Edebiyat

 

 

Yazarın Uğraşı

Elias Canetti


Uzun bir
süredir gücünü yitirmiş olan, kaçınılan ve hasır altı edilen, kullanıldığında kullananı alay konusu yapan, içi küçülüp çirkinleşene dek boşaltılan, böylece de bir uyarıya dönüşen sözcüklerin arasına "yazar" sözcüğü de katıldı. Varlığını her zamanki gibi yine de sürdüren uğraşa bu duruma karşın giren ise, kendini "yazan kişi" diye adlandırdı.

Böylece amaçlananın yanlış bir istençten vazgeçmek, yeni ölçütler kazanmak, kendine karşı daha acımasız davranmak ve özellikle değersiz başarılara götüren her şeyden kaçınmak olduğu düşünülebilirdi, oysa gerçekte bunun tam tersi oldu; heyecan uyandırma, dikkati çekme yöntemleri, özellikle "yazar" sözcüğüne acımasızca darbe üzerine darbe indirenlerce bilinçli olarak geliştirildi ve daha da etkili kılındı. Tüm edebiyatın artık öldüğü yolundaki uzak görüşlü olmaktan uzak düşünce, coşkulu sözcüklerle bildiriye dönüştürüldü, pahalı kağıda basıldı ve sanki ortada karmaşık, güç bir düşünce olayı varmışçasına, üzerinde ciddiyetle tartışıldı. Bu özel durum, kısa sürede kendi gülünçlüğü içersinde boğulup gitti hiç kuşkusuz; ama kendilerini bir bildiride tüketecek denli verimsiz olmayan, büyük yetenek ürünü ve acı kitaplar yazanlar da kısa sürede ün kazandılar ve eskiden yazarların yapageldiklerini yinelediler susacak yerde hep aynı kitabı yazmayı sürdürdüler. Bir yandan insanlığın düzeltilmesi gereken çok yanlan bulunduğunu, ölümü hakettiklerini savunurken, öte yandan aynı insanlığın bir işlevini, onlara alkış tutma işlevini onayladılar. Buna istekli olmayan, hep aynı ucuz övgülerden bıkan ise iki kez lanetlendi: bir kez insan olarak, insanlığı yadsınarak, ikinci kez ise yazan kişinin sonsuz ölüm tutkusunu geriye kalmış tek değer diye tanımaya karşı çıkışından ötürü.

Bu olgular karşısında yalnızca yazanlar için beslediğim kuşkunun, çevrelerine yüksekten bakarak kendilerini yazar diye nitelendirmeyi sürdürenler için beslediğimden daha az olmamasını sanırım anlayışla karşılayacaksınız. Aralarında herhangi bir ayrım görmüyorum; iki yumurta gibi benziyorlar birbirlerine; bir kez kazandıktan geçerliliğe artık belgeye bağlanmış bir hak gözüyle bakıyorlar.

Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılamaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerinde yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur. Dünyanın tehlikeye düşmesi, bir zamanlar dinlerin temel sorunuydu; konunu ağırlık noktası şimdi yeryüzüne kaydı. Dünyanın bugüne dek gerçekleştirilmesi birden çok kez denenen yıkımı, yazar olmayanlarca soğukkanlılıkla göz önünde tutuluyor; bu işten neler kazanabileceklerini hesaplayanlar, bunu bir uğraşa dönüştürenler, böylece de enseleri giderek kalınlaşanlar var. Kehanetlerimizi makinelere teslim ettiğimizden bu yana, kehanetler her türlü değerini yitirdi. Kendimizden uzaklaştığımız, cansız güçlere teslim olduğumuz ölçüde olup bitenler üzerindeki egemenliğimizi de yitirmekteyiz. Canlılar, cansızlar ve özellikle hemcinslerimiz üzerindeki giderek büyüyen gücümüz, artık salt görünüşte denetleyebildiğimiz bir karşı güce dönüştü. Yüzlerce, binlerce söz söylenebilir bu konuda, anja tümü de bilinen şeyler; tuhaf olan yanı da bu; söylenebileceklerin tümü de en ufak ayrıntısına varana değin günlük gazete notlarına, insana tiksinti veren bir ilkelliğe dönüştü. Benden bunları yinelememi beklemeyeceğinizi umarım; bugün amaçladığım, daha başka ve daha alçakgönüllü bir girişim.

Yeryüzünün bugünkü durumunda yazarların ya da bugüne dek yazar sayılmış olanların yapabilecekleri bir şey var mı diye düşünmek, harcanmaya değer bir çabadır belki. Çünkü yazarlar adına göğüs germek zorunda kaldığı tüm kötü yazgılara karşın, söz henüz savını tümüyle yitirmiş değil. Her şey olmuş olabilir edebiyat; ama ona sarılmakta daha direnen insanlık gibi, edebiyat da ölmüş sayılamaz. O halde bugün edebiyatı temsil eden kişinin yaşamının amacı ve verebilecekleri ne olmalı?

Kısa süre önce rastlantı sonucu anonim bir yazarın bir notunu buldum; kimse tanımadığı için, bu yazarın adını verebilmem olanaksız. Notun tarihi 23 Ağustos 1939, yani İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasından bir hafta önce; şöyle yazılmış: "Her şey bitti artık. Gerçekten bir yazar olsaydım, savaşı önleyebilmem gerekirdi."

Ne saçma, diyoruz bugün, o zamandan bu yana neler olup bittiğini bildiğimiz için, ne büyük konuşmak! Tek kişinin elinden ne gelebilirdi ki? Ve neden özellikle bir yazar önleyebilmeliydi? Bundan daha gerçekdışı bir istem düşünülebilir mi? Bu cümle ile, söyledikleriyle savaşa yol açmış olanların palavraları arasında ne fark var?

Sinirlendim bu cümleyi okuduğumda, kızgınlığım daha da artarak bir yere yazdım. İşte, diye düşündüm, "yazar" sözcüğünde bana en itici gelen şeyi burada buldum; bir yazarın yapabileceğinin üst sınırıyla düşünülebilecek en büyük çelişkiyi oluşturan bir istem; yazar sözcüğüne saygınlığını yitirten, yazarlar loncasından biri göğsüne vurarak dev amaçlarım dile getirdiğinde, dinleyeni kuşku içersinde bırakan büyük söz söylemenin bir örneği.

Ama sonraki günlerde bu cümlenin peşimi bırakmadığını, aklımdan hiç çıkmadığını anlayıp şaşırdım; önüme çekip parçalara ayırıyor, bir yana itiyor, sonra yine başına oturuyordum; bu cümleden bir anlam çıkarmak, içinde bir anlam bulmak, salt bana düşen bir işti sanki. Daha başlayışı tuhaftı: "Her şey bitti artık"; zaferlerin başlaması gerektiği bir dönemde, kesin ve umutsuz bir yenilgiyi dile getiren bir anlatım. Her şeyin zaferlere göre yönlendirildiği, zaferlerin üzerine kurulduğu bir zaman parçasında bu cümle, son'un umarsızlığından, üstelik de bu son kaçınılmaz bir sonmuş gibi söz ediyordu. "Gerçekten bir yazar olsaydım, savaşı önleyebilmem gerekirdi" biçimindeki asıl cümle ise, daha yakından incelendiğinde, büyük konuşmanın tam tersini, başka deyişle mutlak anlamda bir başarısızlığa uğrayışın açığa vurulmasını içermekteydi. Ama daha çok bir sorumluluğu, üstelik de —asıl şaşırtıcı olan yanı, buydu— sözcüğün alışılmış anlamında sorumluluktan en az söz edilebilecek bir yerde, dile getiriyordu.

Burada biri, sessizliğin ortasında konuştuğu için söylediğini ciddiye aldığı kesin olan biri, silahı kendisine doğrultmaktaydı. İstemini kurmak yerine, ondan vazgeçiyordu. Gelmesi kaçınılmaz olan karşısında duyduğu çaresizlik içerisinde, kim olduklarını iyi bildiği kesin olan asıl sorumluları değil, kendini suçluyordu; iyi bildiği diyorum, çünkü bilmeseydi, gelecek konusunda daha farklı düşünecekti. Başta okuyanın kendini kaptırdığı kızgınlığın kaynağı olarak ise tek bir şey kalıyordu bu durumda: bu satırları yazanın, bir yazarın ne olması gerektiğine ilişkin tasarımı ve savaşın çıkıp da dünyasının yıkıldığını gördüğü ana dek kendini böyle bir yazar saymış oluşu.

Beni bu noktada düşündüren ve kendisine çeken de, bir sorumluluğa yönelik bu usdışı istemden başka bir şey değil. Şu da eklenebilir: savaşın kaçınılmaz olduğu konuma sözlerin aracılığıyla, bilinçli ve sürekli söylenen, kötüye kullanılan sözlerin aracılığıyla gelindi. Sözlerle bu denli çok şey yapılabiliyorsa eğer, o zaman yapılan neden yine sözlerle önlenenlesin? sözleri ve sözcükleri başkalarından çok kullanan birinin, onların etkisinden de başkalarının beklediğinden daha çok şey beklemesinde şaşıracak hiçbir yan yok.

Demek ki yazar —belki de bu gerçeğe biraz acele vardık— sözlere özel bir önem veren, onların arasına karışmayı belki de insanların araşma karışmaya yeğleyen, kendini ikisine de teslim eden, ama sözlere daha çok güvenen, onları kimi zaman yerinden eden, ama sonradan daha büyük bir güvenle yine eski yerine koyan kişidir; yazar sözleri sorguya çeker, onları okşar, yontar, süsler; dahası yazar, başkalarından gizli kalan bunca şımarık davranıştan sonra, sözlerin önünde yine saygıyla yerlere kadar eğilen kişidir. Çoğu kez olduğu gibi, söze karşı cinayet işleyen kişi olarak görünse bile, bu, bir aşk cinayetidir.

Bütün bu çabalayışların ardında; yazarın kendisinin her zaman varlığını bilmediği bir şey gizlidir; çoğu kez zayıf, ama kimi zaman da yazarı paramparça edebilecek denli güçlü bir şey; sözlerle dile getirilebilen her şeyin sorumluluğunu üstlenme ve sözün başarısızlığa uğradığı yerde kendi kendini cezalandırma iradesi.

Varsayım ürünü bir sorumluluğu üstlenmek, başkaları açısından ne değer taşıyabilir? Böyle bir sorumluluk, gerçekdışı niteliği yüzünden her türlü etkisini yitirmez mi? Öyle sanıyorum ki insanın kendi kendine üstlendiği, düşünce ufku en dar olan kişilerce bile, insana zorla yüklenenden çok daha fazla ciddiye alır. Ayrıca olup bitenlerin sorumluluğunu yüklenmek, bu olup bitenlerle kurulabilecek en büyük yakınlık ve en derine inen ilişkidir.

Yazar sözcüğü, birçoklarının gözünde delik deşik olmuş bir sözcükse eğer, bunun nedeni yapaylığa, ciddiyetten yoksunluğa, güçlükten kaçınmaya ilişkin bir tasarımın bu sözcüğü sarmış olmasıdır. İnsanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden birinin eşiğinde, bu dönemi içine girilene dek algılayamayan gösterişli tutumların her bakımdan estetikle bağıntı kurması, saygınlık uyandırmaya elverişli bir konum değildi; bu tutumda olanların gösterdikleri temelsiz güven, gerçekleri aşağı görmeleri ve böylece de kavrayamayışları, gerçekle her türlü bağlantı kurmayı yadsımaları, olup bitenlere iç dünyalarında uzak kalışları, —iç dünyalarında diyorum, çünkü bu uzaklığı kullandıkları dilden anlayabilme olanağı yoktu— olaylara daha soğukkanlı ve daha dikkatli bakanların, bu denli körlük karşısında başlarını dehşetle çevirmelerinde şaşılacak bir yan yoktur.

Öte yandan, benim bu gözlemlerime çıkış noktası yaptığım cümle gibi cümlelere de rastlanabilmektedir. Sözlerin sorumluluğunu yüklenebilen ve mutlak yıkımın bilinci içersinde, bu yıkımın tüm acısını algılayabilenler var oldukça —ki bunların sayısı hiç kuşkusuz birden çoktur—, insanlığın en önemli yapıtlarını yaratanlar için hep kullanılagelmiş bir sözcüğe sımsıkı sarılmaya da hakkımız var demektir; o yapıtlar yaratılmasaydı, insanlığın ne olduğunun bilincine hiçbir zaman varamazdık. Günlük ekmeğimize duyduğumuzdan farklı, ama önemi ondan aşağı kalmayan bir gereksinim olan bu yapıtlarla, her şeyimizi yitirsek bile bizi besleyip taşıyabilecek bu yapıtlarla karşılaştığımızda, bizi ne denli taşıdıklarını bilmesek, aynı zamanda da çağımızda onların yerini tutabilecek bir şeyleri boşuna aramaya kalkışsak bile, takınabileceğimiz tek bir tutum kalmaktadır: içinde yaşadığımız zamana ve özellikle kendimize karşı çok sert davrandığımız takdirde, günümüzde hiç yazar olmadığı sonucuna varabiliriz; buna karşın olmasını da tutkuyla istemek zorundayız.

Bütün bunlar yetersiz bir özet gibi geliyor kulağa, ve günümüzde bir yazarın bu istenci karşılayabilmek için ne olması gerektiğini anlamak yolunda çaba harcamazsak, bu söylenenler gereğince değer de taşımaz.

Bence yazarın ilk ve en önemli niteliği, iki anlamda olmak üzere, değişimlerin koruyucusu olmasıdır. Yazar her şeyden önce insanlığın değişimlerden yana zengin olan yazın mirasım benimseyecektir. Artık hemen hemen tüm eski uygarlıkların yazılan okunabildiğinden, bu mirasın gerçekte ne denli zengin olduğunu ancak bugün bilebiliyoruz.

Daha geçen yüzyılın ortalarına dek, insanoğlunun bu en öz ve en gizemli yanıyla, başka deyişle değişim yeteneğiyle ilgilenen herkes antikçağda yazılmış iki temel kitaba başvururdu: Ovidius'un kendi zamanında bilinen tüm mistik ve "yüksek düzeydeki" değişimlerin neredeyse sistematik bir toplamı olan Dönüşümler'i, ve ondan daha önce yazılan, özellikle bir insanın, Odysseus'un serüven dolu değişimlerini konu alan Odysseia. Odysseus'un değişimleri kahramanın vatanına dilenci kılığında, başka deyişle düşünülebilecek en önemsiz insan kılığında dönmesiyle doruk noktasına varır; buradaki kendini gizleyişin yetkinliğine sonraki hiçbir yazar ulaşamamıştır. Daha Rönesans öncesinden ve özellikle Rönesans’tan başlayarak, bu iki kitabın daha yeni olan Avrupa kültürleri üzerindeki etkisini açıklamaya kalkışmak, gülünç olurdu. Ovidius'un Dönüşümler'i Aristo'da, Shakspeare’de ve daha sayısız yazarda belirginleşir; bu yapıtın çağdaş yazın üzerindeki etkisinin artık son bulduğuna inanmak ise son kerte yanlıştır. Odysseus’a gelince, günümüze dek insanoğluna eşlik etmiştir; Odysseus, en öz içeriğiyle dünya yazınına sinmiş olan ilk tiptir ve bu güçte beş ya da altı tip daha sayabilmek, zordur.

Evet, Odysseus bizim için her zaman var olmuş ilk tiptir, ama en eskisi değildir, çünkü ondan daha eskisi de bulunmuştur. Mezopotamyalı Gılgamış'ın bulunuşundan ve öneminin anlaşılmasından bu yana henüz yüz yıl bile geçmedi. Bu destan, vahşi doğada hayvanlarla birlikte yaşayan doğa insanı Enkidu’nun bir kent ve uygarlık insanına dönüşmesiyle başlar; artık kurtlar arasında yaşamış çocuklar üzerine çok somut ve kesin bilgilere sahip olduğumuzdan, özellikle günümüzde bizi çok yakından ilgilendiren bir konu. Ölüm Enkidu'yu, arkadaşı Gılgamış'ın elinden alınca, destan ölümle girişilen görkemli bir hesaplaşmayla son bulur; bu, çağdaş insanın ağzında kendini aldatışın yolaçtığı acı tadı bırakmayan tek hesaplaşmadır. Burada inanılması neredeyse olanaksız bir olay için kendimi tanık göstermek isterim: yazın alanında hiç, ama hiçbir yapıt yaşamımı, dörtbin yaşında olan ve bundan yüz yıl öncesine dek kimseciklerin bilmediği bu destan kadar etkilemedi. Destanı okuduğumda onyedi yaşındaydım; o günden sonra da ondan hiç kopamadım, bir kutsal kitaba dönercesine hep ona geri döndüm ve bu destan bana, özgül etkisinin yanı sıra, henüz tanımadıklarımıza ilişkin beklentiyi de armağan etti. Bizi besleyen ve gelenek yoluyla gelmiş olanlara artık arkası kesildi gözüyle bakabilmek, benim için olanaksız; bu önemde yazdı yapıtlara bir daha rastlanmayacağı kesinlikle anlaşılsa bile, geride doğal halkların sözlü geleneğiyle oluşmuş dev bir dağarcık var.

İşte bu dağarcık, burada konumuz olan değişimlerden yana sonsuz denebilecek zenginlikte. İnsan tüm yaşamını bu değişimleri kavrayıp bir kez daha gerçekleştirmeye adayabilir ve böylesi, kötü bir yaşam olmaz. Bazıları yalnızca birkaç yüz kişiden oluşan kabileler bize hiç kuşkusuz haketmediğimiz bir miras bıraktılar, çünkü bu kabileler bizim suçumuz yüzünden ölüp gittiler, ya da gözümüzün önünde, onlara bakmayı bile çok gören gözlerimizin önünde can çekişmekteler. Bu halkların mitlere ilişkin deneyimleri, varlığını sonuna dek korudu. İlginç olan nokta ise şu: yerlerinden yurtlarından ettiğimiz, sömürdüğümüz, soyduğumuz, yoksulluk ve acı içinde yitip gitmiş bu insanların yarattığı eski ve eşsiz yazınlar kadar bize yararlı olan ve içimizi umutla dolduran bir başka şey yok. İddiasız maddi kültürlerinden ötürü aşağı gördüğümüz, kökleri acımasızca kurutulan bu insanlar, bize bitip tükenmek bilmeyen bir manevi kültürü miras bıraktılar. Bu kültürü kurtarmış olan bilime ne denli teşekkür edilse azdır, bu kültürün asıl korunması ve yaşamımızda dirilmesini sağlamak ise yazarlara düşen bir iştir.

Değişimlerin koruyucusu diye nitelendirdim yazarları; onların bu koruyuculuklarının bir başka anlamı da var. Edim ve uzmanlaşma üzerine kurulmuş bir dünyada, salt doruklan gören, insanların da sağlarına sollarına bakmaksızın, yalnızca düz bir çizgiyi izleyerek doruklara varmaya çabaladıklan bir dünyada, tüm güçleri dorukların buz gibi yalnızlıklarına yönelten, buna karşılık yükselmek için kullanılamayacak zenginlikleri, asıl önemli olanı küçümseyip silmeye çalışan bir dünyada, üretim denen ve her şeye egemen tek amaca karşı çıktığından ötürü, değişimi giderek daha çok yasaklayan, kendi yıkımına yol açacak araçları hiç düşünmeksizin çoğaltan, aynı zamanda da insanoğlunun eskiden edinmiş olduğu niteliklerden arta kalanları, kendine karşı çıkabileceği korkusuyla boğmaya çabalayan bir dünya, tüm dünyaların en körleşmişi diye nitelendirilebilecek dünyamızda, değişim yeteneğini her şeye karşın kullanmayı sürdüren birilerinin bulunması neredeyse dirimsel önem taşımaktadır.

Yazarların asıl görevi budur kanımca. Onlar, bir zamanlar yaygın olan, şimdi ise felce uğramaya yargılı, ama ne olursa olsun korunması gereken bir yeteneğin yardımıyla, insandan insana giden yollan açık tutmalılar. Herkesle, en küçük, en saf ve en aciz insanlarla bile özdeşleşebilmeliler. Başkalarının deneyimlerini kendi iç dünyalarında yaşamaya yönelik istekleri, hiçbir zaman normal ya da resmi yaşamımızı oluşturan amaçlarla belirlenmemeli; bu istek, başarı ya da geçerlilik kazanma niyetlerinden tümüyle bağımsız kalmalı, başlı başına bir tutku, başka deyişle sözü edilen değişim tutkusu yapısını taşımalı. Her zaman her şeyi duymaya açık bir kulağın varlığı gereklidir bunun için; gelgeldim bu, yalnız başına yeterli değil, çünkü günümüzde insanların çoğunluğu konuşma yetisini neredeyse yitirdi; gazetelerin ve başkaca kitle iletişim araçlarının nakaratlarının kalıpları içerisinde seslerini duyurmaktalar; aralarında gerçek anlamda bir özdeşliğin bulunmamasına karşın, giderek hep aynı şeyleri söylüyorlar. Söylenen sözlerin ardında nasıl bir insanın gizli olduğu, ancak değişim sözcüğünün burada kullanıldığı en uç anlamın aracılığıyla algılanabilir; söylenen sözde yatan yaşamın gerçek içeriğini kavrayabilmenin başkaca yolu yoktur. Bu, gizemli ve yapısı henüz hemen hiç irdelenmemiş bir süreçtir, ama aynı zamanda da bir başka insana uzanan tek gerçek köprüdür. Çeşitli adlar takılmak istendi bu sürece; örneğin özdeşleyimden ya da sezgiden söz ediliyor; bana gelince, burada sayamayacağım nedenlerden ötürü daha iddialı bir sözcük olan "değişim"! yeğliyorum. Ama adına ne denirse densin, burada gerçek ve çok değerli bir şeyin söz konusu olduğundan kimse kuşkulanmayacaktır. Ben, yazarın asıl uğraşını sürekli yinelediği çabalarında, her türlü insana, tüm insanlara, ama özellikle başkalarının en önemsiz bulduğu insanlara ilişkin deneyimler edinmeyi zorunlu saymasında, yinelenen bu çabaların hiçbir sistemce sınırlanmamış ya da felce uğratılmamış gerçekleştirilme biçiminde görmek istiyorum. Bu deneyimin yalnızca bir bölümünün yazarın yapıtına girebileceği düşünülebilir; dahası bu, büyük bir olasılıktır da. Ama nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, bu nokta yine edimlerin ve dorukların önem taşıdığı bir dünyanın malıdır ve bugün, burada bizi ilgilendiremez; yazar diye bir şey olsaydı, nasıl olurdu, anlamaya çalıştığımız şey bu, yoksa yazarın ardında ne bıraktığı değil.

Adına başarı denen, başarı sayılan şeyi burada tümüyle bir yana bırakıyorsam, dahası başarıya kuşkuyla bakıyorsam, bu davranışım herkesin kendi yaşamından tanıdığı bir tehlikeyle ilgilidir. Gerek başarı umudu, gerek başarının kendisi insanın ufkunun daralmasına yol açar. Bir hedefe varma bilinciyle hareket eden, yol boyunca bu amaca hizmet etmeyen çok şeye safra gözüyle bakar. Yükünü hafifletmek için kendini onlardan kurtarır; attıklarının, belki de kendisinin en iyi yanları olduğuyla ilgilenemez; vardığı noktadır onun için önemli olan; noktadan noktaya giderek kanatlanır ve hesabını hep metrelere göre yapar. Varılacak yer, her şeydir, başkalarınca belirlenmiştir, oraya doğru ilerleyen kişi değildir bu yeri yaratan, o yerin oluşumunda kendisine söz hakkı tanınmamıştır. Hedef bilinciyle yola koyulan, o noktayı görür ve oraya varmak uğruna çaba harcar; yaşamın birçok alanlarında bu tür bir çaba ne denli yararlı ve gerekli olursa olsun, bizim görmek istediğimiz kişilikteki yazar açısından ancak yıkıcı etki yaratabilir.

Çünkü bu yazara her şeyden önce düşen, kendi iç dünyasında sürekli genişleyen bir yer açmaktır. Somut amaçlar gütmeksizin edindiği bilgi ile, değişim yoluyla yaşadığı ve özümsediği insanları sığdırabileceği bir yer. Bilgi söz konusu olduğu sürece yazar, bunu ancak her bilgi dalının iç yapısını belirleyen, dürüst ve temiz süreçler aracılığıyla edinebilir. Birbirlerinden çok uzakta olabilecek bilgi alanlarının seçimine gelince, bu konuda yazan bilincine vardığı herhangi bir kural değil, açıklayamadığı bir açlık yönetir. Yazar kendini aynı anda birbirinden çok farklı insanlara açtığından ve onları en eski, bilim öncesi bir yoldan yararlanarak, yani değişim aracılığıyla kavradığından, bu yüzden hızını kesmek ya da durdurmak hakkına sahip olmadığı —bunları yapamaz, çünkü yazar insanları toplamaz, onları düzenli biçimde bir yana ayırmaz; yalnızca karşılaşır onlarla, ve onları yaşayan birer varlık olarak özümser— sürekli bir iç devinime girdiğinden, insanlardan gelen güçlü etkileri algıladığından, ansızın yeni bir bilgi dalına geçişin de bu tür karşılaşmalar tarafından yönlendirilmesi büyük bir olasılıktır.

Bu beklentinin tedirgin edici yanının bilincindeyim; böyle bir beklenti ancak bir çelişki için kışkırtma anlamını taşıyabilir. Bu, ilk bakışta sanki yazarın amacı kendi iç dünyasında birbirine karşıt ve birbiriyle çatışan içeriklerden oluşma bir kaos yaratmakmış izlenimini uyandırmaktadır.

Çok ağırlık taşıdığı yadsınamayacak böyle bir itiraza karşı ilk anda ileri sürebileceklerim, çok değil. Yazarın dünyaya en yakın olduğu an, içinde bir kaosu taşıdığı andır; ama yazar —biz de buradan yola çıkmıştık— bu kaosun sorumluluğunu duyar, onu onaylamaz, tedirgindir, bu denli kabarık sayıda karşıtlığı iç dünyasına sığdırabildiğinden ötürü övünmez kendisiyle, kaostan nefret eder, bu kaosu başkaları için, böylece de kendisi için aşmaktan umudunu kesmez.

Yazar eğer bu dünya üzerine değer taşıyan bir şeyler söylemek istiyorsa, dünyayı kendisinden uzaklaştıramaz ve ondan kaçınamaz. Tüm amaçlara ve planlamalara karşın, günümüzde her zaman olduğundan daha çok kaostur bu dünya, çünkü kendi kendini ortadan kaldıracağı noktaya doğru artan bir hızla ilerlemektedir; yazar dünyayı okur için sansürden geçirerek, düzeltip pisliklerinden arındırarak değil, olduğu gibi kendi içinde taşımak zorundadır. Ama kendini de kaosa kaptırmamalıdır; edindiği deneyimden yola çıkarak bu kaosla savaşmalı ve kaosun karşısına içindeki umut çağlayanını çıkarmalıdır.

Ne olabilir bu umut, ve besin kaynağını neden ancak değişimlerde, yazarın okuduğu kaynaklardan aldığı esinle edindiği eski değişimlerde ve güncel dünyaya açık oluşu sonucu edindiği günümüz değişimlerinde bulabilir? Önce yazan ellerinde tutan, yazarın iç dünyasında kendilerine yaptıkları yeri bir daha bırakmayan karakterlerin gücü, söz konusudur burada. Sanki yazarı oluşturan onlarmış gibi, yazarın içinden tepki gösterir bu karakterler; yazarın çoğuludurlar, sesleri varda ve bilinçli davranırlar; yazarın iç dünyasında yaşadıklarından, onun ölüme karşı direnişini oluştururlar. Kuşaklar boyu sözlü aktarılan söylencelerin özelliklerinden biri de, bunların sürekli yinelenmeyi gereksinmesidir. Bu söylencelerin canlılığı ile bir kez belirlenmişliği, eşanlamlıdır; değişmemek, işlevleri gereğidir. Canlılıklarının kaynağına inebilmek, ancak her olayı ayrı irdelemekle olanaklıdır ve bu belki de söylencelerin neden sürekli anlatılmayı gereksindikleri konusu üzerinde yeterince durulmamıştır. Bunlardan biriyle ilk kez karşılaşanın neler hissettiği, rahatlıkla anlatılabilir. Ama sanının böyle bir şeyi eksiksiz anlatmamı —eksiksiz diyorum, çünkü ancak öyle anlatıldığı takdirde bir değer taşıyabilir— bugün beklemeyeceksiniz benden. Yalnızca bir noktayı belirtmek istiyorum: Güvenlik ve süreklilik duygusu; evet böyleydi, başka türlü de olamazdı. Söylenceden öğrenilen ne olursa olsun, bir başka bağlam içersinde ne denli inanılmaz gelirse gelsin, bu noktada her türlü kuşkudan arınmış olarak kalıyor ve yine bu noktada saptırılması olanaksız, tek bir görünüme kavuşuyor.

İçinden bunca şeyin bize değin ulaştığı bu kesinlikler dağarcığı, en iğrenç alıntılar uğruna kötüye kullanıldı. Politika alanındaki kötüye kullanışları iyi bilmekteyiz; olduğundan çok başka kılıklara sokulan, sulandırılan, saptırılan bu tür değersiz alıntılar bile, sabun köpüğü gibi dağılıp gitmezden önce varlığını birkaç yıl koruyabilmektedir. Bilimin yaptığı alıntılar ise çok farklı, bu alanda yalnızca çarpıcı bir örnek vermekle yetineceğim; Ruh çözümlemesinin gerçeklik içeriği konusunda ne düşünülürse düşünülsün, bu bilim dalı gücünün küçümsenemeyecek bir bölümünü "Oedipus" sözcüğünden almıştır; ruh çözümlemesine yöneltilmeye başlanmış olan ağırbaşlı eleştiriler de onu bu sözcükten vurmaya çalışmaktadır.

Zamanımızın bir özelliği olan söylencelere sırt çevirmenin nedenini, bu söylencelerin her bakımdan kötüye kullanılmış oluşunda aramak gerekir. Bilinen tek şey, yapılan alıntılar olduğu için, söylenceler yalan sayılmakta ve alıntılarla birlikte bir yana atılmaktadır. Değişimlerden yana bize sunduklarına, artık inanılmaz gözüyle bakılmaktadır. İçerdikleri mucizelerden yalnızca buluşlar aracılığıyla gerçekleştirilmiş olanlar bilinmekte, bu buluşlardan her birini söylencelerdeki ilk kaynağına borçlu olduğumuz düşünülmemektedir.

Söylenenlerin her birindeki kendine özgü içeriğin yanı sıra, asıl özlerini oluşturan, bu söylenceler içersinde uygulama alanı bulan değişimdir. İnsanoğlu kendi kendini bu değişim aracılığıyla yarattı. Değişim sayesindedir ki, dünyayı kendinin kılabildi ve onun üzerinde söz sahibi olabildi; insanoğlunun gücünü değişime borçlu olduğunu kavrayabiliyoruz; ama insan değişime daha olumlu bir yanını, acıma duygusunu da borçludur.

Acıma gibi, düşünce yaşamının uygulayıcılarınca ciddi sayılmayan bir sözcüğü kullanmaktan çekinmiyorum: Uzmanlaşmanın bir sonucu olarak bu sözcük dinlerin alanına sürülüyor; salt orada söylenmesine ve uygulanmasına izin var. Günlük yaşamımızın giderek tekniğin boyunduruğuna giren ciddi kararlarından ise bu sözcük uzak tutuluyor.

Ancak sorumluluk duyan kişinin yazar olabileceğini söyledim, ve yazarın tek tek eylemlerde bu sorumluluğu, başkalarına oranla olsa olsa biraz daha fazla kanıtlayabilmesine karşın böyle konuştum. Kendi kendini yıkmakta olan yaşamın sorumluluğudur burada sözü edilen; insan, bu sorumluluğun acıma duygusundan kaynaklandığım söylemekten utanmamalıdır. Belirsiz ve genel bir duygu niteliğiyle ortaya konan acıma, değer taşımaz. Yaşayan ve varolan her bireyde somut biçimde dönüşmeyi gerektirir bu duygu. Bu değişimi ise yazar söylencelerden, geleneksel yazınlardan öğrenir ve onların doğrultusunda uygular. Bu uygulamayı çevresinde sürekli gerçekleştirmeyen yazar, bir hiçtir. Yazarın iç dünyasına akan, binlerce yönü bulunan, ama tüm görünüş biçimleri birbirinden somut olarak ayrılan yaşam, yazarın kişiliğinde salt bir kavram oluşturmaz, ama ona ölüme karşı çıkabilme gücünü kazandırır; bu yönüyle de bir genel'e dönüşür.

Yazarın işi, insanlığı ölümün kucağına bırakmak olamaz. Kendini kimseye kapamayan yazar, ölümün gücünü pek çok insanın iç dünyasında giderek yoğunlaştırdığına acıyla tanık olacaktır. Herkese boşuna bir çaba olarak görünse bile, yazar bu duruma başkaldıracak ve asla, hiçbir koşul altında yenilgiye boyun eğmeyecektir. Hiçliğin yazın alanında sayıları giderek artan elçilerine karşı direnmek ve onlarla, onların silahlarını kullanmadan savaşmak, yazar için onur kaynağı olacaktır. Kendisi için yapılmamış, ama kendi yasası olan bir yasaya göre yaşayacaktır yazar:

Hiçlikte kalmaktan hoşlanabilecek kimseyi hiçliğe itmeyeceksin. Hiçliği yalnızca ondan çıkış yolunu bulmak için arayacak, bu yolu da herkes için işaretleyeceksin. Acı ve çaresizlik içinde kalmakta başkalarını bunlardan nasıl kurtaracağını öğrenmek için direneceksin, yoksa mutluluktan nefret ettiğin için değil; çünkü insanların birbirlerini insanlıktan çıkarmalarına ve parçalamalarına karşın, onların layık olduğu bir şeydir mutluluk.

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült