaşmaya yol açıyor, böylece birkaç saniye içinde karşıt saflarda katı bir biçimde kutuplaşıyorlar. İkisi de, ne esas sorunları belirleyebiliyor ne de diğerini tarafsızca dinleyebiliyor. Suçlamadan, karşı tarafa ne yapması gerektiğini söylemeden ne asıl konulara eğilebiliyor, ne de ötekini nesnellikle dinleyebiliyorlar.

Arına ve Peg’in birbirine karşı dürüstlüğü sorgulanamaz. Duygu ve heyecanlarını tümüyle ortaya çıkarma özgürlükleri, ana-kız arasındaki sabit bağın kanıtı olabilir. Hiç kuşkusuz kavgaları onları birbirine bağlıyor. Ancak doğruyu söyleme, tanıma ve tanınma, karşılıklı olarak açıklamalarını arıtma ve derinleştirme aşamasında değiller. Onları bu yöne doğru çekmek için, bu kaygı yüklü duygusal ortamda sakinliğimi koruyup, heyecan uyandırmak yerine düşünmeyi kolaylaştıracak sorular soruyorum.

Her aile içinde tepkiselliği harekete geçiren birçok kaygı kaynağı vardır. Anna’ya soru sordukça, kendinden küçük olan kız kardeşinin kısa bir süre önce öldüğünü ve Arına’nın kocasının bu zor dönemde çekilmez bir tavır takındığını öğreniyorum. Bu arada, kendi babası aileyi terk ettiğinde Arına, kızının bugünkü yaşında, yani on dokuzundaymış. O dönemde, Arına sanat ve resim öğreniminden feragat edip altüst olmuş annesine bakmak için eve geri dönmüş. Arına evlenip Peg’e hamile kalıncaya dek, tüm zamanını annesine adamış. Mesleki tasarılarını bir daha asla ele alamamış.

Şimdi ise Peg, batıya yerleşip konservatuarda keman öğrenimi görmeyi tasarlıyor. Peg, Anna’nın kendi yaşındayken yaşadığı kaybın ve fedakarlık öyküsünün bilincinde olmasa da, annesinin gizli derdini hissediyor. Ayrıca Peg, annesinin bam teline basıp onu bunalıma girmekten koruyan canlı, öfkeli çatışmayı sürdürmekte çok usta. Terapi ilerledikçe, Peg, hüzünlü bir anneyle uğraşmaktansa "dırdırcı" bir anneyle uğraşmayı yeğlediğini keşfediyor. Annesine acıma gelgitleri arasında, hem kendini yitirmekten, hem de mesleki hedeflerinin peşine daha sıkı bir biçimde düşmek için savaşmasını sağlayan kendi bağımsızlık isteğini kaybetmekten korkuyor.

Bu, ivedi ve sansürsüz tepkilerimizi dile getirmenin önemini ya da gerekliliğini yadsıyorum demek değildir. Belirli bir doğruluk anında sövebilir, çığlık atabilir, inleyebilir, karanlığa lanet okuyabilir ya da başka birine öfkemizi veya acımızı tüm gücüyle gösterebiliriz. Kocamla paylaştığım dizginlenmemiş duygusal alışverişlerimizin değerini biliyorum; bunlar birbirimizi derinlemesine tanımamızın ve hemen hemen her şeyin üstesinden gelebileceğimize olan güvenimizin birer parçasıdır. Ancak iyi ki bunlar arada bir olan anlık şeyler, geri adım atıp anlamları hakkında konuşabildiğimiz için de mutluyum. Duygularımı gizleme ya da saklama ve kime ne söyleyeceğimi seçme konusunda hem sezgimi hem de düşüncemi kullanabilme yeteneğime de değer veriyorum.

Bir anlık dürüstlük, kendini açığa vurma, açıklama ya da duygusallık, doğruyu söylemenin zaman içinde nasıl süreceğini belirleyemez. Doğruyu söylemek bir süreç tir; üstelik müzmin kaygılı ya da mesafeli bir duygusal alanda sürdürülemeyecek bir süreçtir. Bea’nin, ailelerinde depresyonun kalıtsallığı hakkında annesi Ruth'a soru sormadan önce onunla yeniden bağlantı kurmayı nasıl becerdiğini anımsıyor musunuz? Bca, annesiyle suçlayıcı bir tarzda yüzleşmek yerine, depresyona karşı alerjisi olduğunu söyleyerek ona takılmış, böylece duygusal yoğunluğu aşağı çekmişti. Bea annesinin kaçamak tavırlarını geri çevirme değil de kaygı ifadeleri olarak yorumlamayı öğrendikçe, Ruth’un çevresini "hafifletmeyi" başarmıştı. Bea, güvenlik koşullarını yaratmak için uzun süre çalışmış, sonuçta Ruth, ikiz kardeşinin ölümü ve ailesinin buna verdiği tepkiyle ilgili sırrını açığa vurabilmişti.

Çoğu aile ilişkileri duygusal açıdan yoğundur, yine de araya mesafe koyarak yoğunlukla başa çıkıldığında, sakin bir görünüm çıkar ortaya. Arına ile Peg tıpkı Bea ile Ruth gibi— ancak duygusal yoğunluğun geliştiği daha geniş bağlamı yansıtabildikten sonra doğruyu söyleme sürecinde ileri adım atabilmişlerdi. Bunun üzerine birbirlerini saygıyla (tepkiyle değil) dinleyebilmişlerdi. Peg yavaş yavaş annesinin geçmişine ilgi duyar hale geldikçe, bunun kendisinin de geçmişi olduğunu ve dolayısıyla "kendisiyle ilgili" olduğunu anlamaya başlamıştı. Gerçek bir öykü alışverişi devreye girmiş, her ikisi de kendileri ve birbirleri hakkında daha doğru ve daha nesnel bir görüntü elde etmişti.

Aile içinde doğrunun söylenmesi, sonu olmayan yavaş, düzensiz bir süreçtir. Her soru ve her açıklama yeni sorulara, yeni duygulara ve yeni açıklamalara yol açar. Kişisel duyguların ya da önceden saklanan bilginin ifade edilmesi, gelecekteki açıklamaları ve dışavurumları ya da tam tersini belirleyebilir. Bu, dürüstlüğü nasıl tanımladığımıza bağlı olarak doğrunun söylenmesini engelleyebilir ya da kolaylaştırabilir.

Sözlüğüm, dürüstlüğü ahlaki olgunlukla özdeş kabul ediyor: Dürüstlük; doğru sözlülüğü, doğruluğu, içtenliği, adilliği ve kandırmaca ya da hilenin yokluğunu ima eder. Böyle tanımlandığında, dürüstlük tartışılmaz bir biçimde ve her zaman doğruyu söyleme sürecinin temelidir. Ancak insanlar "dürüstlük"le ilgili kişisel örnekler gösterirken, tipik bir biçimde uzun süren sessizlikten sonra tepki gösterdikleri olaylar üzerinde odaklaşırlar. "Sonunda anneme, kız kardeşimin yaşamını mahvettiğini söyleme cesaretini gösterebildim," diyor bir kadın. Bir başkası, "Patronuma, kendine güvenmeyen ve yetenekli kadınları tehdit unsuru olan gören biri olduğunu söyledim," diye açıklıyor. Bir başkası ise şöyle söylüyor: "Doğum gününde annemi aradım ve ona, 'Sıkı dur anne, ben bir seviciyim,’ dedim." Birisi bu tür açıklamaları takip ederek (kim neyi ne zaman söylemiş, sonra ne olmuş) belirgin etkileşimsel zincirlerin izini sürdüğünde, açıklamalar genelde ilişkinin daha beter bir hal almasıyla sonuçlanır. Sorunun çözümü daha az dürüst olmak değil, doğruyu daha iyi söyleyen kişiler haline gelmektir.

Bir Süreç Olarak Doğruyu Söylemek

Hindistan’da geçirdiğim üniversite öğrenim yılında, kast sistemindeki bir grup genç Harican (parya) kadınının davranışlarını araştırmıştım. Kast sistemi yasal olarak yürürlükten kalkmış olsa da, katı hiyerarşik yapısı Hint toplumuna bazı yönlerden hala hakimdi. Harican kadınları toplumsal sınıflar içinde en alt konumda kalmışlardı, aslına bakılırsa sistem dışıydılar. Bu kadınlara sorduğum sorular, paryalığa ve kast sistemine karşı tavırları ve kendileri hakkındaki köklü önyargıları benimseyip benimsemedikleriyle ilgiliydi. Mevki ve fırsat yoksunluğunu nasıl değerlendirdiklerini bilmek istiyordum. Doğumdan itibaren hela temizliği ve işe yaramayan çalı süpürgelerle toz toprağı süpürmek gibi "alt düzey ve pis" işlere koşulmaları hakkında ne hissediyorlardı? Kendilerine biçilen değişmez rollerde ne gibi bir değer ya da konfor buluyorlardı? Ne tür değişiklikler umuyorlardı ve bunlar nasıl oluşabilirdi?

Bu sorular son derece kişisel olsa da, bana yalan söylemeyeceklerini, kuşkuyla bakmayacaklarını ya da benden kaçmayacaklarını umuyordum. Ne de olsa köylerine gökyüzünden elimde kağıt kalem, paraşütle inip soruşturmayı başlatmış değildim. Önce dillerini ve kültürlerini öğrendim. Kadınlarla birlikte çalıştım, onların çocuklarına baktım, doğum, düğün ve cenaze gibi önemli olaylarına katıldım. Araştırmamın gerektirdiği daha zor soruları sormadan önce hepsiyle gündelik konular hakkında sohbet ettim.

Ardından kaygıyı, utancı ya da rahatsızlığı en aza indirecek şekilde sorularımı özenle oluşturdum. Her türlü yargıyı askıya alarak özenle de dinledim. Yine de araştırmam her zaman istediğim gibi yürümedi. Hintçem, çevirmensiz çalışmaya yetecek kadar iyi değildi. Varlığım her zaman güven uyandırmıyordu. Söyleşiler de "benim tarzım"da yürütülmüyordu. Bir kadın öğle vakti geleceğine, öğleden sonra ailesinden beş kişiyle birlikte beliriyordu. Zaman zaman düş kırıklığına uğramış olsam da, pek çok şey öğrendim. Sorunlarla yanlış anlaşılmaları ise, kültürel farklılığa ve kendi dışlanmışlık konumuma yordum.

Bize daha yakın bir kültürde, sözgelimi kendi aile ortamımızda, duygusal açıdan sisteme öyle sıkı bağlanırız ki, bilgi toplama ve paylaşma konusunda bu tür, sürece yönelik bir anlayışı yitirebilir ya da hiç geliştirmeyebiliriz. Tam tersine, doğruyu söylemek için herhangi bir temel oluşturmaksızın, ailemize kendi gündemimizi empoze edebiliriz. Annemizle babamızın geçmişi ve kültürü hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmeyebiliriz. Yıllar boyunca yalnızca yüzeysel bir bağlantıyı sürdürmüş olabiliriz. Aile içindeki önemli olaylarla ilgilenme, hatta bunları kabul etme konusunda pek az bir çaba harcamış olabiliriz. Aile kalıpları ve bunların içindeki kendi payımız hakkındaki nesnel bakış açımız pek dar olabilir. Bir aile sırrına ya da "sıcak sorun"a beceriksizce ya da karşı çıkarak yaklaşabiliriz.

Sonra da, direnmeyle karşılaştığımızda, erişmeyi umduğumuz şeyle ilgili uzun vadeli bir plan yapmak yerine, ürküp kaçabiliriz. Sonuçta, bilgi toplama konusunda bizim, kendimizin daha becerikli ve sabırlı hale gelebilmesi üzerinde durmak yerine, öteki kişiyi suçlayıp hakkında teşhis koymakta fazlasıyla aceleci davranabiliriz ("Babam geçmiş hakkında konuşmaz”).

Sistemin dışında değil de içindeyken, elbette ki her zaman daha tepkisel ve "kıpır kıpır" olacağız. İşte bu nedenle terapistler ve danışmanların; aileler, şirketler ve diğer örgütler için ölçülemeyecek yararı olabilir, özellikle de gözlemlemek için orada bulundukları kaygılı duygusal alanın içine çekilmekten kaçınabilirlerse. Ancak sorunların tam ortasındayken, hatta başımız dertteyken bile, sorunlara dışarıdan bakarak asıl önemli noktaları aydınlatıp çetrefil gerçekleri nasıl ele alacağımız konusunda beceri edinebiliriz.

Üniversite öğrencisiyken Hindistan’da üstlenmiş olduğum proje benzeri araştırma tasarımlarına girişmeden önce bilgi edinmenin ne kadar önemli olduğunu antropologlar bilir. Ben de bir aile sistemleri terapisti olarak, yalanların, sırların ve suskunluğun hüküm sürdüğü aileler ve diğer sistemler içinde konuşmaları başlatmadan önce geniş bilgi toplamanın ne kadar önemli olduğunu bilirim. "Sıcak sorun" ister ensest olsun, ister din, ayyaş bir baba, evlilikte tatminsizlik ya da yaşlanmakta olan ebeveyne karşı bir kızın sorumluluğu; ailelerle çalışmalarımda her zaman bir tema açık bir biçimde ortaya çıkar. Doğal gelen bir şeyi yapmak, yine doğal bir biçimde başımızı derde sokabilir. Hem "dürüstlük" hem de "doğru" adına, doğruyu söylemeye teşvik eden güvenlik koşullarının gelişmesine yardımcı olmak yerine kaygıyı yükseltmeye eğilimli oluruz. "Doğruyu söylemek" diye adlandırdığımız şeylerin çoğu kendi benliklerimizi berraklaştırma girişiminden çok, diğer kişiyi değiştirmek, ikna etmek ya da dönüştürmekle ilgili üretici olmayan bir çabayı kapsar.

Yeni doğruları keşfetmek ya da eskilerini bir kez daha doğrulamak için, ilişkileri sürdürmenin değişik yöntemlerini denemeye ve direniş karşısında dayanmaya hazır olmalıyız. İçtenlikle konuşulamayan konular (ve gerçek sohbetlerin, hiç değilse de, ender görüldüğü ilişkiler) genelde kuşaktan kuşağa kaygı içinde tutsak kalır. Büyük çapta değişimin yavaşça, kaçınılmaz bir biçimde düş kırıklıkları ve sapmalarla ortaya çıkması hiç de şaşırtıcı değildir. Bizim için zor olan, "çok hassas" konulara, bağlantıyı koparacak değil, sürdürebilecek ve "vur-kaç" türünden açıklamalara, itiraflar, yüzleşmeler yerine zaman içinde sohbeti derinleştirme fırsatını doruğa çıkarabilecek yöntemlerle yaklaşmaktır.

"Zahmete değer mi?" Bu, yıllar önce kendi ailemdeki duygu yüklü bir konu hakkında yavaşça, sorumluluk duygusuyla, özenle ve değişimin ortaya çıkardığı kaçınılmaz direnişi idare edebilecek bir planla beni açılmaya davet eden bir arkadaşıma vermiş olduğum yanıttı. İlginçtir ki, dünyanın öbür ucundaki kadınlarla, beceriksizce de olsa ısrarla sohbet etmeyi denemek, benim için hiç zahmet olmamıştır. Bugün yanıtım, "Zahmete niye değmesini" olurdu. Belki de artık, kendi gerçeklerimizi keşfetmek için, çekirdek ya da geniş ailemizin öykülerini kazıp çıkarmaktan başka dolaysız yol yoktur. Aile üyelerimizin öyküleri bizim öykülerimizdir, "biz" bu öyküleriz ve kendi gerçeklerimizi tanıma noktasına ancak kişisel deneyimlerimizi karşılıklı anlatarak ve arıtarak varabiliriz.

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült