Kişisel Gelişim

 

 

Ben Dinsiz Dini Öğretiyorum

Osho


Soru: Tanrı’nın olmadığını söylediğini duyduğumda şoke oldum. O zaman içimden şu soru yükseldi: Tanrısız bir din nasıl olabilir? Tanrı merkez, din de çevresi değil mi?

Şoke olman iyi. Şoke olmak zeka gerektirir.

Dünya üzerinde milyonlarca insan şoke olma özelliğini kaybetti. Yüzyıllardır uyutuldular, öyle bir koşullandırıldılar ki hiçbir şok onlara ulaşmıyor. Bütün dinlerin, sözde dinlerin yaptığı tek bir iş var: senin içinde şok emiciler yaratmak.

Benim işlevim bütün şok emicilerini yok etmek ve şüphe edebilesin, sorgulayabilesin ve araştırabilesin diye seni savunmasız hale getirmek.

Sonuna kadar şüphe eden cevabı bulur. Sonuna kadar araştıran öğrenir.

Şüphe etmeden, sorgulamadan, araştırmadan inanmaya devam edenler donuk, ölü, aptal kalır. Bu yüzden şoke olduğun için seni kutluyorum; bu iyi bir başlangıç. Aptal insan öfkelenir, şoke olmaz. Derhal düşman olur; şoke olmaz. Şoke olmak içinde bir şey hala canlı; rahipler, politikacılar, pedagoglar senden tamamen başarılı olamamışlar demektir. Belki de bir pencere açık kalmıştır; bu yüzden şoke oldun. Ve o şokun mucizesini görüyor musun?

Derhal içinde büyük önem taşıyan bir soru oluştu. Sorun öfkeden kaynaklanmıyor. Geçerli, zekice, muazzam önemli bir soru: Tanrısız bir din nasıl olabilir? Sana yüzyıllardan beri bu anlatıldı; Tanrı’nın merkez, dinin de çevresi olduğu. Bu tam manasıyla yalan. Dinin Tanrı’yla hiçbir ilgisi yok.

Evet, seninle, bilincinle, varlığınla çok ilgisi var.

Soruyorsun: Tanrısız bir din nasıl olabilir? Eğer araştırmaya devam edersen, bir gün bana Tanrı’yla bir dinin nasıl olabileceğini soracaksın. Tanrı’yla bir dinin nasıl olabileceği üzerine tefekkür etmeni istiyorum.

Tanrı bizim en üst düzey diktatör, en üst düzey Adolf Hitler, fikrimizden başka bir şey değildir.

Dünyayı o yarattı, gelişigüzel; onu yaratması için hiçbir neden yoktu. Her şeyden önce hiçbir din dünyayı neden yarattığı sorusunu cevaplayamadı. Ve bu dünya çirkin, mide bulandırıcı, tiksindirici, dinlerin Tanrı’nın yaratımının en yüksek zirvesi olduğunu iddia ettiği bu insanlık, Tanrı’nın insanı kendi suretinden yaratması. Bundan daha yüksek ne olabilir? Ve insan ne yapıyor? Üç bin yılda, beş bin savaş! Bütün tarih bir cinayet, tecavüz, suç tarihi; ve Tanrı adına cinayet, tecavüz ve suç. Milyonlarca insan öldürüldü, Tanrı adına diri diri yakıldı.

Ve Tanrı insanı kendi suretinden yaratmış. Bu yüzden Tanrı konusunda da bir şey düşünebilirsin; eğer sureti buysa, aslının nasıl bir şey olacağına dair küçük bir çıkarım yapabilirsin. Eğer Adolf Hitler, Joseph Stalin, Benito Musolini ve Mao Zedong sadece karbon kopyaysa, o zaman aslı ne olacak? Korkunç olacak!

Eğer Tanrı bu dünyayı, insanı ve her şeyi yarattıysa; tanrısallığın belirtilerini, Tanrı’nın işaretlerini göstermeli ama bunlar tamamen eksik. Eğer okuma yazması yoksa, en azından parmak basabilir. Hiçbir yerde imza görünmüyor. Tanrı’dan ziyade Şeytan tarafından yaratılmış olması daha muhtemel, çünkü kanıtın yüzde doksan dokuzu Tanrı’dan değil Şeytan’dan yana.

Tanrı zaten Hıristiyanlar için İncil’i, Yahudiler için Tevrat’ı ve Hindular için Vedaları yarattığı için, Tanrı’yla din yaratamazsın.

Onları zaten yarattı; sana hazır dinler verdi. Senin aramana, araştırmana ve bulmana olanak vermedi.

Hakikat konusunda çok önemli bir şey var: Sen onu bulmadıkça, asla sana hakikat olmaz. Eğer başka birisinin hakikatiyse ve sen onu ödünç alırsan, o ödünçlükte hakikatliğini yitirir; yalana dönüşür. Dünyanın büyük mistiklerinin tekrar tekrar hakikatin anlatılamaz olduğunu söylemelerinin nedeni budur; çünkü onu ifade ettiğin anda, ifade sürecinin içinde yalana dönüşür. Bütün kutsal kitapların yalanlarla dolu.

Tanrı sana dini keşfetme fırsatı vermedi, sana hazır din verdi; ve sorgulamana, şüphe etmene bile izin vermiyor. Bu, büyük bir günah. Senin dini yazıtlarında her türden aptallık var ama senin onlara tamamen inanman gerekiyor.

Tam da birazcık aklı olan hiç kimsenin güvenemeyeceği ama şüphe seni günahkar yapar; suçluluk duymaya başlarsın şeyler olduğu için, Bertrand Russell gibi bir insanın bile kafası çok karışıktı. Sonunda bir kitap yazdı: Neden Hıristiyan Değilim ve onu Hıristiyan olmaktan alıkoyan bütün konuları bir araya getirdi. Örneğin: İsa Mesih’in bakireden doğumu. Bilimsellikten o kadar uzak ki, buna inanmak bütün zekanı yok etmektir. Böyle bir fikre inanç duymak intihara eğilimdir; kendini yok ediyorsun ve ne kazanıyorsun? Aptalca bir fikir, bakireden doğum!

Eğer Bertrand Russell buna inanamadıysa, onu suçlayamayız. Dindar olabilecek bir insanı engelleyen İncil’di... Russell sordu; “Neden kutsal üçlemeye bir kadın da dahil değil? Baba, Oğul ve Kutsal Ruh; ne cins bir aile bu? Bu kutsal aile çok aptalca görünüyor. Neden bunun içine bir kadın koyamadılar? Çünkü bütün dinler kadına karşı oldu. En yüksek güç konumundaki kutsal üçlemeye bir kadın koymaları imkansızdı; bu yüzden Kutsal Ruh’u koymaları gerekiyordu.

Şimdi, Kutsal Ruh hakkında kimse bilgi sahibi değil: erkek mi, kadın mı yoksa cinsiyetsiz mi? Ve bu Kutsal Ruh, Meryem’in gebe kalmasından sorumlu şahıstır; ve buna rağmen kutsaldır! O bir tecavüzcü, çünkü Meryem bunun farkında değildi; buna istekli bir eş değildi ve zaten evliydi. Fakat Kutsal Ruh bunu yaptı, belki de hala dünyada bir yerlerdedir; ve kendisi Tanrı’nın üçte biridir!

Tanrı fikri yüzünden Bertrand Russell gibi bir insanın dindar olması engellendi. Herhangi bir Tanrı görüşü problemler doğuracaktır. Hindu Tanrısı. kutsal üçlemenin yerine Hindularda da bir benzeri var. Trimurti: üç çehreli bir tanrı, bir kişide toplanmış üç kişi. Fakat üçü sürekli birbirleriyle kavga ediyorlar, davranışları son derece çocukça. Sigmund Freud’un sadece Hıristiyan ve Yahudi geleneklerinden haberdar olması iyi. Eğer Hindu geleneğini bilseydi, hipotezi için muazzam bir dayanak bulmuş olurdu.

Hinduizm’de Tanrı dünyayı yarattı. İlk yarattığı varlık bir kadındı doğal olarak, çünkü kadın olmadan başka hiçbir şey yetişemez; ilk önce kadının gelmesi şarttı. Fakat güzel bir kadın yaratan Tanrı’nın aklı başından gitti. Şimdi, baba kendi kızına sevdalanıyor. Freud’un aradığı buydu ama kimse ona bunun mevcut olduğunu haber vermedi. Freud hayatı boyunca her babanın kızına aşık olduğunu ve her annenin de oğluna aşık olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Üstelik bunda bir hakikat var; ama Tanrı’nın kendi kızına tutulması.

O zaman kadın korkar ve kaçmaya çalışır; kaçmanın tek yolu şekil, biçim, kılık değiştirmektir. Kadın karga olur ama Tanrı’yı nasıl kandırabilirsin? Boğaya dönüşür. Diğer hayvan türlerine dönüşür ve Tanrı takip eder. Bütün kainat böyle varlık bulur; kadın kaçıyor ve baba da onu takip ediyor ve ona tecavüz etmeye çalışıyor. Hala aynı şeyi yapmaya çalışıyor.

Böyle bir Tanrı’yla nasıl bir dinin mümkün olduğunu düşünüyorsun? Bu Tanrı’nın psikoterapiye ihtiyacı var. Dinin merkezi olamaz; dinin çevresinde bile olamaz. Bir akıl hastanesinde olmalı. Fakat Hindu yazıtlarını okursan, dünyanın en eski dinine mensup milyonlarca insanın taşıdığı şeylerden büyük rahatsızlık duyacaksın.

Bunlar Hindu Tanrısının üç aşamasıdır: Brahma yaratıcı aşamadır, dünyayı yaratır; Vishnu dünyanın sürekliliğini sağlar; ve Shiva yok etme zamanı geldiğinde dünyayı yok eder. Bir bakıma mükemmel bir şekilde denge vardır. Kainatın bu üç işleve de ihtiyacı var: yaratım, devam ettirme ve bir gün yaratımı yok etme. Fakat bu üç şahsın içsel yaşamına baktığında, inanamazsın.

Bir gün Vishnu ve Brahma bir konuda tartışıyormuş. Her şeyden önce Tanrı’nın iki tarafı arasında bir tartışma fikri, onu şizofren yapar. Ellerin birbiriyle kavga etmeye başlıyor. Ve zihninde bunu yapıyorsun: bir taraf öteki tarafla kavga ediyor. Bazen o kadar bölünürsün ki zaten iki kişi olursun ve bazen de çok sayıda insansındır. Tanrı zaten üç kişi; tek bir bütün, tek parça değil ve üçü de sürekli kavga ediyor.

Bu ikisi kavga ediyordu ve tartışmayı sonlandırmanın bir yolunu bulamadıkları için ikisi de Shiva’yı aramanın iyi olacağını düşündüler; belki Shiva yardım edebilirdi. Böylece Shiva’yı aramaya gittiler. Shiva Amerikalı olmalı; sabahtı ve karısı Parvati’yle sevişiyordu. Hintliler bunu yapmaz; bu kesinlikle duyulmamıştır. Shiva ilk Amerikalı olmalı; sabah kapılar açık karısıyla sevişiyor. Belki Kaliforniyalı olduğunu söylemek daha iyi olur: kapılar açık! Sadece Amerikalı yetmez.

Brahma ve Vishnu içeride neler olduğunu bilmeden girdiler ve Shiva sevişmekle meşgul olduğu için onları umursamadı. İkisi de çok kızgındı. Her şeyden önce sabah sevişmek bir tanrıya hiç yakışmıyor; ikincisi kapılar açık, biri girebilir. Üçüncü olarak da onlara oturmalarını bile söylemiyor; onlara bakmadı bile. İki tanrı da o kadar sinirlenir ki, “Dünyada fallik sembolüyle bilineceksin” diyerek Shiva’yı lanetlediler. Bu yüzden Hindistan’da Shiva heykeli bulamazsın, sadece fallik sembol. Bu iki tanrının laneti: “Fallik sembol olarak bilinecek ve tanınacaksın.”

Şivalinganın, Shiva’nın fallik sembolünün tek başına olmadığını fark etmemiş olabilirsin; bir vajinanın içine yerleştirilir. İkisi de mermerdendir ve Hindular binlerce yıldır ona tapıyorlar. Ve Shiva hala Tanrı’nın üçte biridir!

Başka herhangi bir Tanrı kavramını alabilirsin; onun çevresinde bir din kurmanın imkansız olduğunu göreceksin. Fakat şimdiye kadar durum böyle oldu. Tanrı kurgusu merkezde ve kurgunun etrafında bütün diğer kurgular üretildi: cennet ve cehennem, günah ve ceza, tövbe ve bağışlama. Ve bu sirkin tamamı dinlerin kurnaz rahiplerinin sömürüsünden başka bir şey değildir.

Evet, Tanrı olmayınca, rahip de olamaz. Tanrı olmayınca, günah kavramı, cennet ve cehennem, tapınak, sinagog, kilise de olamaz.

Bunların bir dini oluşturan şeyler olduğunu düşünüyorsan, o zaman elbette sana zor gelecek: Tanrısız bir din nasıl olabilir? Fakat bu şeylerin dinle hiç ilgisi yok. Aslında bana göre bunlar dindarlığı bulmaya engeldir.

Bu da senin için başka bir şok olsun: Sahici din Tanrısız ve aynı zamanda dinsiz olacak. Ben sana dinsiz bir din öğretiyorum.

Bunun biraz derinine inmek zorunda kalacaksın, çünkü kelimeler çelişkili görünüyor: dinsiz din. Dinsiz din dediğimde rahibin, sinagogun, din aliminin, papanın, kilisenin, duanın,kutsal kitapların, kutsal ve kutsal olmayan ruhların hepsinin bırakılmasının gerekliliğinden bahsediyorum, çünkü senin din olarak bildiğin bu.

Kutsal kitaplar bilim kurgu gibi dini kurgudan başka bir şey değil. Bilim kurgu yazmak güzeldir; sanattır. O dini kurgular sanatsal bile değil; yüzde doksan süprüntü, saçmalık. Çıkarı olan birkaç kişi dışında kimse onları okumuyor.

Bir hikaye dinledim:

Kapı kapı dolaşarak ansiklopedi satan bir adam, bir evin zilini çalar. Evin hanımı çıkar ve “Ne istiyorsun?” der.

“Güzel sözlüklerim var. Çocuklarınız olmalı; sözlüğe ihtiyaçları olabilir ve ben de her yaşa uygun sözlük var” der adam.

Kadın ondan kurtulmak istediği için, “Bizim sözlüğümüz var” der. Uzakta bir köşede duran masanın üzerinde sözlüğe benzeyen kalın bir kitap durmaktadır.

Satıcı güler, “Bu İncil” der.

Kadın buna inanamaz çünkü o mesafeden onun İncil olduğunu çıkarmak imkansızdır. “Beni şaşırttın” der. “Evet, İncil. Sözlüğümüzün olduğunu söylerken senden kurtulmaya çalışıyordum sadece. Fakat bunu nasıl başardın? Bana söylersen senden sözlük satın alacağım, ama bana püf noktasını söyle.”

“Püf noktası yok. Sadece üzerinde birikmiş tozu gördüm” der adam.

Sadece İnciller, kutsal kitaplar toz tutar. Bir Playboy dergisi toz tutmaz. Kitabı kim açmak ister? Belki yıllardır açılmamış; belki hiç açılmamıştır.

Dini kurgunun ortadan kaldırılması gerek, çünkü seni yolunu kapatıyor, gerçeğe ulaşmanı engelliyor. Sana ebeveynlerin, toplum, öğretmenlerin, din büyüklerin tarafından anlatılmış bütün saçmalıklardan kurtulmak zorundasın.Kendini tamamen temizlemedikçe, dindar olma yolunda ilk adımı atamazsın. Dindarlık senin varlığının bir özelliğidir; senin dışındaki bir ritüelle hiçbir ilgisi yoktur.

Varlığının özellikleri olan ve sen geliştirilmeleri gerektiğini asla düşünmediğin için uyku halinde bulunan birkaç şey var. Bilincini geliştirmeyi denedin mi? Merhametini geliştirmeyi denedin mi? Zekanı geliştirmeyi denedin mi?

Bilimciler dahilerin bile zekalarının sadece yüzde on beşini kullandığını söylüyor; yüzde seksen beş kullanılmadan kalıyor. Ve bu Albert Einstein gibi bir insan ya da Karl Marx veya Rutherford, Nobel Ödülü sahipleri için geçerliyse, sıradan insanın durumu nedir, sıradan insan zekasının ne kadarını kullanır? Yüzde beşten fazlasını değil. O yüzde beşi de günlük işlerde gerektiği için kullanır: işi, ailesi, sözde dini, siyasi partisi ve kulübü. Yüzde beş yeter. Rotaryen olmak için dahi olmana gerek yok. Bir dahinin Lions Kulüp üyesi olmak isteyeceğini sanmam. Aslan olmaya çalışan bir insan yükselmekten ziyade düşüyor gibi görünür.

Dahi sadece yüzde on beş kullanıyorsa, bu kimse zekasını geliştirmeye çalışmıyor demektir. Sadece

yaşamın, durumlarının ve koşullarının seni kullanmaya zorladığı kadarını kullanıyorsun. Eğer kimse yoksa, hiçbir durum seni onu kullanmaya zorlamıyorsa, yüzde beşini bile kullanmayacaksın. Bu yüzden zenginlerin oğullarının ve kızlarının üniversitelerde altın madalyalar aldığını ve üniversitelerin başında bulunduğunu görmeyeceksin. Hayır, zekalarını kullanmaya ihtiyaç duymazlar; bunu hizmetçileri yapabilir. Hem şimdi bilgisayarlar var. Yakında yüzde beşini bile kullanmıyor olacaksın; insanlar küçük bir bilgisayar taşıyacak. Zaten taşıyorlar. Hiç görmedin mi?

Çocukluğumda, bizim ailede babam el yazısı konusunda çok titizdi. Evde dolmakaleme izin vermezdi, çünkü dolma kalemle sıradan eski bir mürekkepli kalemin özelliğine sahip olamazsın; dolmakalem yazını bozar.

Bunu görebilirsin. Geriye dönüp bak: Matbaa icat edilmeden önce, bütün kitaplar elle çok güzel, sanatsal el yazısıyla yazılıyordu. Kitabın içerdiği başka bir şey; sadece el yazısının kendisi sanat eseridir. Fakat o sanat dolmakalemle kayboldu. Ve daktilo insanların hizmetine sunulduğunda, dolmakalemle bir parça mümkün olan bile kayboldu. İnsanlar daktiloyla yazıyorlar. Şimdi onlara yazmalarını söylediğinde, yazıları eğitimsiz insanlarınki gibi görünüyor. İnsanlar şimdi hesap yapmak için küçük bilgisayarlar taşıyor: hesap makineleri. Yapabileceğin küçük hesaplamaları unutacaklar.

Hindistan’da yaşayan Shakuntala adında bir kadın var, bütün dünyayı dolaştı ve en büyük matematikçilerle karşı karşıya getirildi. Sadece üniversite öğrencisi ve yüksek matematik hakkında hiçbir şey bilmiyor ama Albert Einstein’ı bile şaşırttı. Herhangi bir sayı yazıyorsun, ne kadar büyük olduğu önemli değil; ona istediğin büyüklükte bir sayıyla çarpmasını söylüyorsun; ve sen daha ikinci sayıyı yazmayı bitirmeden cevap geliyor. Einstein, “Bunu ben yapmış olsaydım, en az üç saat sürerdi” demiş.

Bu kadının başına gelen nedir? Bu konuda hiçbir şey bilmiyor. “Sadece çarpılması gereken sayılara bakıyorum” diyor. Onun başına gelen sadece bir nevi sessizlik; o sessizlikte sayılar ortaya çıkmaya başlıyor ve “Bu sayıyı yazın, nasıl çıktığını bilmiyorum” diyor. Görünüşe bakılırsa doğuştan çok keskin bir zekaya sahipti, öyle ki zihninde göz açıp kapayıncaya kadar bir şey gerçekleşiyor. Ve bu tek olay değil; başkaları da oldu.

Genç bir çocuk, Shankaran o kadar yoksuldu ki, araba çekerdi. Şimdi bu çirkin bir şey; hiçbir yerde olmamalı: Bir insan, senin içinde oturduğun bir arabayı çekiyor. Daha

çocuktu ama babası yaşlıydı ve Cherınai’de araba çekiyordu. Üniversitenin matematik bölümü onunla tesadüfen ilgilenir. Bir gün bölüm başkanı olan profesör onun arabasına biner ve yolda konuşmaya başlar. “Çok küçüksün; okuyor ve çalışıyor olman lazım” der.

Çocuk ona ailesinden bahseder. “Fakat” der çocuk, “okumadan ve çalışmadan bile sizin matematik öğrettiğinizi biliyorum matematik yapabiliyorum. Onu bir şekilde biliyorum.” Profesör onu sınar ve şaşırır: Çocuk bir mucizeydi. Kabiliyetini sergilemek için onu, masrafları kendisi karşılayarak Oxford’a gönderdi. Ve çocuk gittiği her yerde büyük matematikçileri şaşırttı. Rutherford, bir sorunun yıllardır kendisini uğraştırdığını söyledi, çocuk o soruyu saniyeler içinde çözdü. Çözüldükten sonra, Rutherford çok basit olduğunu gördü. Kendisi bunu nasıl atlamıştı? Bir şekilde etrafından dolaşmış, asıl noktayı kaçırmış ve bu çocuk o noktaya atlamıştı. Fakat eğitimsizdi.

Zeka keskinleştirilebilir; onu kuvvetlendirmenin yolları var. Modern psikoloji onu ölçmeye çalışıyor. Ben aptallık etmemeni, onu ölçmekle zaman kaybetmemeni söylüyorum. Ölçecek ne var? Ortalama insanın zeka yaşı on üçte kalır; yetmiş yaşında olabilir ama zeka yaşı on üçte kalır ve zekasının yüzde beş-yedisini kullanır. Şimdi neden ölçmek için daha doğru yöntemler bulmakla vakit kaybediyorsun? Neden zekayı kuvvetlendirebilen yöntemler kullanılmasın? Benim sana öğrettiğim bu.

Şüphe edersen, zekan kuvvetlenir.

İnanırsan, zekan körelmeye başlar, çünkü onu kullanmıyorsun. Şüphe, temel bir nedenden ötürü zekayı kesinlikle kuvvetlendirecektir: Şüphe varsa huzurlu olamazsın. Bu konuda bir şey yapmak zorundasın; cevap bulmak zorundasın.

Cevabı buluncaya dek, şüphe seni rahatsız edecek; ve şüphe zekanı bu şekilde keskinleştirir.

Fakat bütün dinler şüphe etmenin günah, inanmanın dindarlık olduğunu öğretir. Ben sana şüphenin dindarlık, inanmanın dinsizlik olduğunu söylüyorum.

Fakat o sahte dinler gerçekten kurnaz ve akıllıydı. Psikologların bugün bile bulamadığı şeyi, onlar beş bin yıl önce buldular: şüphenin tehlikeli olduğunu; zekayı keskinleştirdiğini. İnanç rahattır, elverişlidir; köreltir. Bir nevi uyuşturucudur; seni zombiye çevirir. Bir zombi Hıristiyan, Hindu, Yahudi olabilir; ama hepsi zombidir, farklı etiketlerle. Bazen bir etiketten bıkar, etiket değiştirirler: Hindu Hıristiyan olur, Hıristiyan Hindu olur; yeni bir etiket, taze bir etiket ama etiketin arkasında aynı inanç sistemi.

İnançlarını yok et. Bu kesinlikle rahatsız edici, zahmetli olacak ama değerli hiçbir şey zahmetsiz elde edilmez.

Bilim üç yüzyıldır yöntem olarak şüpheyi kullandı ve üç yüzyılda dünyaya bir sürü şey verdi. On bin yıldır dinler, bilimin verdiğinin binde birini bile veremedi. Dinler hiçbir şey vermedi. Tersine her şeyi mümkün olan her şekilde engellediler. Bilimi de engellemeye çalışıyorlardı ve ellerinden geleni yaptılar, hala da uğraşıyorlar.

Şimdi, Katolik papa Katoliklere doğum kontrolü yöntemlerinin bunlar Tanrı’ya karşıdır kullanılmaması gerektiğini öğretiyor. Tuhaf, Kutsal Ruh bile doğum kontrolü yöntemlerini kullanıyor olmalı, çünkü İsa, “Tanrı’nın tek oğluyum” diyor. Tanrı’ya ne oldu? Çocuk yaratmayı bıraktı mı? Ya brahmaçarya oldu, bekarlığı seçti, ki bu pek muhtemel değil ya da doğum kontrolü yöntemlerini kullanıyor. Fakat papa sürekli doğum kontrolünün aleyhinde konuşuyor, çünkü Tanrı’ya karşı; ama Tanrı insanlar gönderiyor.

Bu dünya zaten aşırı doldu; zaten öyle bir halde ki eğer biz nüfusu yarıya düşürmezsek, insanlık ölecek. Üçüncü bir dünya savaşına gerek kalmayacak; tek başına nüfus herkesi açlıktan öldürmeye yetecek.

Ve Tanrı sürekli insan gönderiyor. En azından her çocukla birlikte küçük bir toprak parçası gönder veya kimsenin aç kalmaması için yeni bir yol bul. Gerçek bebekler yerine, pille çalışan plastik bebekler yap; bu daha kolay olur. Arada bir gidip pilini doldurabilirsin. Tanrı için her şey mümkündür. Her türlü mucizeyi gerçekleştiriyor, oğlu her türlü mucizeyi gerçekleştiriyordu. Pille çalışan bir bebek yaratmak büyük bir mucize sayılmaz.

Fakat bize mide ve açlık verip duruyor ama toprak yok; ve yaşlı toprak her geçen gün verimliliğini kaybediyor. Katolik papa doğum kontrolü yok, kürtaj yok deyip duruyor. Neden kürtaj yok? Çünkü cinayettir. Bunun bir papanın zihninden çıkması çok tuhaf, çünkü bu papalar geçmişte her türlü haçlı seferini yaptılar ve binlerce insanı öldürdüler. Bütün işleri bu oldu: insanları yakmak, düzmece bir görüşle kadınları yakmak...

İsteyen papaya yazıp bilgi verebilirdi: “Köyümüzde bir cadı var.” Bu kadarı soruşturma başlatmaya yetiyordu; ve kadının cadı olup olmadığını araştırmak için özel bir mahkeme vardı. Kadına o kadar ağır işkence ediyorlardı ki, sürekli işkence görmektense cadı olduğunu kabul etmek kadına daha kolay geliyordu. Cadı olduğunu kabul edinceye kadar işkence ediyorlardı; ve cadı olduğunu kabul ettiğinde de diri diri yakılıyordu. Binlerce kadını canlı canlı yaktılar.

Şimdi birden, kürtaj şiddet olduğu için, ilgileri şiddetsizliğe yöneldi. Ve aynı papanın selefleri İkinci Dünya Savaşı’nda Benito Mussolini’yi kutsadı. O şiddet değil miydi? İngiltere’de Canterbury başpiskoposu İngiliz kuvvetlerini kutsadı. Bu şiddet değil miydi? Çok iyi bir şey miydi? İnsan kürtajın hangi noktada şiddete girdiğini merak ediyor.

Hangi noktada bir çocuğa gebe kalındığı an canlı veya ölüdür? Canlıdır ama yaşam nereden geldi? Anne rahmine düşmeden önce sperm hücrelerinde canlıydı; sperm hücreleri canlıdır. Yaşam süreleri kısadır, sadece iki saat, dolayısıyla iki saat içinde bir dişi yumurtası bulabilir ve yumurtaya girebilirlerse, çocuğa gebe kalınır. Yumurta da canlıdır. Varlığının yarısı, dişi kısmı yumurtanın içindedir ve varlığının diğer yarısı da babanın sperminden geliyor. Tek bir cinsel birleşmede milyonlarca hücre koşuyor.

Politika orada başlıyor. Herkes hızla yumurtaya doğru koşuyor, çünkü kim önce ulaşırsa, Başkan Ronald Reagan olur. Geride, çok az geride kalanlar, bitti! Sadece bir sperm içeri girecek; ondan sonra kadının yumurtası sertleşir ve başka kimse giremez. Bu doğal süreçtir; yalnızca birine açıktır. Ancak arada bir iki erkek hücrenin aynı anda ulaştığı ve girdiği olur. Bu nedenle bazen ikiz, üçüz, dördüz veya beşiz sahibi olursun; dokuz çocuk bile biliniyor. Fakat bu çok ender bir olay.

Milyonlarca sperm... ve gerçekten hızlılar. Adeta araba yarışı gibi. Hepsi yarışıyor ve çabuk olmak zorundalar. İki saat içinde ulaşamazlarsa, bittiler. Tek bir cinsel birleşmede milyonlarca varlığı öldürmekten sorumlusun. Kürtaja ne olmuş? Sadece bir tane. Dolayısıyla ha bir milyon ha bir milyon bir, ne fark eder?

Fakat Katolik papa, aynı Hindu şankaraçarya gibi nüfusun büyümesine hazırdır, çünkü sayıların siyasi bir anlamı var. Bu rakam siyasetidir. Kaç Katolik var? Papa insanlıkla, gelecekle, küresel intiharla ilgilenmiyor. Onun tek ilgilendiği Katoliklerin sayısıdır. Ne kadar Katolik varsa, kendisi o kadar güç sahibidir. Şankaraçarya daha fazla güç sahibi olmak için, daha çok Hindu’yla ilgilidir.

Herkes güçle ilgilidir. Tanrı adına sadece daha fazla güçlü olmaya çalışıyorlar. Tanrı rahibin elinde kullanışlı bir araçtır sadece. Rahip ne istiyorsa, Tanrı’ya onu söyletir. Kitapları yazar, o kitaplarda her türlü saçmalığı yazar. İnsanla ilgili anlaşılması gereken tuhaf bir gerçek, insanların saçmalıktan çok etkilenmesidir, çünkü mistik gözükür.

Örneğin İncil şöyle der: “Başlangıçta söz vardı.” Şimdi, başlangıçta nasıl söz olabilir? Ses ve söz arasında ayrım yapıyor musun, yapmıyor musun? Bir kelime, anlamlı bir sestir. Belki başlangıçta ses olduğu söylenebilir; ama söz değil.

Bir kelime, sesi anlamlı hale getiren, bir kelimeyi kullanan birisi olduğunu varsayar. “Başlangıçta söz vardı.” Ben varsayıma dayanarak sesin daha iyi, daha mantıklı olacağını söylüyorum; aslında ses de mümkün değildi. Bilimsel olarak ses, ancak onu duyacak birisi varsa mümkündür, aksi takdirde ses yoktur.

Ben burada konuşuyorum. Burada kimse olmasaydı, ses olmayacaktı, çünkü ses için iki şey gerekir: benim bir ses çıkarmam ve senin kulaklarının onu alması. Bu ikisinin arasında ses oluşur. Bir şelalenin yakınında kimse olmasa da, çok ses çıktığını düşünebilirsin. Yanılıyorsun; kulak olmadığı için ses de yoktur.

Dolayısıyla ses bile mümkün değilken, söz hiç söz konusu değil! Fakat onlar, “Başlangıçta söz vardı” diyorlar. Saçmalığın nasıl mistikleştiğini gör sadece. “Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi.” Birinci ifadeyi zaten çürüttün. “Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi.” Yani zaten iki vardı; yani derhal yalanladın. Ve üçüncü cümle: “Ve söz Tanrı’ydı.”

Şimdi böyle süprüntüler insanları etkiliyor:

“Bunda çok derin bir şey olmalı, bu yüzden anlayamıyoruz.” Bunda derin hiçbir şey yok, Aptal bir yazı sadece. Fakat Hıristiyan teologlar yüzyıllardır bunun üzerine yorumlar yapıyor, anlamına ilişkin farklı yorumlarda bulunuyorlar. “Söz” nedir? “Söz Tanrı’ydı” ne demek? “Söz Tanrı’yla birlikteydi” ne demek? Sadece üç cümle ve hepsi de birbiriyle çelişiyor.

Herhangi bir yazıtı analiz edersen, buna benzer ifadeler bulacaksın. “Şüphe etmez, inanır, iman edersen ödülün büyük olur; şüphe edersen yanlış yola saparsın.” Fakat karanlıkta, şüphe dışında ışık yoktur.

Şüphe et! Üstelik yarım ağızla değil: Şüphenin elinde bir kılıca dönüşmesi ve etrafında biriken bütün süprüntüyü kesmesi için, bütün gücünle şüphe et. Şüphe süprüntüyü kesmek içindir, meditasyon kendini uyandırmak için.

Bunlar aynı madalyonun iki yüzüdür, çünkü bütün bu süprüntüyle yüklüyken uyanamayacaksın. O süprüntü sende uyku yapacak; onun işlevi bu. Seni uykuda tutmak için yapılmış. Politikayı, rahipleri rahatsız etmemek; ortak çıkarlara dokunmamak, kimseyi rahatsız etmemek için, iman et ve uykuya dal. Sen kendin ruhsuz bir insana, bir mekanizmaya, bir köleye dönüş.

O yüzden şüphe et ve meditasyon yap! Meditasyonla çok basit bir şeyi kastediyorum: Sadece sessiz ol ve sessizliğinin içinde boğulmaya başla.

Başta bu da korku yaratır, çünkü sessizlik uçurum gibidir; belki dip yoktur ve insan uygun bir şeye tutunmak ister. Sessizlik cesaret gerektirir, şüphe gibi.

Şüphe etmek, başkalarının içine yerleştirdiği her şeyi çıkarıp atmaktır. Meditasyon, her şey çıkarılıp atıldıktan sonra oraya bir Tanrı’nın, kimsenin koymadığı kendi benliğine girmektir. O, sonsuzluk boyunca senin varlığın oldu ve sonsuzluk boyunca senin varlığın olacak.

Sessizliğin içinde boğul. Onun keyfini çıkar, iç, tadına bak!

Sadece başlangıçta korku vardır. Birazcık tadına baktıktan, dilinin ucuyla azıcık tattıktan sonra bütün korku kaybolur, çünkü çok tatlı, çok besleyici, son derece merkezleyici ve odaklayıcıdır. Sana ilk kez tek başına yeterli olduğunu, Tanrı’ya gerek olmadığını, ibadete gerek olmadığını, tapınağın dışarıda değil içeride olduğunu hissettirir. Ve bu duygu geliştikçe ve sen onun içine girmeye devam ettikçe, şaşıracaksın:

Başlangıçta sessizlik vardı, ses değil. Ortada sessizlik var. Sonda sessizlik var.

O sessizlik aralıksızdır, süreklidir ve senin varlığının ta kendisidir: çok doyurucu, olağanüstü doyurucu, sana öyle bir memnuniyet verir ki ilk kez hiçbir şeye gerek olmadığını hissedersin. Gereken her şey zaten senin içinde karşılanır.

Varoluş çok cömerttir. Tanrı çok cimridir; hiç şüphesiz, çünkü cimriler kurguyu kendi suretlerinden yarattılar. Tanrı çok cimri, çok zalim, çok kıskanç, çok kincidir. Küçük şeyler için... Birisi sigara içiyor; nasıl bir günah işliyor? Bunu günah işlemek olarak göremiyorum. Belki hata yapıyor ama bu tıbbi bir şey, dinle hiç ilgisi yok. Belki bedenine gereken özeni göstermiyor ama bu onun bileceği iş. Belki iki-üç yıl erken ölecek ama eğer kendisi iki-üç yıl daha ne yapacağını düşünüyorsa, daha fazla içecek, o zaman ne anlamı var?

Fakat Budizm ve Caynacılık gibi dinler var; sigara içersen cehenneme gidersin. Tuhaf, adam burada sigara içiyor, sen onu orada yine ateşe atacaksın. Burada kendisi ateşi içine atıyordu; orada sen onu ateşe atıyorsun! Nasıl bir intikam sürüp gidiyor? Üstelik o senin üzerine bir şey atmıyordu; her ne yapıyorsa, kendine yapıyordu. Ve bunun derdini çekti: Tüberküloz olabilir, kanser olabilir, bunun acısını çekebilir. Bundan zarar gördü, şimdi cehenneme ne gerek var? Küçük şeyler, doğal şeyler ve dinler Tanrı’nın minnacık aklı yüzünden bunları çok büyüttü.

Varoluş çok cömert, daima bağışlayıcıdır; asla cezalandırmaz. Fakat varoluşa ulaşmanın tek yolu, senin en içteki sessizliğinden geçer. Bu, yıldızların arasındaki sessizliktir; aynı sessizlik, fark yok.

Sessizliğin tipleri yoktur, bunu unutma. İki tür sessizlik olamaz. Sessizlik bir tanedir: sadece onun tadı ve sen milyonlarca ışık yılı uzaktaki, bütün evreni sarmalayan sessizliği tattın.

İçsel sessizliğini hissederek, evrenin nabzını hissettin.

Ben sana Tanrı’yla sahici dinin mümkün olmadığını söylüyorum. Ve sana ayrıca şimdiye kadar var olan sözde dinlerle dinin mümkün olamayacağını da söylüyorum. Ben sana Tanrısız, dinsiz bir din öğretiyorum.

Elbette o zaman benim dine verdiğim anlam “dindarlık” olacak. Sen Hıristiyan değilsin, Hindu değilsin. Sen sadece sessizlik insanı, hakikat insanı, merhamet insanısın; artık aramayan, varmış bir insansın. Ve varma duygusu. Ondan sonra soru yoktur, şüphe yoktur, inanç yoktur, cevap da yoktur.

Bodhidharma ölürken, müritleri “Usta, son mesajın nedir?” diye sordular.

Gözlerini açtı ve “Hiçbir şey bilmiyorum; vardım. Bilgi çok geride kaldı; bilmek kimin umurunda? Soru soran kimse yok, sorgulayan kimse yok, cevap veren kimse yok; hepsi sessizliğe dönüştü. Bu nedenle, söyleyebileceğim tek şey, bilmediğim” dedi.

En sonunda Sokrates de bunu söyledi. “Gençken ‘Çok şey biliyorum ve yakında her şeyi bileceğim’ diye düşünürdüm. Fakat araştırmaya, şüphe etmeye, aramaya devam ettikçe.” dedi. Sokrates inanç değil, şüphe insanıydı. Senin dindar peygamberlerinden, Mesihlerinden, avatarlarından, tirthankaralarından çok daha üstündü. En sonunda, “Daha çok bilmeye başladıkça, hiçbir şey bilmediğimi daha çok hissetmeye başladım” dedi.

Onun açıklamaları çok güzeldir, çünkü yüzeyde çelişkili görünürler. “Ne kadar çok bilirsem, o kadar az biliyorum” der. “Her şeyi bildiğim noktaya geldiğim anda, her şey kayboldu; sadece bilgisizlik kaldı. Bilgisiz bilgi var ve bilen bir bilgisizlik var.”

İnançla bilgisiz olan bilgiye geleceksin. Şüpheyle, araştırmayla, meditasyonla, bilen bilgisizlik haline geleceksin.

Etiketlenmene gerek yok. Bir cemaate mensup olmana gerek yok. Benim komünüm, bir bakıma tuhaftır, bir çelişkidir. Benim işlevim seni bütün cemaatlerden kurtarmak, sana kendin olman için tam özgürlük vermektir.

Fakat belki tek başına bütün dünyaya karşı duramayabilirsin. Yol arkadaşlarına ihtiyacın var. Sana cesaret vermek, ilhamını korumak için seninle aynı yolda yürüyen insanlara ihtiyacın var, çünkü devasa kitle dışarıda. Bu insanlar Sokrates’i zehirlediler. Bu insanlar İsa’yı öldürdüler. Bu insanlar Hallacı Mansur’u ve daha pek çok kişiyi öldürdüler. Bunun herhangi birinizin başına gelmesini istemem. Bu yüzden çelişkiyi üstlenmek ve bir komün yaratmak zorundaydım. Fakat bunun sırf oyunculuktan kaynaklandığını aklından çıkarma; bu konuda ciddi olmamalısın.

Bu seni benim takipçim yapmaz. Bu sadece sen bana açıksın, alıcısın; bütün önyargıları kenara bırakarak beni dinleyebilirsin demektir. Ben sana bir doktrin vermiyorum. Bütün doktrinleri senden uzaklaştıracağım. Senin sadece boşluk olmanı istiyorum. Dindar insanın en üstün özelliği budur: içsel boşluğu bilmek. İçsel boşluk sınırsızdır. Evren kadar uçsuz bucaksızdır.

İçinde bütün evreni barındırır.

Tamamen boş olduğunda, yıldızlar içinde dolaşmaya başlar. Bütün evren ve sen artık ayrı değilsinizdir. Senden bütüne giden gizli bir kapı buldun.

Tanrı’ya gerek yok. Tanrı tamamen faydasız bir hipotez. Ne de dinlere ihtiyaç var. Fakat dindar bir bilince kesinlikle, her zaman olduğundan daha fazla ihtiyaç var.

Eğer sahici dindar bilinç için büyük bir hareket yaratamazsak, insanların geleceği yok; insan ölüme mahkûmdur. Rahipler, politikacılar ve diğer çıkar çevreleri birlikte senin mezarını hazırladı; seni her an onun içine itebilirler. Birçok kişi kendiliğinden o mezarın içinde oturuyor. Dünya daha önce hiç bu kadar tehlikeli bir noktaya gelmedi. Eğer büyük bir meditatif bilinç yayılmazsa, insan ölüme mahkûm.

Fakat o meditatif bilincin yaygınlaşacağını, insanın bu tehlikeli zamandan geçeceğini ve bundan çok daha üstün, çok daha yükseklerde, çok daha insancıl çıkacağını umut ediyorum.

Tanrı, Adolf Hitler gibi insanları kendi suretinden yaratmadı. O, İsa Mesih, Krishna ve Buddha gibi insanları yarattı.

Bu bir soru değil. Bir açıklama, bir cevap ama ben soru sormadım. Şahıs Tanrı’nın kimi kendi suretinden yarattığını, kimi kendi suretinden yaratmadığını bile biliyor görünüyor. Şahıs tanıklık etmiş gibi duruyor. Orada ne yapıyormuş? Tanrı onu kendi suretinden mi yaratmış? O zaman burada ne işi var? Yine de bir cevaba cevap vermek hoşuma gider.

Tanrı’nın, Adolf Hitler gibi insanları kendi suretinden yaratmadığını söylüyor. Adolf Hitler’in nesi varmış? Adolf Hitler’in takipçileri onun büyük Yahudi peygamber Hz. İlyas’ın reenkarnasyonu olduğuna inanıyor. Bu da Hıristiyanların İsa’nın Tanrı’nın tek oğlu olduğuna inanması kadar doğru. Buna başka kimse inanmaz ama konu bu değil. Hıristiyanlar buna inanıyor, Adolf Hitler’in takipçileri de buna inanıyor.

Adolf Hitler çok dindar bir insandı. Sana Adolf Hitler’in yaşamından küçük bir kesit vereyim. Yeraltında bir hücrede rahip gibi yaşıyordu. Herkesin ilgilendiği sözde dünyevi şeylerle ilgilenmiyordu. Vejetaryendi; hayatı boyunca hiç et yemedi. Neredeyse hayatı boyunca üç saat dışında, son üç saat bekar yaşadı. Bu neredeyse bütün yaşamı demek; üç saat ne işe yarar? Üç saatlik evlilikte ne yapılabilir?

Evlilik intihar etmeye karar vermesinden sonra ayarlanmıştı, çünkü bu kadın tarafından sürekli rahatsız edilmişti: “Neden benimle evlenmiyorsun?” Hep reddetmişti. Rahip gibi, hücresinde tamamen yalnız yaşıyordu ve bir evlenirse yalnız yaşamanın zor olacağından, bu kadının odasına zorla girmesinden endişe ediyordu. Bu yüzden erteleyip duruyordu.

Sonunda karar verdiğinde, Berlin düşüyordu ve bombalar evin olduğu sokaklara yağıyordu; hücresinden bombaların patladığını duyabiliyordu. Evliliğin ayarlanması için derhal bir rahip çağırılmasını istedi. Ne için evlilik? Birlikte intihar etmek için. Belki de çoğu insan bilmeden aynısını yapar. Belki de onların üç saati çok uzundur; ve uzun olduğu kadar da sıkıcı.

Bir şekilde bir rahip getirildi. Rahip derhal evlilik törenini gerçekleştirdi ve tören bittikten sonra zehri içerek intihar ettiler. Üzerlerine benzin dökülmesini ve tamamen yakılmalarını emretti; tek bir iz bulunmamalıydı; ve öyle yapıldı.

Bu adam her sabah güneş doğmadan kalkardı. Her rahip bu kadar dindar değildir. Rahiplerin güneş doğmadan kalkmasının gerektiğini biliyorum; ama insan insandır. Adolf Hitler farklı bir mizaca sahipti. Kışın bile güneş doğmadan kalkardı ve yıl boyunca kalktıktan sonra soğuk duş alırdı. İlk iş soğuk bir duş, çok disiplinli bir rahip. Gece tam dokuzda yatağa girerdi. Senin kötü diyebileceğin hiçbir şeyle ilgilenmezdi. Ne kağıt oynar, ne de sigara içerdi. Yiyeceği çok basit, çok sadeydi ve asla şarap içmezdi: alkollü içecek yok.

Almanya Fransa’yı ele geçirdiğinde, bütün generalleri dünyanın en güzel şehrini görmeye gelmesini istediler ama ilgilenmedi. Güzellik onun ilgilendirmiyordu ama herkes istediği için ve Fransa’yı fethederek harika bir iş çıkarmışlardı oraya gitti. Kaldığı otelin odasında yirmi dört saat geçirdi ve Paris’i görmek için dışarı çıkmadı.

Tanrı’nın Adolf Hitler’i kendi suretinden yaratmadığını mı söylüyorsun? Neden, bu kadar insanı öldürdü diye mi? Tanrı her gün milyonlarca insanı öldürüyor. Onları başka kim öldürüyor? Adolf Hitler sadece Tanrı’nın işinin küçük bir bölümünü paylaşıyordu. İnsanların öldürülmesi gerekir, herkes ölmek zorundadır; Adolf Hitler küçük bir işi paylaşıyorsa, Tanrı’nın yükünü biraz hafifletiyorsa bunun neresi yanlış?

Ve gayet iyi yaptı, Tanrı’dan çok daha iyi. Bu bazen olur, karbon kopya orijinalden daha iyi çıkar. Gaz odalarını, en şiddetsiz insan öldürme yöntemini keşfetti ama buna öldürmek denemez; öldürmek çok zalimcedir. Gaz odasında insan var olup olmadığını asla anlamaz. O kadar çabuktur: Bir düğmeye basılır ve sadece duman vardır; buna kutsal duman da diyebilirsin! İşini gayet iyi yaptı.

Aslında Hitler doğru olmayan her şeyi, dünya üzerinde üstün insanın yükselişini engelleyen her şeyi yok etmek için Tanrı tarafından gönderildiği inancına, bu fanatik fikre sahipti. Bunu iyi niyetle yapıyordu.

Onun inancından, niyetinden kuşku duyamazsın, çünkü biraz şüphesi olsaydı, onun yaptığını yapmak imkansız olurdu. Muazzam bir inanç, yaptığın şeyin doğru olduğuna fanatik bir şekilde körü körüne inanç gerekir. Onun kafasında hiçbir şüphe yoktu, Tanrı’nın işini yapıyordu: dünyayı üstün insanın evrimiyle uyumlu olmayan her şeyden temizlemek.

Tanrı’nın Adolf Hitler’i kendi suretinden yaratmadığını söylüyorsun. Bu bir soruyu ortaya çıkarıyor: O zaman Adolf Hitler’i kim yarattı? Başka tanrılar mı var? Bu bir tercih olduğu anlamına geliyor; alışverişe çıkıp kimin şeklinde yaratılmak istediğine karar verebilirsin. Alışveriş merkezine girip kendi tanrını seçebilirsin: “Bu tanrının suretinden yaratılmak istiyorum.”

Bu, sözde sahte dindar insanların eski bir stratejisidir: İyi olan ne varsa Tanrı’ya aittir, kötü olan da Şeytan’a. O zaman Şeytan’ı kim yarattı?

Tanrı bir noktada sorumluluğu üstlenmek zorunda. O’nu bunun dışında bırakamam. Eğer Adolf Hitler’in düşmanı Şeytan tarafından yaratıldığını söylüyorsa, tamam, ama Şeytan’ı kim yarattı? Tanrı sorumluluktan kaçamaz; onu omuzlarından silkip atamaz. Şeytan’ı yaratmış olmalı, aksi takdirde Şeytan nereden geldi? Ve eğer Şeytan başka bir yerden gelebiliyorsa, o zaman herkes başka bir yerden gelebilir. O zaman yaratmak için Tanrı’ya ne gerek var? Yaratım başka yerde de yapılıyor.

Tanrı’ya şöyle denmeli: “Sen tekel değilsin, başka çömlekçiler de var; ve belki daha iyi çömlekçiler olabilir, çünkü senin yarattığın dünya mükemmel bir dünya gibi durmuyor. Ve sen tamamen iktidarsız gibi gözüküyorsun. Eğer Şeytan kendi insanlarını dünyaya gizlice sokuyorsa, sen orada ne yapıyorsun?

En azından bu kaçakçılık işini durdurabilirsin. Ve bu iş çok büyük bir ölçekte devam ediyor. Aslında senin insanların bir elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar az görünüyor ve Şeytan’ın insanları milyonlarca görünüyor.”

Tanrı’nın tahtında oturmaya, Kutsal Ruh’la dedikodu yapmaya, tek oğlu İsa’yla oynamaya devam etmesi tuhaf; Şeytan bütün dünyayı idare ediyor; Adolf Hitler, Joseph Stalin, Benito Mussolini, Mao Zedong yaratıyor... Bütün tarih yüzde doksan dokuz nokta dokuz Şeytan’ın yaratımı gibi duruyor.

O zaman neden yaratıcı olarak Tanrı’yı tanıyoruz? O amatör bir çömlekçi olabilir arada bir, bir çömlek yapıyor ama Şeytan profesyonel görünüyor. Cengiz Han, Timurlenk, Nadir Şah, Büyük İskender, Napoleon Bonaparte ve Korkunç Ivan tarihte şöyle bir gezin bu insanların hepsi Tanrı tarafından yaratılmadılar mı? Öyleydiler ama sen gerçeği kabul etmeye korkuyorsun, çünkü o zaman senin Tanrın adeta bir Şeytan’a dönüşüyor.Tanrı’nın İsa Mesih, Hz. Muhammed, Krishna ve Gautam Buddha gibi insanları yarattığını söylüyorsun. Tanrı’nın yarattığını düşündüğün bu insanlara bakalım. İsa Yahudi’ydi; Yahudi olarak doğdu, Yahudi olarak yaşadı ve Yahudi olarak öldü. Hıristiyan kelimesini hiç duymamıştı ve Hıristiyanlık adında bir din yaratmakla ilgili en ufak fikre sahip olduğunu sanmam. Hiçbir yerde aklından yeni bir din yaratmayı geçirdiğine dair şüphe bile uyandıracak bir gösterge yok, hayır. Hayatı boyunca sadece tek bir şey yapmaya çalıştı: Yahudiler tarafından mesihleri olarak kabul edilmeye.

Şimdi, Yahudilerin Tanrısı Yahudi’dir, İsa Yahudi’dir, Yahudilerin baş rabbisi Yahudi. Yahudilerin büyük tapınağında en yüksek görevlerde bulunan rabbilerin hepsi dindar, çok ilmi ve çok bilgili insanlar. Rabbilerden daha ilmi insan bulmak zordur; bütün hayatları çalışmaya, bilime adanmıştır. Ve baş rabbi büyük bir rabbi olmalı; bu yüzden seçilmiştir.

İsa’yı çarmıha germeye karar verdiler. Yahudi bir Tanrı, İsa’yı kendi suretinden yaratıyor ama Yahudi rabbiler, onların baş rabbisi ve Yahudi cemaati o insanı, onun Tanrı’nın bir sureti olduğunu hiçbir şekilde kabul etmiyor. Onu ortalığı karıştıran biri, bir üçkağıtçı, bir düzenbaz olarak görüyorlar.

Şimdi, eğer Tanrı kendi oğlunu gönderiyorsa, baş rabbiye küçük bir mesaj gönderemez mi? “Lütfen oğluma, tek oğluma iyi bak.” Ve herkes Yahudi olduğu için hepsi aynı dilden anlıyor. Hiçbir zorluk olmazdı; ama Tanrı sessiz kalıyor. İsa çarmıha geriliyor ve Tanrı sessiz kalıyor; sureti yok ediliyor ve O tamamen ilgisiz kalıyor.

Aslında İsa, Adolf Hitler kadar disiplinli biri değildi. İsa şarap içerdi ve suç olması gereken bir şey yapmış, suyu bile şaraba çevirmişti. Sen bir şeyi LSD’ye çevirmeyi dene! Bu mucizeyi yap, kendini hapiste bulursun.Şimdi, bu adam suyu şaraba dönüştürüyor ve hiç suçluluk duymadan şarap içiyordu. Hiçbir Hindu, Müslüman, Cayna, Budist, bu adamı Tanrı’nın sureti olarak kabul etmez. Tanrı’nın sureti alkollü içecekler içiyor! Tanrı’nın sureti bilincin en yüksek noktası olmalı ve alkollü bir şey içmek bilinçli olmanın tam tersidir; kendini bilinçsizliğin içinde boğmaktır. Mümkün olan en din karşıtı eylemlerden biridir.

Bu İsa, yumuşak başlılığı ve alçakgönüllülüğü öğretmesine rağmen, kendisi çok kibirliydi. Buddha onu Tanrı’nın sureti olarak kabul edemezdi. Onun “Ben Tanrı’nın tek oğluyum” açıklaması bugüne kadar yapılmış en bencil açıklamadır. Adolf Hitler’in iddiası o kadar büyük değil. İlyas. Bu İlyas’ı kim tanıyor? Eski Ahit’e bakmış ve bir nedenle kendisine cazip gelen bir isim bulmuş olmalı, çünkü Adolf Hitler’le sebep konusunda asla emin olamazdın. Belki numerolojinin alfabenin her harfine verdiği sayıları sayıyordu ve İlyas’ın iyi bir numerolojik isim olduğuna karar verdi; çünkü bunlar Adolf Hitler’in inandığı şeylerdi: numeroloji, astroloji, el falı.

Ülkelere saldırılarına bile generallerin değil astrologların karar vermesi seni şaşırtacak. Aslında ilk dört yılki aralıksız başarısının nedeni de buydu; astroloji haklı olduğundan değil, düşmanları nereye saldıracağını kestiremediğinden. Generallerini dinleseydi, hiç şüphesiz her ülke onun planlarını çözebilecekti, çünkü bütün generaller belli bir biçimde düşünür. Basit aritmetiğe dayalı bir askerlik bilimi vardır: Düşmana en kuvvetli olduğu yerden saldırmazsın; ona en zayıf olduğu yerden saldıracağın açık.

Fakat Adolf Hitler düşmanın en kuvvetli olduğu yerden saldırıyordu. Düşman da şöyle düşünüyordu: “Burası en kuvvetli olduğumuz yer; Adolf Hitler buradan saldırmayacak.” Böyle düşünerek ordularını en zayıf yerlere yönlendiriyorlardı. Fakat Hitler oraya saldırmıyordu, çünkü astrolojiye inanıyordu.

Yıldızlar başka bir noktayı gösteriyorsa, o noktaya saldırıyordu.

Şimdi, iki taraf da generallere göre karar verseydi, iki taraf da saldırının nereden geleceği kesinlikle belli olurdu, çünkü iki taraf da aynı mantığa göre işliyor ama burada mantık söz konusu değildi. Ve Adolf Hitler’in sözü kanundu. “Neden?” sorusu yoktu; bu soru Adolf Hitler’e sorulamazdı. “Neden bu yönteme karar verdin?” diye soramazdın.

Kimsenin sormasına izin yoktu; en yakın insanlar bile yeterince yakın değildi. Tek bir insan bile Adolf Hitler’in omzuna elini koyabilecek kadar yakın değildi. Kimse arkadaş değildi; Adolf Hitler asla hiçbir dostluğa izin vermedi. Hz. İlyas’ın reenkarnasyonu yeryüzünde sürünen sıradan insanların çok üzerindeydi. Ve sen ona nedenini soruyorsun!

Bu nedenle dört yıldır sürekli kazanıyordu, ta ki Winston Churchill de aynı kurallarla oynamaya başlayıncaya kadar, istemeyerek de olsa: “Bu aptallık, ama ne yapabilirim? Eğer aptal biriyle savaşıyorsan, sen de aptal olmak zorundasın, aksi takdirde kaybeden olacaksın.” Hindistan’dan astrologlar getirmek zorunda kaldı, çünkü en iyi astrologları orada bulabilirsin. Hintli astrologlar sonunda Winston Churchill şunu anladığı için çok gururluydu: “Astroloji bilimdir ve biz sizden çok daha ilerideyiz.”

İşin içine astrolojinin girmesiyle Winston Churchill kesinlikle kazanmaya başladı, çünkü şimdi o da aklını kaybediyordu. Büyük bir generaldi ama şimdi kendisine ters, kendi mantığına ve tecrübesine aykırı şeyler yapıyordu. “Öteki adam astrologları dinliyorsa, sen de astrologları dinlemek zorundasın. Bu bir zafer meselesi, o yüzden astroloji konusunu tartışmanın zamanı değil; bu tartışmayı başka bir zaman yapabiliriz. Önce bu adamın işini ve bu deliliği bitirelim.”

Winston Churchill astrologları dinlemeye başlayınca, kazanmaya başladı, çünkü o da hiçbir mantık olmadan deli gibi saldırmaya başladı. Şüphesiz onun astrologları Adolf Hitler’inkilerden daha tuhaftı, çünkü Adolf Hitler’inkiler Batılıydı. Londra’da, o Alman astrologların Adolf Hitler’e önerdiği şeyleri söyleyebilecek benzer astrologlar bulabilirdin; ama bu Hintli astrologların astrolojisi tamamen farklıydı.

Adolf Hitler’in bu astrologların ne önerdiğini öğrenmesinin yolu yoktu, çünkü ikisi işleyiş bakımından farklıydı. El falında bile... Batı’daki el falında bir çizgi bir şeyi gösterir; Hindistan’daki el falında aynı çizgi başka bir şeyi gösterir; çünkü çizginin üzerinde yazılı bir şey yoktur. İş sana, ondan ne çıkarmak istediğine bağlıdır.

İsa çarmıhın üzerinde öldü; Tanrı’nın oğluna uygun bir yere benzemiyor. Caynalara, Budistlere ve Hindulara sorarsan, söyledikleri şeyde anlam bulacaksın. Verdikleri cevap seni şaşırtacak ama onların cevabı daha akla yatkın geliyor. “Geçmiş yaşamında büyük bir günah işlemiş olmalı, bu da o büyük günahın sonucu; basit karma yasası. Yoksa neden çarmıha gerilsin?” derler.

Çarmıha gerilen bir Hindu avatar, Cayna tirthankara veya buddha yok. Bu imkansız! Aslında Cayna tirthankara Mahavira yolda yürüdüğünde, yolda diken varsa, Mahavira’nın ayakları incinmesin, zarar görmesin diye derhal sivri kısmını aşağıya doğru çevirirdi.

Çünkü bu insan bütün karmalarını bitirmişti, diken bile ona zarar veremezdi. Diken bile şunu düşünmek zorundaydı: “Bütün karmalarını bitirmiş bir insan buraya geliyor. Ona sıkıntı veremezsin; kendini ona zarar vermeyecek bir konuma getirsen iyi edersin.” Şimdi bu insanlar İsa’yı nasıl Tanrı’nın oğlu, Mesih, olarak kabul etsin?

Budist yazıtlarında tanımlanan pek çok olay var. Öfkeli bir fil, onu öldürmesi için Buddha’nın üzerine doğru serbest bırakılır. Öfkeli fil birçok insanı öldürmüştü; yoluna kim çıkarsa işlerini bitiriyordu. Sırf suçluları öldürmek amacıyla kral tarafından zincire vurulmuştu.

Bütün kraliyet ailesi, danışmanları ve vekilleri sarayın balkonlarında oturur, oyunun keyfini çıkarırdı. Aşağıda suçlu ayakta dururdu; fil getirilir ve zincirleri çıkarılırdı. Fil derhal kaçan ve çığlık atan adamın üzerine doğru koşardı; ve aynı senin boğa güreşinden veya Muhammed Ali’nin boks maçından zevk alman gibi, o insanların hepsi bundan zevk alırdı. Bunların hepsi benzer şeyler, fazla farkları yok. Zevk aldığın şey şiddet, çünkü filin adamı öldüreceği kesin. Adam nereye kaçabilir?

Fil, Buddha’yı öldürmesi için gönderilmişti ama bu öfkeli fil bile, Buddha’yı görünce, bu insanın bütün karmalarını bitirdiğini fark etti; onu incitemezsin, tersine bu onun ayaklarına dokunmak ve gelecek yaşama yönelik iyi karma kazanmak için fırsattı. Böylece fil, Buddha’nın ayaklarına dokundu ve oraya oturdu. Kral gözlerine inanamadı. Olanları herkes görmüştü; Buddha’ya, “Neler olduğunu bir tek sen söyleyebilirsin” dediler.

“Özel bir şey yok” dedi Buddha. “Fil sizden daha akıllı: Bütün karmalarımın bittiğini ve artık acı çekmeme gerek kalmadığını, hesaplarımın kapandığını gördü; her ne yaptıysam, acısını çektim ve tamamen temizim. Bunu gören fil, ‘Neden bu fırsatı kaçırayım? Böyle bir insanı nerede bulurum?’ diye düşündü. Bu yüzden kutsanmak için ayaklarıma dokundu. Aslında zaten kutsandı; zaten yeterli erdemi kazandı. Gelecek yaşamında büyük bir buddha olarak dünyaya gelecek. Aydınlanacak, çünkü eğer deliliğinde bile bir Buddha’yı fark edebiliyorsa, o zaman deliliğiyle özdeşleştirilemez. Buna rağmen onun farklı olduğunun farkındadır.”

Şimdi, Budistlerin İsa’nın, Tanrı’nın suretinin, çarmıha gerilmesini kabul edeceklerini mi sanıyorsun? Bir fil bile bir buddha’nın varlığını görebiliyor; oysa o binlerce Yahudi oradaydı ve kimse, tek bir insan bile, bu adamın Tanrı’nın sureti olduğunu ve ona zarar vermemen gerektiğini göremedi. O senin şartlanman; yoksa başka hiçbir din İsa’yı hiçbir şekilde kabul etmez.

İsa, Mahavira’nın rahiplerinin kaynaşmasına izin vermeyeceği insanlarla kaynaşıyordu. Kumarbazlarla, fahişelerle, hırsızlarla, toplumun en alt tabakasıyla ilişkiye giriyordu. Mahavira buna izin vermezdi; Buddha buna izin vermezdi. Neden bu insanlarla ilişkideydi? Çünkü başka kimse onunla kaynaşmaya hazır değildi. Daha yüksek sınıflar, zengin sınıflar; eğitimli, kültürlü ve bilgili insanlar bu marangoz oğluyla kaynaşmaya hazır değildi: eğitimsiz, köyün kendini Tanrı’nın oğlu ilan eden delisi.

Yalnızca bir kez bir profesör ona gelmişti ve o da gecenin köründe. Nicodemus bir rabbi ve tanınmış bir profesördü. Ortalıkta kimse yokken ve bütün havariler uykudayken geldi. İsa yatmadan önceki son duasını ediyordu. Karanlıkta bu saygın, üniversitede profesör zengin rabbi geldi ve kendini tanıttı. isa, “Neden gündüz gelmedin? Gecenin yarısı; yatmaya gidiyordum. Şimdi son duamı bitirdim” dedi.

“Gündüz gelemem” dedi Nicodemus, “çünkü insanlar senin gibi birisiyle görüştüğümü görecek.

Senden o kadar çok bahsedildiğini duydum ki, buraya merakımdan geldim ama gündüz seni görmeye geldiğimi söylemeyeceğim.” Üst tabakadan insanlar kaynaşmıyordu kaynaşmak da ne kelime bu adamla konuşmaya bile hazır değillerdi.

Bu, Tanrı’nın oğlu, O’nun suretinden yaratılmış; ve Yahudiye’nin tamamında hiçbir dini eğitime, hiçbir anlayışa sahip olmayan o birkaç aptal dışında kimse onu tanıyamadı. Onlar da balıkçılar, oduncular, çiftçilerdi; onlara umut verdiği için Tanrı’nın tek oğluyla ilişkide olma fikri hoşlarına gitti: “Tanrı’nın krallığına ulaştığımızda, oğulla birlikte, Tanrı’ya yakın olacağız. O zaman bu zenginlerin hepsi, bu krallar, bu valiler ve bu rabbiler kim olduğumuzu görecek. Şu anda sadece balıkçıyız, oduncuyuz, çiftçiyiz.” Bu onların umuduydu. Bu yüzden İsa’yla birlikte Tanrı’nın krallığına girmek bu kadar ucuzdu. Bu fırsatın kaçırılmaması gerekiyordu. Fakat bütün Yahudiye’de sadece o on iki kişiyi bulabildi.

Doğu’da hiçbir büyük din onu kabul etmez, çünkü bir insan arkadaşlarıyla tanınır; İsa’nın arkadaşları da kesinlikle iyi değildi. Ve o arkadaşlar onun havarileri oldu, o arkadaşlar Hıristiyanlığı yarattı; o yüzden Hıristiyanlığın üçüncü sınıf bir din olmasına şaşmamak gerek; son derece üçüncü sınıf bir kaynaktan doğdu. Caynacılığın, Budizm veya Hinduizm’in derinliğine sahip değil; kıyaslanamaz.

Bana Krishna’yı soruyorsun. En azından Krishna ve Buddha’yı Tanrı’nın suretleri olarak kabul edeceğimi düşünmüş olmalısın. Hayır. Her şeyden önce Tanrı olmadığına göre, bir suret nasıl olabilir? Benim karşıma suret olarak kimi getirirsen getir, sağlam bir yenilgiye uğratacağım. Bu, kurgusal bir Tanrı’ya karşı mücadeledir; İsa’ya, Krishna’ya veya Buddha’ya karşı bir mücadele değildir. O kurgusal Tanrı’nın işi bitirilirse, bu insanların görkeminin büyük kısmı yok olacak.

Eğer Tanrı yoksa, “Ben Tanrı’nın tek oğluyum” denemez. O zaman, “Tanrı’nın mesajını getiriyorum ve yalnızca benim mesajım doğrudur, çünkü Tanrı’dan geliyor” denemez. Dolayısıyla Tanrı kurgusunu yok etmeye çalışıyorum. Elbette suretlere de darbe indirmek zorunda kalacağım, çünkü sadece Tanrı’nın sureti olmakla bir kurguya can veriyorlar.

Krishna dünyanın tanıdığı en kurnaz politikacılardan biriydi; ve belki de gelecekte bu kadar kurnaz politikacı bulmak mümkün olmayacak. Hiçbir şekilde sözünün eri bir adam değildi; bu yüzden politikacı olduğunu söylüyorum. Bir şey söyler, tam tersini yapardı. Sana bir söz verir, öyle yapmanın kendi çıkarına olduğunu anladığı anda o sözü bozardı. Ona hiçbir şekilde güvenemezdin. Bütün hayatı insanların güveninden faydalanmak, çıkar sağlamak, kandırmakla geçti ama Hindular, “Bu Tanrı’nın oyunu” deyip duruyorlar.

Her şeye daima iyi kelimeler bulabilirsin. Kasabanın genç kızları nehirde yıkanırken onların giysilerini toplar ve bir ağacın tepesinde otururdu. Şimdi, kızlar suyun içinde çıplak durur, giysilerini isterlerdi. Bunu başka biri yapsa derhal karakola götürülür. Fakat birçok Hindu ailesinde bu resmi asılı bulursun; kaldığım evlerde değil elbette!

Bir keresinde, “Utanmalısın. Bu resmi buraya asıyor, bu odada oturuyorsun. Büyük bir dindarlık gösterdiğini mi sanıyorsun, bu dindarlık mı? Aynısını ben karına ve kızına yapsam...?” dedim.

“Ne demek istiyorsun?” dedi adam.

“Evet, bunu gerçekten yapsaydım” dedim, “Krishna’nın yaptığı gibi, Tanrı’nın oyunu olurdu. O neden istisna olsun?” dedim. On altı bin kadın Krishna tarafından çalınmış; zorla insanlardan, kocalarından ve çocuklarından uzaklaştırılmışlar. Bu kadınlar için büyük bir toplama kampı yapmış olmalı. Kim onun karısı kim değil, tanıyabileceğini sanmıyorum. Bunun bir şekilde abartı olduğunu da sanmıyorum.

Bu Hindistan’da olurdu; kralların yüzlerce karısı olurdu. Bugün bile, daha birkaç yıl önce ölen Haydarabad Nizamı,arkasında beş yüz eş bıraktı beş yüz dul... bir erkek. Dolayısıyla on altı bin o kadar büyük bir rakam gibi durmuyor; Haydarabad Nizamı’nın sadece otuz iki katı. Kişinin zenginliği karılarının sayısına göre hesaplanırdı ve Krishna da Haydarabad Nizamı’ndan kesinlikle otuz iki kat daha zengindi.

Yoksul bir adamın bir kadına bile gücü yetmez; bir karısının olması yoksul biri için zordu; kendisi karnını günde iki öğün zor doyuruyordu. Dolayısıyla eski Hindistan’da ne kadar zengin olduğunu göstermenin yolu çok karıya sahip olmaktı; ve Krishna da herkesi alt ederdi. Sırf herkesi mağlup etmek için on altın bin kadın ve on altı bin aile yok edildi. Çocuklar öksüz kaldı veya dilenci oldu ne olduğunu kimse bilmiyor ve bu adamın Tanrı’nın sureti olduğu düşünülüyor! Onun zalimliğini görebiliyor musun? Ayrıca bu, sevgi adına yapılan bir şey değildi. Bu kadınları bilmiyordu bile. On altı bin kadını nasıl bilebilirsin? On altı bin kadına ne sevgi verebilirsin? Bu kadınlarla nasıl bir ilişki mümkün? Sırf senin büyüklüğünü göstermek için esir edilmişler.

Aynı bencil tutumla, belki daha da kuvvetli, Krishna müridi Arjuna’ya, “Her şeyi şüphelerini, fikrini kenara bırakarak ayaklarıma kapan. Ben senin kurtuluşunum, ben senin sığmağınım” der.

Şimdi, bunu söyleyen biri çirkin görünüyor. Eğer doğruysa da, o zaman Arjuna bile bunu kendisi fark edebilirdi. Senin açıklamana gerek yok, ısrarla, “Ayaklarıma kapan” demene gerek yok. Arjuna’nın teslim olmadığı kesin, bu kadar ısrar bu yüzden. Arjuna sürekli tartışıyor, şüphelerini dile getiriyor, sorular soruyordu: İkna olmamıştı. Hiç olduğunu da sanmıyorum.

Arjuna’yla Krishna arasındaki konuşmayı incelemeye gayret ettim; bütün konuşma Shrimad Bhagavadgita’dır.

Arjuna’nın tartışma şekli gayet doğruydu ve ortaya attığı şüpheler de son derece geçerliydi ama Krishna’nın söyledikleri, cevapları açıklayıcı değildi. Şüpheleri gidermiyordu ve Arjuna’nın kafa karışıklığını gidermiyordu; bu nedenle Arjuna’yla tartışmaktan bıkan Krishna, “Her şeyi kenara bırakarak ayaklarıma kapan, çünkü ben Tanrı’nın kusursuz enkarnasyonuyum” dedi.

Fakat ben, bunu söylemek zorunda kalıyorsan, öyle olmadığını söylüyorum! Eğer diğer insan senin inkar etmene rağmen bunu fark ediyorsa, o zaman belki bunda bir doğruluk olabilir. Sen bunu inkar ediyorsan ama diğeri zihinle anlaşılabilenden, zekayla algılanabilenden daha fazla bir şey görüyorsa. Diğeri bunu, mevcudiyetini, kokusunu hissetmeye devam ediyorsa ve senin itirazına rağmen, “Sen inkar etmeye devam edebilirsin, umurumda değil; ben yüreğimi dinliyorum ve yüreğim bana bir şey söylüyor” diyorsa, bu tamamen farklı bir şeydir. Fakat Gita’daki konuşmanın tamamında bu gerçekleşmiyor.

Krishna, Arjuna’yı zorluyor; ve durumu ve durumun tersliğini görünce. çünkü savaş meydanında duruyorlardı, Krishna onun arabasını sürüyordu ve iki ordu karşı karşıyaydı; yıllardır hazırlandıkları ve bütün Hindistan için belirleyici olacak savaş başlamak üzereydi... Ve belirleyici olduğu da kanıtlandı; ülkenin omurgasını kırdı.

Hindistan’ın çöküşünden üç kişiyi sorumlu tutuyorum. Birincisi Krishna’ydı, çünkü Hindistan’ın savaşma şevkini, hevesini yok etti. Hindistan’ı, bütün ülkeyi enkaz haline getiren ve yok eden bir nevi Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükledi. Herkes, kim hayatta kaldıysa, o kadar sarsıldı ve korktu ki, savaşmaktansa her şeyi yapmaya hazırdılar.

Ondan sonra da şiddetsizlikten bahsetmeye başlayan Buddha ve Mahavira geldi. Bu, savaştan bu kadar bıkmış insanlara çok cazip geldi. O kadar büyük bir savaş görmüşlerdi ki, bir daha asla onunla işlerinin olmasını istemediler. Böyle bir savaş ve böyle bir yıkım yaşamaktansa, köle olmak daha iyiydi.

Savaşın adı Mahabharata’ydı, Büyük Hindistan Savaşı; o zamandan beri hepsi Büyük Hindistan Savaşı’na benzeyen çarpışmalar oldu sadece. Onun boyutu adeta evrenseldi: O sırada dünyaya dair bilinen ne varsa, o dünyanın her kısmı, ister o taraftan olsun ister bu taraftan, savaşa girdi. İki taraf da kuzendi ve problem, krallığı kimin miras alacağıydı?

Bir tarafta yüz Kaurava, yüz erkek kardeş vardı. Şimdi görebilirsin. Kör olmasına rağmen babanın binlerce karısı olmalı; kör bir adam bile yüz oğul dünyaya getirmeyi becermiş. Erkek kardeşinin beş oğlu vardı: Pandavalar. Çatışma krallığı kimin miras alacağıyla ilgiliydi. Hiçbir şekilde anlaşamadıkları için karar vermenin tek yolu savaşmaktı. Tek bir aile olduğu için de, bütün akrabalar bölünmüştü; birisi bu tarafta savaşıyor, bir diğeri öteki tarafta savaşıyordu; bir kardeş bu taraftan, bir kardeş diğer taraftan ve onların dünyanın her yerinden dostları da oradaydı.

Arjuna’nın Meksika’dan da bir karısının olduğunu öğrendiğinde şaşıracaksın; Meksikalı krallar da Arjuna’nın tarafında savaşmak için ordularıyla gelmişlerdi. Meksika’nın Sanskritçe adı Makshika’dır; Meksika (Mexico), Makshika’nın bozulmuş halidir. Bugün çok fazla tarihsel kanıt bulundu ve Makshika’nın Meksika olduğu kesin. Meksika’da Hindu tapınakları bulundu, Hindu tanrı ve tanrıçaları ve onların heykelleri bulundu. En son keşif de Asya’yla Amerika arasındaki suyun, okyanus suyunun bir zamanlar Amerika’dan Asya’ya yürüyebileceğin kadar sığ olduğu. Okyanusun üzerinde yürüyebiliyordun; en fazla otuz santim derinliğindeydi.

Dolayısıyla o zaman bilinen dünyanın tamamı bu belirleyici savaş için bir araya gelmişti ve herkes işaretin verilmesini bekliyordu. Fakat Krishna hala Arjuna’yı ikna etmeye çalıştığı için bekliyorlardı. Arjuna bırakmak istiyordu; “Savaştan vazgeçmek istiyorum, çünkü bunda bir anlam görmüyorum. Bütün bu insanlar benim insanlarım: Bu taraftakiler benim insanlarım; karşı taraftakiler de benim insanlarım. Karşı tarafta öldürmek zorunda kalacağım arkadaşlarımı görüyorum ve bu tarafta da arkadaşlarımı görüyorum. Bu insanlar, bu yüz Kaurava benim kardeşlerim ve ben bu insanları sırf krallık için öldürme zorunda mıyım? Milyonlarca insan savaşta ölecek ve ben kazansam bile, geriye zaferin keyfini paylaşacak kim kalacak?” dedi.

Ve kesinlikle haklıydı: “Milyonlarca akraba ve arkadaşın cesedinin üzerinde galibiyete sevinecek kim olacak? Bunlar uğruna savaşacağımız, bizimle birlikte sevinebilmeleri, bizimle birlikte kutlayabilmeleri için uğruna zafer kazanacağımız insanlar; ama bu insanların hepsi ölecek. Kazanacağımız kesin değil; karşı tarafın kazanacağı da kesin değil, çünkü iki taraf da eşit şekilde dengede. Fakat bir şey kesin: Kim kazanırsa kazansın, neredeyse herkes ölecek.” Ve böyle de oldu.

Sonunda Krishna itiraz etti: “Sen korkaksın, savaş alanından kaçan aciz bir insansın; sen savaşçısın ve savaşın dini savaşmaktır. Öldürmekten, cinayet işlemekten mi korkuyorsun? Bu insanlar nasılsa ölecek.” Savunmaya bak: “Bu insanlar bir gün nasılsa ölecek.” Kimse ölümsüz değil, öyleyse bu insanları öldürdüğünde endişe edilecek bir şey yapmıyorsun. Belki bu adamın yaşamından birkaç yıl aldın ama bunu yaptığını düşünürsen yine yanılırsın. Bunu yapan Tanrı ve her ne oluyorsa, O’nun iradesiyle oluyor; biz sadece onun araçlarıyız.

Sana bunu söylüyordum: bu dinlerin insanlığı kuklaya çevirdiğini. Krishna’nın bütün Gita’sı tek bir cümleye sığdırılabilir:

“İnsan kukladır; kuklacı da Tanrı’dır.” Sen kuklacı ne isterse onu yaparsın. Seni dans ettirirse, dans edersin; koşturursa, koşarsın; O sana ne yaptırıyorsa, her şeyi Tanrı’ya bırak. Sen sadece hareket et, sonuçları düşünme. Gita’nın bütün mesajı budur, bütün Hinduizm bu mesaja dayanır: Her şeyi Tanrı’ya bırak ve sonucu düşünme; sonuç onun elinde.

Şimdi, bu hileli bir savunma. Ben Arjuna’nın yerinde olsaydım, Krishna’yı tokatlar ve sonra ona arabadan inmesini söylerdim; “Ben gidiyorum, çünkü Tanrı’nın isteği bu. Ben kim oluyorum da düşünüyorum? Şimdi bütün varlığım bu savaştan vazgeçmemi söylüyor, ben gidiyorum. Bu, Tanrı’nın sesi. Sen de kimsin? Sonuçlarını da düşünmeyeceğim: insanların korkak olduğumu düşüneceklerini. Bırak düşünsünler, bu onları sorunu” derdim.

Aslında Krishna’nın Arjuna’ya verdiği savunma o kadar sahteydi ki, Arjuna tartışmaya yönelik biraz içgörü sahibi olsaydı, bütün olayı tersine çevirebilirdi. Krishna, “Sadece yap ve sonucu düşünme” diyordu.

Arjuna, “Harika! Öyleyse sadece bunu yapacağım ve sonucu düşünmeyeceğim” demeliydi. Ve arabasını ormana sürmeliydi. Fakat, belki durum veya baskı yüzünden, kandı. Bütün bu insanları toplamıştı, bu kadar insanı davet etmişti ve şimdi son anda kaçmak... “Dünya ne diyecek? Ve Krishna, Tanrı’nın enkarnasyonu insanlar öyle diyor ve o, “Savaş ve sonuçları Tanrı’ya bırak’ diyorsa, o zaman savaşmalıyım.” Böyle diyerek savaştı ve kazandılar. Fakat korktuğu şey oldu. Bütün ülke bir daha asla daha önce olduğu gibi canlanmadı. Omurgasını kaybetti; mertliğini kaybetti.

Krishna’nın Tanrı’nın sureti olduğunu söyleyemem. Adolf Hitler’e, Joseph Stalin’e veya Mao Zedong’a Tanrı’dan daha yakın. Adolf Hitler’in yaptığı buydu.

Zavallı Adolf Hitler ne yapıyordu, neden kınanıyor? Tanrı’nın iradesini yerine getiriyor ve sonuçlarını da düşünmüyordu. Bu, Krishna’yla aynı şeydi: Arjuna’yı kendi istediği bir şeye zorlamak, bunu savundu; ve ülkeyi en az beş bin yıl sürecek bir yıkıma uğrattı. Hindistan hala Mahabharata’nın gölgesinden kurtulmuş değil; o Büyük Savaş hala bir gölge gibi Hindistan’ın üzerine düşüyor.

Soruyu soranın sorduğu son kişi, Gautam Buddha. En azından Gautam Buddha’yı kabul edeceğimi düşünmüş olmalı; ama yanılıyor. Her şeyden önce Gautam Buddha Tanrı’ya, Tanrı’nın var olduğuna inanmaz; dolayısıyla Tanrı’nın sureti olduğunu kabul etmeyecektir. O kendisi bu ifadeyi, Tanrı’nın sureti olduğunu reddederdi. Kendisi Tanrı’nın sureti olduğunu söyleyemez ve asla da söylememiştir.

“Tanrı’nın sureti” fikri Gautam Buddha’ya uygulanamaz. Krishna Tanrı’nın enkarnasyonu olarak doğmuştu; İsa Tanrı’nın tek oğlu olarak doğmuştu; Muhammed Tanrı’nın tek elçisi olarak doğmuştu; ama Buddha için durum böyle değil. Buddha insan olarak doğdu ve hakikati aramaya çıktı. Tanrı’nın suretinden yapılmış olsaydı, hakikati zaten biliyor olurdu ama o uzun bir arayışa koyulmak zorunda kaldı.

Buddha, hakikati bulmak için mümkün olan her şekilde büyük acılar çekti. Söylenen her şeyi yaptı. Ülkede tanınmış bütün öğretmenlere gitti, ta ki her öğretmen, “Artık sana bir şey öğretemem, çünkü bildiğim her şeyi öğrettim. Yola devam et, başka bir yere git; artık benden fazla biliyorsun” diyene kadar. Fakat bu bilgi doyurucu değildi. Buddha her şeyi yaptı ve bu onun temel hatasıydı: Bütün öğretmenler ondan usanmıştı.

Öğretmenler hata yapıp duran bir insandan asla bıkmaz. O zaman öğretmen hep mutludur: “Bu hatayı yaptın, bu yüzden gözden kaçırıyorsun; şu hatayı yaptın, o yüzden atlıyorsun.” Fakat bu adam o kadar özeldi ki, öğretmenin söylediği şeyi fazla fazla yapıyordu. Hiçbir öğretmen bir düzine öğretmenle çalıştı ona bir şeyi yapmadığı veya bir şeyi atladığı için başarısız olduğunu söyleyemiyordu. Her öğretmen, onun her şeyi yaptığını ve hiçbir şey olmadığını anlıyordu.

Karşılarına dikilip, “Bunların hepsinin yapılması gerektiğini söylediniz; sonuna kadar yapıldıklarını düşünüyorum. Eğer değilse, bana hatanın nerede olduğunu söyleyin, düzelteceğim” diyordu. Fakat hiçbir şey olmuyordu. Öğretmenler çok geçmeden bu insanı kandıramayacaklarını, onu sömüremeyeceklerini fark ediyorlardı; her şeyi yapmaya hazırdı.

Fakat öğretmenin korktuğu bir an gelir, çünkü kendi de bilmez. Öğretmen yalnızca bir alimdir, belki büyük bir alim; sana bütün yöntemleri öğretebilir ama kendisi de onları hiç yapmamıştır. Hakikati bilmez; kendisi farkına varmamıştır, dolayısıyla bu adam onun için bir soru işaretine dönüşür, çünkü söyleneni aynen yapıyor ve buna rağmen hiçbir şey olmuyor.

Sonunda beraber olduğu son öğretmen de ona, “Zamanını öğretmenlerle harcama. Ben bütün o öğretmenlerin en büyüğüyüm; pek çoğu öğrencim oldu. Gözlerinde samimiyeti, sahiciliği gördüğüm için, sana kendi başına devam etmek zorunda olduğunu söylemek isterim. Kimse seni oraya götüremez, kimse sana yolu gösteremez; kendi başına gitmek zorundasın. O yüzden öğretmenleri unut, öğretileri unut ve sadece kendi başına ilerle. Bu disiplinleri, yogaları, mantraları, tantraları, mevcut her şeyi yeterince yaptın” dedi. Hindistan, yapabileceğin her çeşit şeyle dolu büyük bir pazardır; seni pek çok yaşam idare edebilir. Ve o yöntemlerin sonu gelmez; hep oradadırlar, yenileri de.

Buddha bunu anladı, çünkü on iki yıl harcamış ve hiçbir yere ulaşamamıştı. Fakat gerçekte kendisi farkına varmadan bir şeyi başarmıştı: Takip etmeyi bitirmişti. Bu, büyük bir başarıdır. Dindar olmak; bu en büyük başarılardandır: takip etmeyi bitirmek.

Tek başına devam etti. Kendisi o yıllarda beş takipçi toplamıştı. Onlara da anlattı: “Beni bağışlayın, o öğretmenlerin hepsi zamanımı harcadı. Ben de sizin zamanınızı harcamak istemiyorum, kendi başınıza devam edin. Beni yalnız bırakın, ben de sizi yalnız bırakacağım. Ben sizin lideriniz değilim, siz de benim takipçim değilsiniz. Ben şu andan itibaren yalnızım. Her tehlikeyi göze alacağım ve eğer bir hakikat varsa, onu bulacağım; eğer yoksa, onu da bulacağım.”

Bu insan asla dünyaya gelmiş bir Tanrı, ilahi bir varlık, elçi, peygamber veya birinin enkarnasyonu olduğunu iddia etmedi. Ve bulduğu şey de Tanrı değildi. Mutlak sessizliği buldu: kelime yok, fikir yok, suret yok. Muazzam bir doyum buldu ama Tanrı’yı değil, orada teşekkür edecek kimse bile yoktu. Bütün evren oradaydı ve o bütün evrene minnettardı ama ayrı olmadığı için ona teşekkür etmek de söz konusu değildi; kendisi onun parçasıydı.

Buddha, Tanrı veya onun sureti olduğunu iddia etmedi. Bu yüzden en çok onu sevdim, çünkü bu insanların içinde en insancılı odur. Elbette Budistler onun bütün öğretilerini bozdular, heykellerini yaptılar, ona tapmaya başladılar ve ondan bir Tanrı yaptılar. Fakat bundan o sorumlu tutulamaz.

Bana soru sormadın, bir açıklamada bulundun. Fakat yine de sana cevap verdim, sırf bana yakın yaşayan ve zihninde böyle açıklamalar taşıyan biri beni anlamayacağı için, anlamayacağı kesin olduğu için.Cevaplarını bırakmak zorundasın. Ben senin sorularınla boğuşmaya yeterim; cevaplarınla sen boğuşabilecek durumda değilsin.

Onları bırak, ben sorularını öldüreceğim. İçinde hiçbir soru ve cevabın kalmadığı ve burada boş oturduğun gün, yuvaya, cehaletten masumiyete geldin demektir.

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült