Psikolojik acı deneyimi yoluyla bir şeylerin yanlış olduğunu anlarız.
Bu, yaşamımızdaki önemli bir habercidir ve bu haberle birlikte,
bildiğimiz dünyanın içeriğinde bir değişiklik de olur.
Bizler, acı mesajını alana kadar halinden memnun, alışkanlık, rahat ve uyuşukluk içinde uyuklayan yaratıklarızdır.
Acının tanınması özgürlük anıdır. Acı bizi irkiltir. Uyanmışızdır ve acı çekmekteyizdir. Bu çatışmanın seyrini izleyip kendi kendimizin sonuna gelerek sıkıntımızın da sonuna gelebiliriz.
Muhtemelen ilk girişimimiz bu acıyı durdurmak, onu engellemek veya inkar etmek olacaktır. Ne yaparsak yapalım onu atamaz ya da ondan kurtulamayız. Bütün yaşamımız boyunca bu temastan kaçmayı becersek de ölüm anında acımızla karşı karşıya geleceğiz.
Kurtulamayacağımızı anlayınca değişmeye çalışırız. İlaçları deneriz. Psikoterapiyi, meditasyon, yoga ve dini deneriz. Acıdan bağımsız bir şey olmaya çabalarız. Ama olmak, başlı başına acının kaynağıdır. Acı, devamlı olarak bizi çözümleyecek bizim dışımızda bir şeylere varma deviniminin kendisidir. Ama gerçekte bu, hiçbir zaman gerçekleşmez.
Gittikçe daha tinsel, sevecen ve fedakar oluruz. Bir aziz kılığına bürünmüş şeytan gibi yaşarız. Dıştan bakıldığında mutlu bir şekilde aydınlanmışızdır ya da en azından bunu gerçekleştirme yolunda tatminkar bir şekilde hareket etmekteyizdir. İçteyse acı çekmekteyizdir.
Şimdi kendimizi hazırlamış ve mükemmelleştirmişken bile özgürlüğü bulamayınca alaycı, olumsuz olur ve amaçsızlaşırız. Hala olmaktayızdır ve hala acı çekmekteyizdir.
Bütün yaşamımız bu acıya göre yaşanır ve henüz acımızı tam anlamıyla hissedip kucaklamamışızdır. Eğer onu kucaklarsak, kucakladığımız şey, kendimizden başka bir şey olmaz.
Bizi yaşamımıza uyandıran bu temel boşluktur. Acı, aslında dolu değildir; boştur. Engin boşluk, gerçekliğimize açılan kapıdır.
Boşluktan bahsederken uygun olmayan bir sözcük kullanıyoruz. Sanırım dilimizde uygun bir sözcük yok çünkü biz bu kelimeyle değersiz bir durumu tanımlamıyoruz. Yalnızca gözleyenin olmadığı, dolu ve tam bir evreni ifade ediyoruz.
Ama bu evrende gözlem yer alıyor ve düşüncenin idraki olan gerçeklik oluşmakta. Bunlar, bir düşünen olmadan meydana geliyor. Boşluk, işte budur.
Bu boşluğun tanımlanması için, metafizikçiler değil ama fizikçiler güzel bir girişimde bulunmuşlardır. Kuantum fizikçiler, asli bir nesnelliği ya da ölçülebilirliği olmayan olasılık dalgaları dünyasını tarif ederler. Bilinç devreye girip gözlem veya teması ile gerçekliği yaratmadan bu kuantum fiziksel dünyada, “şey” olma hali yoktur.
Bu boşluk, düşüncenin gerçekliğini ve düşüncenin idrakini inkar etmez. Dünya bu boşlukta yok olmaz, bu boşlukta meydana gelir ve bu boşluğun tanınmasıyla değişir.
Dünyanın bir yanılsama olduğunu söyleyebiliriz ama yanılsama gözlemcidir. Yanılsama, gözlemcinin sabit ve sürekli olduğudur. Yanılsama, izleyicinin kendi şartlanması dışında varolan nesnel bir dünya görmesidir. Bunun bir olgu değil yanılsama oluşu sadece izleyicinin aranması ile sezilebilir. Nereye yerleşmiştir? Sürekli midir? Sabit midir?
Görüntü, bir izleyen olmadığı sürece boşluktan doğar. Boşluk dünyadaki sorumluluğun kaldırılması değildir. Tam tersine dünya ile tam bir temas, beraberinde dünyaya karşı tam bir sorumluluğu da getirir. Bu, yalnızca, bir izleyicinin varolduğu fikri eriyip yok olduğunda olasıdır. Mutluluğumuz, refahımız, bütünlüğümüz dünyanınkinden ayrılamaz, çünkü biz dünyadan ayrılamayız.
Aynı zamanda boşluk, yaşamın özünde varolan mücadelelere boş verilmesi de değildir. Sağlığımıza dikkat etmeye, işimizde çalışmaya ve ailemizle, arkadaşlarımızla ilgilenmeye devam etmemiz gereklidir. Şimdi bu mücadeleler, bu birleştirici ilkenin ifadesi olarak yeni bir özellik üstlenmişlerdir. Boşluk, bizi ilk kez yaşamın doluluğuna kavuşturur.
İzleyici, kesintisiz bir düşünenin kavramsallaştırılmasıdır. İzleyenin olmadığının anlaşılması, görüntünün anlaşılmasının yolunu açar.
Görüntü, kavramsal çatımızı yıkar ve aynı zamanda fikirlerimizin altında yatan asli gerçeği bize gösterir. Görüntü, bizim boşluk diye adlandırdığımız şeyin doğasını temelinden değiştirir.
Boşluk, bizim, doluluk, somutluk ve yerleşiklik olarak sezinlediğimiz duruma göre kullandığımız bir kavramdır. Bu kavram tanımlayıcıdır ama tanımladığı şey değildir.
Boşluğun tanımladığı şey bizim somut oluşumuzdan daha değersiz değildir. Boşluğun elinde tuttuğu şey, gerçekliktir. Gerçeklik, enerjinin kendisinin hareketidir. Enerji boş ya da somut değildir. Dinamik olasılıktır. Gerçekliğe dönüşen, bu dinamik olasılığı izleyen değil görüntünün kendisidir.
Boşluğumuzla temasımızdaki derinlik, beraberinde açıklama arayışını da getirir. Bu, katı benlik duygusu ve keşfetmiş olduğumuz aşikar boşluk arasında açıkça varolan çatışmayı çözme arzusudur. Boşluk, benlik tarafından, düşünce tarafından psikolojik acı olarak yorumlanır.
Tehlikeli bir bölgedeyizdir. Karmaşa içine düşmüşüzdür. Yardım istemek için bir rehbere başvururuz ve bu rehber bir psikolog ya da bir psikiyatristtir.
Dini bir karar vermiş olduğumuzun farkında mıyız? Kendimizle doğrudan teması gelenek, efsane ve sosyal baskıların temeline oturmuş bir açıklama ile değiş tokuş etmekteyiz. Terapistin düşündüğü şeyin bizi değiştirmek olduğunun farkında mıyız? Ne olacağımız terapistin inancına kalmıştır artık.
Bize tanı konur, tedavi ediliriz, iyileşebiliriz bile. Bize ilaçlar verilir, açıklamalar yapılır, terapiler, sanat projeleri, yazma görevleri, bağırma yastıkları, birlikte yüzeceğimiz yunuslar sunulur. Peki ama bütün bu olup biten aslında nedir?
Benliğimiz, yani merkezimiz takviye edilmiş, boşluk ise inkar edilmiştir. Tekrar üretken vatandaşlar olmuşuzdur; çalışmaya, üretmeye, yaşlanıp ölmeye hazırızdır. Hala boşuzdur ve ilaç dozları ya da terapi seansları arasında bu boşluğu derin bir acı şeklinde hissederiz.
Acı, bir habercidir. Verdiği mesaj ise uyanmamız gerektiğidir. Bunu anlayan psikolog ya da psikiyatristler tamamen farklı bir işlevleri olduğunu da anlarlar. Bilinçliliğin ebeleri olurlar, ama yalnızca kendi çatışmaları ile yüz yüze geldikten sonra...
Eğer yaşamlarımız bu çatışmanın çözümlenmesi ve varoluşumuzdaki yüce doğruyu keşfetme ile ilgiliyse o zaman bir kez daha bu boşluğu kucaklamalıyız.
O halde psikolojik çatışma, korku, endişeler, öfke, acı ve yıkıcı deneyimlerin çözümlenmemiş anıları ile ilişkimiz nasıl olacak?
Çatışma halindeki bu duygu ve düşüncelerimiz için bir terapiste ya da psikologa gittiğimizde gerçekte ona ne için gideriz?
Eğer çalışmaya devam edebilmek, yaşamla başa çıkabilmek, daha iyi olmak, daha iyi hissetmek için gidiyorsak muhtemelen doğru yere gitmiş bulunuyoruz.
İşte psikologun, terapistin ya da psikiyatristin işe yaramazlığı da budur. Onlar yaramızı sararlar. Artık daha iyi işleriz. Sık sık kendimizle ilgili büyük içgörüler kazandığımızı hissederiz.
Eğer ilerleme kaydedemezsek ya da bunalım geçirecek olursak bize ilaç verirler. Ruh halimiz ilaçları aldığımız müddetçe değişir. Tipik olarak bu daha hoş ya da fonksiyonel bir ruh haline doğru bir değişimdir. Bazen ilaçlar işe yaramayabilir ya da sorun çıkabilir.
Bazen haftada üç kez birer saatliğine bir başka insanla basit bir temasın öyle bir gücü olur ki, halimizde yükselme veya genişleme deneyimleriz. Terapinin çeşidi önemli olmayabilir.
Zihine yönelik bu tedavi edici yaklaşımlardaki eksiklik nedir? Eğer, gerçekte aradığımız şey, kökten bir çözümü gerektirmeyen bir düzenleme ise, hiç bir şey. Eğer bir sonu olmadığını ve amacının çatışmanın yarattığı baskıyı hafifletip normal olarak işlevlerimizi sürdürmemizi sağlamak olduğunu kabul edersek terapide bir eksiklik yoktur. Bize anlatıla gelen “normal”, bizim olmak istediğimiz şey midir?
A damın biri endişeyle psikiyatriste bir tavuk getirip “Doktor, bu benim erkek kardeşim, kendisini tavuk sanıyor,” der.
Doktor bu endişeli adamın kardeşini tedavi eder mi? Hangi tedavi etkili olur? Kardeşin bu asılsız durumdan kurtulması için kaç seans gerekmektedir?
Tedavide hiçbir şeyin yararlı olmayacağı çünkü öncülün hatalı olduğu açık değil midir?
Akıl, kendi çatışmasını çözmek için kendisine baktığı sürece bu olası mıdır? Yoksa öncül mü yanlıştır?
Birçokları için kendisini tavuk sanan kardeşle ilgili sorun bütünüyle farklıdır. Onlar bunun bir erkek kardeş olmadığını, bir tavuk olduğunu fark etmişlerdir. Çatışmayı çözmek için daha egzotik, farklı bir otorite düzeni ararlar. Eğer psikiyatrist yardım edemezse veteriner yardım edebilir. Ne de olsa o, bir tavuktur.
Katolikler Hinduizm’de, Yahudiler Budizm’de, Ateistler Varoluşçulukta, Komünistler Kapitalizmde yanıt ararlar. Amerikalılar Hindistan’a, Hintliler Amerika’ya gider. Eğer sorunu bu çözemezse, şu çözecektir. Kardeşime, eğer psikiyatrist yardım edemezse veteriner edecektir. Ama hala öncül hatalıdır ve nereye gidersek gidelim, kime sorarsak soralım çatışma devam etmektedir.
O halde kendisini tavuk sanan kardeşine yardım etmek için endişeli adam kime gidecektir?
Kendi çatışmalarımızı çözmek için kime gideriz?
Onu nasıl çözümleyeceğimizi bulmayı umut etmeden önce çatışmanın öncülünün bulunması gerektiği açık değil midir? Her şeyden önce gerçekte bir erkek kardeş yoktur, bu yüzden erkek kardeşin kendisini tavuk sanması yanılsamasının çözümlenmesi için bir sebep de yoktur. Ama çatışma vardır.
Akıl, kendisini tavuk sanan kardeşin ikileminden farksız, çatışma görünümünde kendi kendini yaratmış bir sinir ağıdır.
Kardeşin yanılsaması yoktur çünkü kardeş yoktur. Çatışmamız yok çünkü biz yokuz.
Merkez olmadan çatışma olur mu?
Tıptaki akıl modeli, geçen yarım yüzyılda değişim göstermiştir. Şimdi aklın mekanik yollardan özellikle ilaçlar ve ameliyatla kolayca etkilenip değiştirilebileceği yaygın olarak kabul edilmektedir.
Bilim, aklın biyokimyasını, aklın işlevleri ile ilgili eksiksiz bir kuram ortaya koyacak kadar bilmediğini kabul eder. Ama bilim, bunun bir zaman ve bilimsel bilginin ilerlemesi sorunu olduğu varsayımı ile hareket eder.
Bu akıl modelinin adımlarını takip eden psikiyatrik tedavi modeli, çalışmasının temelini beyin kimyasındaki uygun değişikliklerin keşfi olarak görmeye başladı.
Beynin kimyasal olarak etkilenmesinde inkar edilemez bir neden sonuç ilişkisi vardır. Psikotik, thorozin ile uysallaşır; depresifler Prozac’la kendilerinden memnun hale gelirler.
Bu akıl modeli ve psikiyatrinin gözden kaçırdığı aklın bağlamının görüntüsüdür ki, bu da büyük bir boşluk yaratmaktadır. Akıl, bireyde bağlamından ayrık mekanik bir süreç olarak görüldüğü için psikiyatri daha büyük bir resim çizememektedir. Bunun sebebi bilimin elinde daha büyük bir görünün olmamasıdır.
Ne kadar şaşırtıcı gelirse gelsin bilimin herhangi bir bilinçlilik modeli yoktur. Bilimde işe yarar, eksiksiz bir bilinçlilik teorisi bulunmamaktadır. Bilinçlilik, akıl ve ona ait bütün permütasyonların bilim ve psikiyatri dahil yer aldığı bağlam olduğu halde durum budur.
Terapi dünyasında hiçbir temel çözüm yoktur. Olmamıştır. Eğer psikolojik çatışmanın çözümlenmesi ile ilgileniyorsak başka bir yerlere bakmamız gerekir.
Öncelikle psikolojik yapıların sürdürülmesinde psikolojik zamanın işlevine bakmalıyız. Zaman fikri olmadan, “iyileşme”, “üstesinden gelme” ya da “ilerleme” fikri veya psikolojik ilerleyişin sayısız kavramlarından herhangi biri olamaz. Zaman kavramı olmadığında yalnızca bir şey cereyan eder. O da şu anda cereyan etmektedir ve eğer istersek bir arabulucunun yardımı olmaksızın bizim tarafımızdan görülebilir.
Psikolojik zaman olmadığında, psikolojik çatışma ile temas ve bu çatışmanın anlaşılıp çözümlenmesi yalnızca şu anda gerçekleşir.
İkincisi, düşüncenin bir unsuru olarak olayları oldukları gibi değil de bizim algıladığımız şekliyle, geçmişi yaratan psikolojik belleğe bakmalıyız. Öznenin geçmişe dahil edilişi ve bu öznenin geçmişiyle birlikte devamlı olarak öne çıkarılışı ve geçmişi yaratan bu öznenin gelecek olarak tasarlanması psikolojik çatışmanın temelidir.
Düşüncenin bu iki unsurunun, zaman ve belleğin etkileşiminin tam anlamıyla anlaşılması psikolojik çatışmayı içine girilebilir ve dolaysız olan “şimdi”ye taşır. Başka bir yer yoktur.
Artık sorun dolaysız şu andadır; peki onunla ne yapacağız? Kesinlikle hiçbir şey.
Çatışma ile ilgili bir şey yapmak ona madde ve enerji vermektir. Ona yaklaşma, etkileyip değiştirme, daha iyi yapma, yok olmasını sağlama girişimi yalnızca bu gerçeklik alanımızda sağlam bir yere oturur. Çözümü belli bir yere yerleştirmek onu güçlendirmiştir. Çözüm gerçekleşmeyince daha da fazla çatışma yaratmış oluruz.
Hiçbir şey yapmasak ne olur? Hiçbir şey olmaz. Çatışmanın bunu talep edebileceği birisi yoktur. Enerjisi yoktur. Zıddı yoktur. Daha fazla varolmaz. Artık gerçekliğimizin bir unsuru değildir.
Bu, psikolojik çatışmanın çözümüdür. Yalnızca an içinde yer alır. Birilerinin yardımına gereksinimi yoktur. Bizden bir şey istemez; sessizliğimiz dışında...
Psikolojik modelin sınırını ve belki de yıkıcılığını görmüş bulunuyoruz, ama hala anlamaya mecburuz.
Kendi boşluğumuzla bağlantıya geçmek için duyduğumuz bu gereksinim, aydınlanma efsanesiyle çarpıtılmış olabilir.
Bize boşlukla yaptığımız temasın çözümünün başka bir yerde, bir halde, aydınlanma denen yerde olduğu söylenmiş olabilir.
Bu efsane bizi her zaman boşluktan kurtarır gibi görünür çünkü bizi sürekli olarak kavramlarla doldurur. Bir amacımız, hedefimiz, mücadelemiz, yönümüz vardır. Artık boş değilizdir ama hala boşluğumuza çare aramaktayızdır. Dolmuşuzdur, boşluğumuzla ilişkimizi kaybetmişizdir ama onu düşüncede hatırlar ve yansıtırız.
Bu aydınlanmayı bulmak için epey zaman harcayacağız. Ama aramak bir işe yaramaz çünkü aradığımız yerde değildir.
Duvarlara dönük minderlerde oturabilir (meditasyon yapabilir), esrime içinde dans edebilir, dua edip ilahiler okuyabiliriz. Bu aydınlanmayı arayarak dünyayı dolaşabiliriz. Guruların en yücesini, öğretilerin en gizlisini bulabiliriz. Ama faydasızdır.
Faydasız olduğunu da fark edebiliriz. Zekamızla orada olmadığını, burada olduğunu fark edebiliriz.
Her zaman burada olmuştur. O, anın içindedir.
Değildir.
Burada değildir. Bir yerlerde değildir. Aydınlanma bir kavram, bir fikir, bir inanıştır.
Benlik, ”ben”, kendi ucunu oraya veya buraya uzatmıştır ama zaman içinde tasarlanmıştır. Zaman içinde ona hep yaklaşırız, hiçbir zaman durmayız. Aydınlanma efsanedir, çünkü benlik bir efsanedir.
Tekrar boşluğumuzla yüz yüze geldik.