Yabancılaşma, insan elinin ve aklının yaratışlarının, yaratıcılarına karşı
hale gelmesi ve onların hayatlarına hakim olması gerçekliğini anlatır.
-George Novack
Yabancılaşma
Emeğin gerçekleştirilmesi, emeğin nesneleştirilmesidir.
-Marx
Adnan Özyalçıner’in "Dokumacının Ölümü" öyküsünü dergide (Gösteri) okuyunca, İlya Ehrenburg’un 70’li yıllarda okuduğum romanım (Buzların Çözülüşü, çev: A. Bilgi, Mart 1966, Sol Yay., 211 s.) anımsadım.
Hayatın akışı, insan öğesi, insani değerlerin biçimlenmesinde belirleyici olanı düşünüyordum. Emeğin kullanımı, değer kazanışı... Hayatımızı sarmalayan yanları... Onun donanımı nasıl/ne yönde olmaktaydı?..
Öyküde anlatılan/lar o tanık olunan, okunanlarla görünürde pek ilişkili değildi! Ama Özyalçıner, adeta gizliden gizliye ekonomi politik dersi verircesine; emeğin bilinçsizce kullanımının ihanete, toplumsal çalışma koşullarının yetersizliğinin insanın emeğine, insanın insana/yaşama yabancılaşmaya dönüştüğünü sergiliyordu.
(Dokumacının Ölümü)
... Ortam ve koşullar, insanları yaptığı kadar, insanlar da ortam ve koşulları yaparlar.
-Marx/Engels
Öyküde İkinci Paylaşım Savaşı yılları eksen alınarak, dokumacı Ahmet Aga’nın trajik/mutlu ölümüne dönük yaşam seyrinden kesitler sunuluyor...
Öykü anlatıcısı 2. kişidir. Yansıtılan gerçeklikleri bu anlatıcının gözüyle izleriz. Öykü, iç/dış mekanlar üzerine kurulu. Çalışılan fabrika ortamı, yapılan iş, üç kişinin (Ahmet Aga, Haşan, 'eski pehlivan’ Osman) gerçeklikleriyle dile getirilir. Harmanda çalışan Osman da çalışma koşullarının eziciliği; gececi Haşan da emeğe/işe yabancılaşmayı / ihaneti; Ahmet Aga da emek / meta ilişkisinin yaşantısında (iç/dış dünyasında) boyutlandığı durumları simgeleştirerek verir, Özyalçıner.
Üretim aracı dokuma tezgahı, işbölüşüm koşulları, üretim sürecindeki sorunlar, yaşanılan çelişik durumun bireyin dünyasına yansılan... İdealize edilmeden, yer yer iyimser bir bakışla sergilenir... Yaptığı işle adeta bütünleşen Ahmet Aga, fabrikaya adımını atıp, tezgahının başına geçince çalışan makinelerin akışımına, daha çok da kendi tezgahının çalışmasına sevinir. "..kimse olsun olmasın çevresini şöyle bir dolanırdı. Merhaba demek, kucaklaşmak gibi bir şeydi bu. Her gün yapardı bunu." (s. 38)
Hasan’la dönüşümlü olarak kullandıkları tezgahın çalışma seyri onu sevindirir. Vardiyayı devralacağı Haşan ise ortalarda yoktur. Durdurur, onu arar; kumaş toplarının içinde uyur bulur. Onun kızgınlığını Haşan; çözgünün çürük olduğunu, bağlamaktan bıktığını söyleyerek, karşılar. Onun bu yabancılaşmasını, işe dönük bıkkın tavrını Dokumacı, adeta ekonomi politik dersi verircesine, şöyle eleştirir: "Çürüğünü işlemezsen sağlamım hiç bulamazsın. Bunu unutma, iki haftadır tezgahta duruyor şu çözgü. On günde, bilemedin on beş günde kesseydik öteki arkadaşlar gibi sağlamını alırdık biz de. (...) Ama ne oldu? Sen işi asınca kopuk bağlamaktan ben de iş çıkaramaz oldum, iki haftadır her zamankinden az para götürüyorum eve. Ne hakkın var çotuğumun çocuğumun nafakasını kesmeye, ha? sen de benim gibi çalışacaksın arkadaş. Elbirliğiyle bu çürük çözgüyü bir an önce atmalıyız başımızdan. Anlaşıldı mı?" (s. 39)
Buradaki yabancılaşma durumunu var ederler (çalışma koşulları, üretim, el/emek ilişkisi...); bunun yansıları (bireyin, ruhsal yapısını etkileyişi, ilişkileri olumsuzca biçimleyişi) yine anlatıda dile getirilir, (s. 40)
İkinci Paylaşım Savaşının yokluk/yoksunluk yıllarında süregiden yaşantılarından sunulan kesitlerde yoksullaşmalarının boyutlandığı durumları/yaşamsal özellikleri betimlenir. Yaşanılan mekan; ev oda ocak, yenilenler; yerelması, ebegümeci yoksunluklarının birer göstergesi olarak simgeleştirilir. Çocuklarının oyunla çevrili dünyası, ev halı... Ve bunları bütünleyen bir söylem kurar, Özyalçıner. Her paragrafta öne çıkan anlatımsal yoğunlukta da bu iyimser/gerçekçi bakışını yitirmez. Öyle ki; işe giderken soluklandığı kahvede dinlenilen radyo haberleri, getirilen yorumlara karşı Dokumacı’nın tepkisi de bu bakışın bir yansımasıdır: "Ortalıkta hiç serçe görüyor musunuz? Karga bile kalmadı. Kahveci, kuşları kovmak için ağaçlara taktırdığı çanları çalmıyor artık. Belki de söktürdü. Kulağınıza kuş cıvıltıları geliyor mu hiç?" (s. 44)
Onca yoksunluk, acı karşısında hayata karşı iyimserdir yine de Dokumacı. Burada karşıt düşüncelerle dile getirilenlere yönelik tavrı/sözü hiç de bilgece değildir. Yaşama ortamı, görüp algıladıklarına bakışı onun düşünce dünyasını da biçimlemiştir. Sözünü doğru kılan, hayatın doğrularıdır.
Dördüncü haftanın ortalarında biten çözgü, (emek, meta üretimi), emeğin karşılığında alman paranın yetersizliği (ücret) ve yoksullaşan hayat...
Bu gerçekliklerin yansıtılmasında Özyalçıner’in kullandığı göstergesel öğeler değişim ve dönüşümün belli bir zaman, belli bir mekan içindeki oluşumunu sergilemeye yöneliktir.
Yeni çözgü yeni kaygıları getirir... Karartma günleridir yaşanılan...
Tezgahının yanı başına geçince, su gibi akan çözgünün hızına kendisini kaptıran Hasan’ın işlekliği de onu sevindirir.
'Emeğin nesneleştirilmesi’ gerçekliğinin burada aldığı boyut, 'nesneye kölelik?i getirmekle birlikte (Marx, 1844 Felsefe Yazılan, s. 67, 1975); bir başkalaşımı doğurur, öyle ki; bu değişkenlilik durumu Haşan ın iş ritmine de yansır... Yaşamak için çalışmanın kaçınılmazlığı; kaçınılmazı seçerken de sarf edilen emek, işbölüşümü ortamının düzeni/düzensizliği sonucunda yaşanılanlar... Özyalçıner, bu bağlamda biçimleyen, biçimlendirilen konumundakileri simgeleştirerek anlatırken; dışsal ve içsel olanların etki / tepki, ivme / gelişme durumlarını da yansıtır. Marx’ın tanımladığı yabancılaşma durumu burada simgeleştirilerek ya da doğrudan doğruya yaşam gerçekliği içinde gösterilerek anlatılanlarla sergilenir. Dışsal dünyaya / dünyadakilere sahip olabilmenin yaşama aracı olan emek, işçinin giderek yoksullaştığı koşullarda içsel/duyusal dünyasını da biçimler. Ama buradaki üretim sürecinde "emeğin kendi içinde yatan yabancılaşma"sını (Marx) bize sezdirir yazar.
Dokumacı, yaşadığı 'an’lık sevince Osman’ı da katmak ister... Yaşanan bir süreci, onun sürekliliğini, egemenliğini dile getirir öykücü.
Bir uyuşum, bağlanım içindedir Dokumacı. İşlerin yolunda gitmesi yaşama sevincini artırmıştır: "O hafta dokumacı, en mutlu günlerini yaşadı. İlk gece, sabahın nasıl olduğunu anlamadı. Öylesine sarılmıştı işine. Yemeğine bile, yel gibi çalışan tezgahı kapatmaya kıyamadığından, gözü makinede, avarasının başında, öyle ayaküstü kaşıkladı. Yüznumaraya bile, ancak sabaha karşı, bir kez gitti. Bütün bir gece tezgahın yanından hemen hiç ayrılmadı. Pire gibi çevresinde döndü durdu." (s. 48-49)
Onun nesneleşme durumu (s. 52), payansız sevinci sonundaki "mutlu ölümü" ile öykü sonlanır.
Özyalçıner; öykü boyunca kurduğu oluntuları, simgeleştirerek yansıtılanları, tanıklık sürecinden sunduğu kesitlerin boyutlandığı durumları bu ne yaptığını bilmeyen insanların sürüklendiği yaşam gerçeklikleri dolayımında kurgular.
Cambazlar Savaşı Yitirdi Öyküsü
Ben yaşadıklarımı yaşadığım gibi anlattım. Öyle de anlatmayı sürdüreceğim.
-Adnan Özyalçıner
Kitabın "Babamın Yaşadığı Günler" bölümünde yer alan diğer iki öyküsü de ("Cambazlar Savaşı Yitirdi", "Bodrumdaki Hazine") izleksel olarak birbirini bütünler:
(1) Adnan Özyalçıner, Cambazlar Savaşı Yitirdi, 1991, Can Yay., 133 s.
Cambazlar Savaşı Yitirdi'de, çocuğun gözünden İkinci Paylaşım Savaşı günleri İstanbul’unun kenar semtleri anlatılır. Balat/Draman çevresinde geçen çocukluk günlerine uzanır anlatıcı: "O günler, güzel günlerdi," dediği 'anlara... Yaşanılan o günlerde iz bırakan 'anlar / kişilerdir bunlar. Ayvansaray’daki civata fabrikasında ateşçi olan baba, anne, deniz eri dayı, aile ortamı, cambazlar, mahalle kavgaları; fabrikadaki olay, babanın işsizliği, karartma geceleri, savaşın yaşamları darmadağın eden soluğu... Öykü, iyi/kötü günlerin yiten / yok olan anılar izleği üzerine kurulur.
"Bodrumdaki Hazine" aynı izleğin süreğinde bir öykü. Yine çocuğun gözünden anlatılır. Kapanan fabrika, işsiz kalan baba, geçimlerini sağlamak için dikiş diken anne, çocuklar... Bir fabrikada dokuma işçisi olarak çalışmaya başlayan babalarının düşsel serüvenine katılışları; umut / bekleyiş / arayış, yaşanan sevinç / hüzün... Yaşanılan ortam, savaşın yoksul / yoksunluk yıllarıdır yine.
Değişen, yok olan, tükenen... Ve geride kalanlar, onların bıraktığı izler... Bu öykülerin ortak tematik özellikleridir.
Özyalçıner’in Öykü Evreni
"Bütün hikaye anlatıcılarının beslendiği kaynak, ağızdan ağıza aktarılan deneyimdir."
Özyalçıner; "Ben hep değişende değişmeyeni yakalamaya, bulmaya, ortaya çıkarmaya çalıştım. İnsanda, toplumda ve edebiyatta. Toplumu da değiştirmeyi istedim. İnsanları da. Benim için önemli olan kimin için yazdığımdır. Bu ne için yazdığımı da açıklar. Onun için ilk yazılarımın ana başlığı 'Kenar Mahalleden Notlar adını taşır"', bu düşünceleriyle öyküsünün çevrenini çizer. (Yaşamım ve Öyküm, İnsancıl, Ağustos 1993, s. 34)
Büyük kentin çelişkileri... Yoksun olan insanların dünyaları... Yoksun kalışlarının boyutlandığı durumlar; duygu / düşünce dünyaları... Onun öykülerinde belirgince yer eden gerçekliklerdir.
Anlatısında olabildiğince özlü, yahn tümceler kurar Özyalçıner. Betimlemelerinde görüntüsel olanı bir çırpıda çizer. Bir kentbilimcisi gibidir. Yaşamsal izleklerden öykülerine ağanlar anlatısını boyutlandıran yanlardır.
Kafka, Sait Faik, Haldun Taner, Orhan Kemal onun öykü evreninin / anlatısının biçimlenmesinde etki kaynağı olanlardır. Kafka; öyküsünün sırlanan yanının kaynağını, adeta onun mayasını oluşturur. Sait Faik, çevresine bakışı, anlatılabilecekleri ayıklayışı, neyi, nasıl anlatması gerektiğiyle; Haldun Taner, kenti, kent insanının anlatıştaki humorist bakışıyla etkiler onu. Orhan Kemal; yaşadığı ortama, sınıfsal konumun gerçeğine bakışı / anlatışı, yaşamsal çelişkileri dışlaştırmadaki tavrıyla onun öyküsünde etkileyici / yönlendirici olur.
Özyalçıner insan / toplum gerçeğine tek yanlı / yönlü bakmaz. Anlatısını bireşimci, yönseyici, değiştirimci kılabilecek boyutlardaki açılım(lar)ı hep önceler. Varolanın / yitenin / geçmişin dile getirilişinde olsun, tematik olarak yoğunlaştırıp öne çıkardıklarım, anlatışı / betimlenişinde olsun sorgulayıcı bir yanı, eleştirel bir bakışı, humorist bir söylemi vardır. Anlatısına derinlik / yoğunluk kazandıran öğeleri burada başarıyla kullanır.
Yaşanılan durumlardaki sıradan,öyle olağanüstü olmayan gerçeklikleri düşle gerçek, gerçekle gerçeküstü bağlantında ustalıkla yansıtır. Bugünden geçmişe uzanır. Bir arayış, sorgulayıştır bu...
Gözlemevinden dışa bakışta 'ben’sei anlatımı önceler. Dıştan gözlemevine yansıyanlarsa, anlatısının hem katmansal yapısını, hem de bağıtlama düzlemini oluşturur.
Öykülerinde beliren ana temi dışlatan / açımlayan, adeta bütün öğelerin ağdırıldığı Babamın Yaşadığı Günler üçlüsü; onun anlatısı için anahtar metin diyebileceğimiz öyküsel anlatılardır. Özyalçıner’in öykü evrenine girişe, onu tanımaya adımdır bu anlatılar.
Özyalçıner; 50 Kuşağı içinde öyküsünü, hem biçim, hem söylemsel özellikler, hem de değişimin (ki, ona değişimin öykücüsü diyoruz) boyutlandığı durumları yansıtması bakımından gelişkin kılan biridir.
'50 Kuşağı’ öykücüleri (Nezihe Meriç, Vüs’at O. Bener, Bilge
Karasu, Tahsin Yücel, Orhan Duru, Demir Özlü, Ferit Edgü, Feyyaz Kayacan, Onat Kutlar, Erdal Öz, Sevim Burak, Leyla Erbil, Tarık Dursun K., Zeyyat Selimoğlu, Muzaffer Buyrukçu, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal...) yazınımıza yeni açılımlar / yönelimler getirmiş, giderek de bir kalıt oluşturmuşlardır.
Özyalçıner’iu öyküsü de kuşağının bu gelişkinlik durumunda özgün bir yere sahiptir. Gerçi, o her ne kadar; Ben yaşadıklarımı, yaşadığım gibi anlattım" dese de; son dönem anlatılarında (Son Tufan, Kızgın Yaz, Küllük Nerede...) anı-öyküye yaklaşmanın hem keyifli (anı olduğu sürece), hem de yer yer sıradanlaşan (öykü evrenini pek zengin kılmadığı için) yanlarını buluyoruz.
Özyalçıner, anlatısını bir yapı ustası gibi kurar. Burada en çok öne çıkanlarsa betimlemelerdir elbet. Onun öyküsünde en çok üzerinde durulması gereken yandır bu.
"Cambazlar Savaşı Yitirdi" öyküsünde Draman Caddesinin betimlenişini yazarın anlatısındaki bu katmansal boyutların açımlanması / tanımlanması için bir örnekleme olarak alabiliriz: Draman yokuşu geçilip turşucusundan uzaklaşınca cadde dümdüz uzar. Bundan sonrası aydınlıktır. Güneş, her yerdedir. Parke döşeli caddenin iki yanı da göz alabildiğine kırlıktır. Caddeye soldan yarı toprak, yan anıavut kaldırımlı sokaklar girer. Bunlar, yakındaki ya da az uzaktaki ev topluluklarıyla başka sokaklara ulaşır. Sağ yan tümsektir. Bu tümseğe tırmanan herhangi bir sokak yoktur. Dik bir bayırdır burası. Yer yer kayalıktır. Üstü otlarla kaplı tümsekten Haliç görünür. Cadde, açıklıkların ortasından düzlüklerin içinden Salmatomruğa kadar uzanır. Oradan da ucu surlara varır. Buradan isteyen Tekfur Sarayı kalıntılarına, isteyen Kariye Camisindeki Bizans mozaiklerini görmeye yönelebilir." (s. 1819)
Özyalçıner, anlatısında iletisel kaygıyı öncelemez. Onu sıralayarak anlatır. Bu açıdan "Dokumacının Ölümü" öyküsünü bence, bir ekonomi politik dersi verircesine kurar. Öykü bir oratoryo gibidir. İnişler çıkışlar, git-geller, geriye dönüşler... Ritim öğesi... Anı-bellek yardımıyla öne çıkarılanlar... Ayrıntılarla ünlenenler, bir iki fırça vuruşuyla yaratılan plastik öğeler... Her birinin ölçülü biçimde kullanılışı...
Özyalçıner burada, yoksunluklarla sağlanan yaşamları güzelleştirenin ne olabileceğini de gösterir... Mutlu Ölüm'se bu bakışının bir simgesidir.
Onun öyküsünde / anlatısında boyutlanan bir başka yan da, elbette ki; humour / ironi ikileminin yansıdığı biçimlerdir. Yazar, bunu da, yaşanan değişme / çatışma / çelişmelerin doğurduğu durumlarda (Cambazlar Savaşı Yitirdi, Bodrumdaki Hazine, Dokumacının Ölümü, Değişim, Son Tufan, Kızgın Yaz) öne çıkarır. İnsan-insan, insan-mekan, insan-nesne ilişkilerinde yansıttığı çelişkilerin bir yanıdır bu da. Öyle ki; bu öğe, anlatısına hem psikolojik, hem de eleştirel boyut katar... Son Tufan öyküsünde anlatılan git-gel an’ında, fabrika önünde duran gemi’ye bakış / yönelen ilgi konuşmaları... Söylentiler... Buradaki humouru diyaloglarla verişi... Yazar, öyküyü, şaşırtmaca bir simgeselliğe büründürerek bitirir. Trajikomik olanı bu şaşırtıcı yöntemle dıştalar.
Bireyselle toplumsalın iç içeliğini; bunların birbirini sarmalayan, iteleyen, ayrıksı kılan, çelişen / itişen yanlarını ustalıkla ağdırır öykülerine. Öyle ki; düşlemsellik onun simgesel / gerçeküstü anlatımının da bazen ön, bazen de art anlatısı olur. Yazmacı Tahir Sokağından Kırık Dökük Öyküler, Değişim öykülerinde görebiliyoruz bunları.
Değişim, Kafka’nın Değişim'ine öykünüştür. Gregor Samsanın yabancılaşmasının, içsel / trajik durumuyla oluşan dönüşümünün ardındakileri imleyen bu anlatıyla benzerlik kılabileceğimiz yan; kuşkusuz buradaki kara gülmece / kara anlatı öğelerinin iç içe kullanımıdır. Anlatının gerçeküstücü boyutu, toplumsal yergi katmanını da içerir.
Bekçi Haşan, yorgun argın geldiği gece nöbeti üzerine verilen işle o yabancılaşmanın derin kuyusuna yuvarlanır. Polis, tutuklu, dışarıda bekleyen köpek... Somut göstergelerdir. Bekçi, tutukluyu adliyeye götürürken; onun davranışıyla iyice alabora olur. Karabasanı depreşir. O yabancılaşma 'an’ında öne çıkan köpek (motifi)... Ve o arada sıvışan tutuklu. Gelen jandarmaya Bekçinin verdiği yanıt:"Kendi ellerimle buralara kadar getirdim. Nasıl olduğunu anlayamadım. Birdenbire köpek oldu.” (s. 91)
Anlatıcı burada tanımlara, açıklamalara girmez. Simgeseldir her şey. Cezaevi arabası... Küçük bir ayrıntı, söz her şeyi anlatır...
Özyalçıner; olayları / durumları / 'an’ları güncel veya arkaik (eskil) yanlarıyla gösterirken / yansıtırken işte bu tür boyutlanışlardaki gerçekliklerin neden / niçinlerini de simgeleştirerek anlatır. Doğrusu; onun anlatısının göz alıcı yanı da budur. Şöyle ki; öyküsünün kapsayıcı / etkileyici / yönlendirici bir niteleme bürünen özelliklerini de buradan yakalayabiliyoruz.
Söylemsel Açılım, Kimlik
Şehir bir söylemdir; bu söylem de gerçekten bir dildir.
-Roland Barthes
Özyalçıner, bir kent öykücüsüdür. Onun anlatıcı kimliğinin asal yanıdır bu. Buradaki tanımımız ne bir ayrıştırma, ne de sığlaştırmaya dönüktür...
Kentin değişken birçok yüzünü / yönünü anlatır. Onun yitene, yok olana bakışında bir ilenme / yazıksanma yoktur. Değişimin öncesini / sonrasını gösterir. Sorgulamayı okura bırakır, yer yer de kendisi katılır buna. Ama buradaki geçişleri de anlatısının bağıtlama konumunun başat öğesi kılar. Bu geçişlerle anlatısına yansıyan / yansıtılan gerçekliklerin aldıkları durumları da gösterir. Kentin değişen yüzünü de işte bu göstergelerle betimler; neden / niçinlerini onlarla açımlar. Tanımlara, söylevlere girmez... Onun dili / söylemi göstergeseldir. Kentin uzamsal boyutunu ortaya konulan karşıtlıklarla betimler adeta.
Kentin okunabilirliğinden söz eden Roland Barthes’ın bu tanımına eş düşen anlatı örneklerini sunar, Özyalçıner.
Yazmacı Tahir Sokağı yazılmak için gidilip bulunan bir mekandır. Yazar, burada, kentin uzamsal boyutunu, topoğrafyasını; bu sokaktan argümanlar, izlenimler, fragmanlar, düşlemlerle kurduklarıyla; çıkarır ortaya. Yok oluşun gösterimsel birimlerini tek tek öyküler: Bırakılmış Bir Bahçede Bırakılmış Bir Köfteci Arabası, Kapalı Bahçe, Kızıl Saçlı Kadın, Tahirzadelerle Yazmacılar, Çatallaşan Yol, Aralanan Tül Perde...
Burada Özyalçıner’in yarattığı imaj, ortaya koyduğu söylem önemlidir. Barthes’in Victor Hugo’dan Kewin Lynch’e dönük şu tanımsal yorumu: "Bir şehrin anlambilimine açıkça yaklaşan bu yazarların dışında, şehir uzamındaki simgelerin işlevleri konusunda giderek artan bir bilinçlenmeye de tanık olunuyor. Niceliksel değerlendirmelere ve güdüleme sorularına dayanan şehircilik konusundaki birçok incelemede, her şeye karşın, anımsatmak için bile olsa, tamamıyla niteliksel simgeleştirme motifinin (buna günümüzde de daha başka olguları açıklamak için sık sık başvurulur) belirgin kılındığını görürüz. Sözgelimi şehircilikte az çok yaygın bir teknikle karşılaşırız. Öykünümdür (simülasyon) bu. Oysa, öykünüm tekniği, biraz dar ve ampirik bir anlayış çerçevesi içinde kullanılmış bile olsa, yapısal ya da en azından yapısalcılık öncesi bir kavram olan örnekçe (model) kavramının derinleştirilmesine yöneltir."(1) Özyalçıner’in anlatısında yakaladığı şehir uzamındaki simgelerin işlevlerini gösterme / yansıtma durumunu; onun da işlerlik kazandırdığı simgeleştirme motifinin belirgin kılınan yan / yönlerini açımlayıcı niteliktedir.
Burada imlenen öykünümün yazınsal anlatıya, çerçeve anlatı olarak, biçim verişindeki derinliklerini de görürüz.
Anlatıcı, burada, anlamlama ve alımlama imlerini betimsel düzlemdeki anlatışıyla gösterir.
Yazmacı Tahir Sokağı’nın simgeleştirilen 'ad’ı; adlandırılma eyleminin boyutlandırdığı öykücülüklerle anlamlandırır. Burada da hem betimsel düzlemde, hem de adlandırma düzleminde sokağın işlevi dile getirilir. Dolayısıyla sokağın bugünkü görünümü anlatılıp, dünkü durumu aktarılırken; kentin anlamsal içeriği de dile getirilmiş olur: Değişen, çatışan, yok olan...
Özyalçıner’in anlatısında kurduğu dil, oluşturduğu söylem kente özgüdür: Değişenle gelişenin iç içe sarmalandığı, yitenle çözülenin birbirini etkilediği bir metaforla ortaya çıkan dil, söylem. Yine Barthes’in sözleriyle anarsak; "Şehir bir söylemdir, bu söylem de gerçekten bir dildir: Şehir, sakinleriyle konuşur; biz, içinde bulunduğumuz kenti konuşuruz; bunu da orada yaşayarak, orada dolaşarak ona bakarak yaparız. '[1]
(1. Roland Barlhes, Göstergebilimsel Serüven, ss. 175; çev.: M. Rıfat-S. Rıfat, 1993, Yapı Kredi Yay., 192 s.)
Özyalçıner, işte bu yaşamanın / dolaşmanın bakışıyla gözeriminden gözlemevine girenler üzerine kurar dilini. Kentin topografyasını bu ayrıştırmalarla çıkarır adeta. Dil yetisi, bireysel / toplumsal durumlarla iç içe yansıttığı kentin görünümündeki yeni boyutları da iyice açımlar.
Gösteren > gösterilenlerin dili de bu görüngü odağının dizgelerini oluşturur. Yazar büsbütün yalınkat kılmaz anlatısını yine de. Katmansal boyut onun anlatısının belirgin yanıdır çünkü. Kent, öyküsünün bir kişisidir neredeyse. Sözgelimi Son Tufan, Kızgın Yaz’da tamamen kent soluyordun
Öyküsünün Yan Anlamlan
Bir sanat yapıtını anlaşılabilir kılan şey, yinelemelerin algılanmasıdır.
Susan Sontag
Bir toplumbilimciye olduğu kadar, kent bilimciye de verisel değerler sunuyor Özyalçıner. Kentin tarihsel, toplumsal, kültürel kimliğini sorgulayıcı biçimde yansıtıyor. Gözlem gücü, ayrıntıları yakalama ustalığı; anı-bellek motifiyle çağrışanları aktarımı, kentin ruhuna girmesine yetiyor.
Özyalçıner’in sunduğu; salt değişen İstanbul değildir. Çağın, ülkenin değişiminin göstergelerle dile gelişi / getirilişidir. Onun öyküsünün bu bağlamdaki yan anlamlarını görebilmek için ise anlatısının katmansal boyutlarına bakmak gerekiyor. Öykücülüğümüzün Orhan Kemal’den, hatta Sait Faik’ten bugüne evrilip geldiği aşamayı görebilmek için; bir Nezihe Meriç’i, bir Vüs’at O. Bener’i, Bilge Karasu’yu, Tahsin Yücel’i, Demir Özlü’yü, bir Adnan Özyalçıner’i mutlaka okumak gerekiyor.
Özyalçıner, son dönem öyküleriyle bunu duyumsatıyor bizlere. O, bu anlatıcı kimliği ile 1950 Kuşağı’nın misyonunun bugünkü varlığım da muştuluyor...
Aralık 1993