İshak Reyna Çetin Bey, farklı türlerde azımsanmayacak sayıda ürünleriniz
olsa da siz daha çok ünlü bir köşe yazarı olarak tanınıyorsunuz. Oysa,
şiirler ve kısa düzyazılar içeren ilk kitabınız “Üçüncü Mevkii’'yi (1946)
henüz 19 yaşındayken büyükannenizden aldığınız para ile yayımlamıştınız. Bu
kitapsa, daha o yaşlarda idealinizin edebiyatçı olmak olduğunu ortaya
koyuyor.
Siz ne dersiniz?
Çetin Altan Kitabım 19 yaşında yayımlandı ama, içindekilerin çoğu daha küçük yaşlarda yazılmıştı... Birincisi; sanıyorum ortam: Baktığımızda benim okuduğum liseden (Galatasaray Lisesi) böyle yazıya meraklı insanların sık sık çıktığını görüyoruz: Tevfik Fikret'ten, onun hocası olan Recaizade Mahmut Ekrem'e, Ahmet Haşim'den, daha sonraki dönemlerde Refik Halit ve Haldun Taner'e yazı dünyasının önde gelen adları çıkmış bu okuldan. Sonraları merak ettim, niye böyle acaba diye... Efendim, birincisi öksüzlük getiriyor bunu, yatılı olmak. Aynı zamanda Fransız Edebiyatı ile ilişkide olduğunuz bir okul, kitaplığı çok zengin... Ünlü Fransız yazarlarını okurken, insan, kendisinin de içinde yaşadığı kimsesizliğe bir çare bulmaya çalışıyor. Ailesi yok yanında, bir kız arkadaşı yok, kendi varlığını nerede ortaya koyacak ki; o da, işte kendi derinliğinde yalnızlığını, kimsesizliğini kağıda dökmeye çalışıyor.
İSHAK REYNA Nitekim, Üçüncü Mevkii'deki şiirlerde yalnızlık teması çok baskın durumda.
ÇETIN ALTAN Bu biraz da, belki biri kulak verir, "ne kadar yalnız bu adam" diye, ama pek kimsenin aldırdığı yok...
İSHAK REYNA Kitaptaki şiirlere baktığımızdaysa karışık etkiler görüyoruz: Bir yanda Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Cahit Sıtkı'ya yakın bir çizgi, diğer yandaysa Orhan Veli ve arkadaşlarının Garip' (1941)in kimi etkileri.
ÇETIN ALTAN Gayet tabii. O sırada bir kristalizasyon yok ki, bu şiir okulları, akımları konusunda. Benim için o şiirler daha çok bir varlığını kanıtlama meselesi.
İSHAK REYNA Siz Hukuk Fakültesi'ni bitirdiniz Çetin Bey, hatta, kısa bir dönem avukatlık da yaptınız. Buralardan gazeteciliğe geçişiniz nasıl oldu?
ÇETIN ALTAN Aslında benim meselem, şiir yazmak, yazı yazmaktı. Henüz kafamda gazetecilikle yazarlık birbirinden o kadar ayrılmış da değildi. Lise'deyken, belki daha çabuk basarlar diye buralara da şiirler yolladığım Yeşilay'ın, Kızılay'ın dergileri vardı; ben de liseden çıkar çıkmaz belki Kızılay'ın dergisinde iş bulabilirim diye buraya başvurmuştum. O sıralar Kızılay'ın başkanı Galatasaray'lı bir abimiz, Ali Naili Tarhan. Beni kabul etsin diye de, yeni bastırdığım bir kartvizitin altına "küçük Galatasaraylı kardeşiniz" diye yazmıştım. Kendisi beni kabul etti, bir de kart yazarak "madem yazı çizi işini seviyorsun, bunu Ulus’a götür" dedi. Böylece, Ulus'ta buldum kendimi. Ne sevinç; birden gazeteci oldum falan gibi hissettim. İlk haber için de beni muhabir olarak aygır deposuna gönderdiler. Vilayet'teki Veteriner Müdürlüğü'nden bu yıl damızlık alınacak mı onu öğreneceğim. Çok kısa sürdü görüşme; yetkili memur "yok; bu sene almayacağız, çünkü elimizdeki aygırlar yeterli" dedi. Ben gazeteye döndüm, haberi yazacağım ama bir türlü formüle edemiyorum; doğrusu hala da formüle edebilmiş değilim. "Vilayette çok aygır bulunduğu için bu yıl yenisi alınmayacak" mı diyeyim, ne diyeyim bulamadım.
İSHAK REYNA Peki, fıkra yazarlığınız nasıl başladı?
ÇETIN ALTAN Ben mektepteyken Yeşil Giresun gazetesine fıkralar yazıyordum zaten. Okul arkadaşım hikayeci Naim Tirali'nin gazetesiydi Yeşil Giresun. Her mektepte edebiyata meraklı çocukların böyle kendi aralarında bir dünyası vardır... Sonra Hürses diye bir gazete çıkmaya başladı. Cavit Oral’ın bana orada "uzun fıkra" yazma olanağı tanıdılar... Gerçi gazete 500 basıyordu ama Cavit Oral Parlamento’da olduğu için Halk Partililer gazeteyi okuyorlardı, dolayısıyla benim yazıları da. Ben aynı zamanda Ulus'tayım ya; orada da bana "küçük fıkra" yazmayı teklif ettiler. O sıralar "küçük fıkra" çok modaydı. Bedii Faik yazıyordu, daha önce de 1949'da gazetesinde Doğan Nadi başlatmıştı; bizdeki yergi geleneğinin bir uzantısı olarak ortaya çıkan, sonu küçük bir espri ile biten bir tarzdı bu. Ben de Ulus’ta bunlardan yazmaya başladım. 6000 basıyordu Ulus o sırada. Yavaş yavaş gazetelerin Ankara temsilciliklerini de almaya başlamıştım, Akşam’ın, Dünya’nın... Derken temsilcileri olduğum için Akşam’a haftada iki uzun sohbet yazmayı önerdim, 5’er liraya, kabul ettiler. "Ankara Mektupları" başlıklı bu yazılarım Akşam’ın sütunlarında kaldı, yazık ki. 1951/52 yılları... Sonra Tan gazetesinde kısa fıkralar yazmaya başladım, sonra askerlik. Ama yazmaya devam ettim tabii imzasız olarak. Çünkü askerken hiçbir faaliyet gösteremezsin, askerlik de para vermez; e nasıl bakacaksın çoluk çocuğuna? İşte burada bir tıkanıklık başlar insanın hayatında.
Sonra, Demokrat Parti iktidara gelince Ulus'u aldı; Nihat Erim de kendi adına bir gazete çıkarmaya başladı. Ben de Ulus'tan oraya geçtim Bülent Ecevit'le birlikte. Sonra Erim’le Menderes'in arası iyileşti, bense orada yergiler yazıyordum; artık ne yazacaktım ki! Anlaşma sağlanmıştı aralarında; ben de ayrıldım.
İSHAK REYNA Sonra Akşam'da “Şeytanın Gör Dediği" kadar ünlü sütununuz "Taş"ı başlattınız galiba.
ÇETIN ALTAN 1959'da Peyami Safa yeniden Tercüman'a geçti. Ali Naci Karacan ölmüş, Ercüment Karacan işin başına geçmişti. Peyami Safa hayli büyüktü kendisinden, fıkra yazarı olarak da Babı ali’de hayli ünlüydü. O yüzden pek patron gibi davranamıyordu Ercüment ona karşı; kendisinden genç bir fıkra yazarı arıyordu. Kendisinden genç bir fıkra yazarı ise Babı ali'de yoktu. Benim Hürses'teki yazı işleri müdürüm ve bugün hala süren "Şeytanın Gör Dediği" sütununun isim babası olan Turhan Aytul kendisine benden bahsetmişti. Ben de tekliflerine olumlu cevap verdim ve İstanbul'a geldim, 1959'da. Bundan evvel ama, Akşam'da çıkan, sözünü ettiğiniz sütundaki yazılar Refik Halit'in dikkatini çekmiş, kendisi beni çağırtmıştı. Ben Refik Halit'e hayranım, ama tanımıyorum kendisini. Ankara Palas'taki buluşmaya gittim, beni beğensin diye de arapça marapça, terkipli bir şeyler söylemeye çalıştım "Efendim zatı alileri her ne kadar tevazu gösterip bana..." gibi abuk sabuk şeyler, adamın canı sıkıldı... Sonraları Refik Halit'le ahbap olduk biz; ilerki yıllarda kendisine bu olayı hatırlattım da ben. Şaşırdı; "evet ama sen miydin o? Arapça marapça anlamadığın bir şeyler söylemeye çalışmıştın" dedi. Sonra, Reşat Nuri'nin dikkatini çekmişti o yazılar, beni aramıştı: "Sizde bir üslûp var, herhalde gelecekte çok ileriye gideceksiniz" diye. Bense o zamanlar parmak kadar çocuktum. Sonra tekrar Akşam'a ve oradan da, Milliyet'e geçtim. Bundan sonra hep uzun fıkralar yazmaya başladım. Dolayısıyla, günlük yazılar deyince, küçüğü, büyüğü, aralara rağmen 50 senede yazdıklarım 20.000'i aşmıştır... Sonra, Milliyet'te bir yazımı basmadılar benim, ben de ayrıldım. Akşam'a geçtim tekrar. Bir taraftan da hayli dava açılmıştı hakkımda. 1965 seçimlerinde İşçi Partisi listesinden bağımsız aday oldum... Sonrasını da biliyorsunuz işte: kimi yine basılamayan bir yazım yüzünden ayrılarak 80’lerin başından bugüne Milliyet’e, Güneş’e, Hürriyet'e, tekrar Milliyet'e ve Sabah'a geldim. 50 yıldır sürdürüyoruz işte...
İSHAK REYNA Peki Çetin Bey, biraz önce inanılması güç bir rakamı 20.000' i aştığını söylediğiniz günlük fıkralarınızın. Bir taraftan insan ister istemez düşünüyor doğrusu nasıl yazılır bunca yazı diye... Nedir bu tuhaf türün farklılığı, niteliği sizce? Hem yer, hem zaman sınırlaması altında bir pranga mahkûmiyeti midir bu, yoksa bir düşünce antremanı, disiplini mi sizin için ? Eğer daha fazla ilki ise, basın sektörünün ve okurun buna koşullanmışlığında köşe yazarı bu duruma karşı ne yapabilir?
ÇETIN ALTAN Pek de fazla bir şey yapamaz aslında. Çünkü, yazarın emeğinin karşılığını halk ödememektedir Türkiye'de. Tek başına yazarlıkla geçinmek hala mümkün değildir. O zaman da geriye iki seçenek kalmaktadır, yazar için: Ya kendisine, överse mebusluk da sağlayabilecek olan siyasetçiye yakın durmak, ya da gazete patronajı, yani her an işini kaybetme riski. Özerk yazarı olmayan yerde de demokrasi tam olamaz nitekim. Çarpıtmaları yutar toplum, ipnotize olması kolaylaşır... Yaratıcılık donar.
Günlük fıkra ise, haberi düz anlatmak yerine, haberle, oyuncaklı bir anlatımın, bir edebiyatçı ile gazetecinin biçimini aynı potada birleştiren bir türdür. Bir havuzu sürekli dolduran bir musluk gibi her gün aynı performansın beklenemeyeceği, toplama bakılması gereken bir tür. Aldığı vakit yüzünden ise yaşamayı kucaklamayı, onunla bütünleşmeyi engelleyici bir şeydir. Olsa olsa yaşamı seyretmeyi sağlayabilir... Okurlarınız, gazeteci arkadaşlarınız, bazen patronlarınız, sizi, yazılarınızı çok sevdiklerini söylerler, oysa tuhaf bir sevgidir bu; ailenizde, günlük hayatınızdaki ilişkilerde bile aslında kıskançlık duygusu yaratır.
İSHAK REYNA Çetin Bey; siz, çoğu bir kısa mesafe koşucusunu andıran yazılarımızla ele aldığınız konuları evrensel hatta zaman zaman kozmik ölçülerle kantara vurdunuz. Tabulaşmış, ya da geleneksel köşe yazarlarının pek el atmadığı konuların farklı açılardan üzerine gitmekle tanındınız. Kısacası, ister doğru ya da haklı bulunsun yaklaşımınız, ister tuhaf ya da saçma sayılsın, köylüler, bağırsak kurtlan, kurduğumuz ve batırdığımız devletler, neşe ve enerji vb... konuların üzerine gidiş şekliniz mutlaka ilgi çekti. Sizce temelde bu ilgiyi doğuran neydi?
ÇETIN ALTAN Benim yazmaya çalıştığım günlük fıkralar, sanırım kalıplar dışına çıkmanın, güncel olaylara yazarlık açısından, bir başka yerden bakmanın çabalarıdır. Belki bundandır. Bunlar, sorunlar daha iyi ifade edilebilsin diye tanımlamaya, düşünceyi dürtmeye, ufku genişletmeye yöneliktir. Donmaya karşıdır. Şinasi'nin mezarını bilmeyen, Bizans'ı unutmuş gözüken, Lozan'ı kıyaslamayan, Çanakkale'ye yeniden bakamayan bir toplumda bunlara "bir de bu açıdan bakılsa" çabalandın
İSHAK REYNA Romanlarınıza ve oyunlarınıza baktığımızdaysa, bunların çoğunun gerçeküstü ya da soyut öğelere ya da akışa dayalı, kozmos'un içindeki insanın hallerini vermeye çalıştığını görüyoruz.
ÇETIN ALTAN Ben aslında romanlarımda sanırım şunu yapmaya çalıştım: 1) Çok sayıda, birbiri ardına dizilen sürükleyici olaylara dayanmadan 2) Son, başta söylenerek modern bir roman nasıl yazılır, bunu yapmaya çalıştım. Gerek filme de çekilen Bir Avuç Gökyüzü, gerek Büyük Gözaltı, gerekse, bir anlamda topluma hazırlanan kişinin linç edilişini anlatan Viski'de yapmaya çalıştığım buydu.
Beckett, Brecht, kadın derinliğini çizen bir İbsen, çok yavaş hareket eden bir dünyayı ustalıkla işleyen bir Çehov gibi ustaların olduğu bir türde de yapılmışa değil değişik ne yapılabilire bakmaya çalıştım. Örneğin, Islıkçıda simgesel bir anlatımla, dışardan hep aynı olarak duyulan kalıplaşmış sözlerle, karşıt olarak bunlara inanmayan bir tipi işledim... Oysa... bir piyes yazarının eserlerinin hayat bulacağı sahne ve sahneleme imkanları hep bir tuhaf olmuştur Türkiye'de. Tiyatro devlet kökenlidir bir kere; burada repertuar kurulu, yargı gücü elinde olan bir askeri bürokrasi gibi bekletmeyi, bununla kendini önemli kılmayı seçmiştir sanki.
İSHAK REYNA Bildiğimiz kadarıyla, özellikle de romanlarınız 70'lerin sonundan başlayarak farklı dillerde de yayımlandı. Buralardan aldığınız tepkiler, yansımalar nasıldı?
ÇETIN ALTAN Fransa'da dört romanım da basıldı. Arjantin'de, Kuzey Ülkelerinde, Yunanistan'da da birer ikişer yayımlandılar. Haklarında, ülkelerin önemli yayın organlarında hayli şey yazıldı çizildi de. Fakat, uluslararası yayın piyasasında önemli olan şeylerden biri, belki de en önemlisi sürdürmek. Yani, arkasını getirmek lazım.
İSHAK REYNA Peki Çetin Bey, sayısı on'a varan oyunlarınız, bunların sahnelenmesi, romanlarınız ve bunların çevirileri, günlük yazının kısıtları olmadan yazılacak denemeler, anılar; tüm bunlar, Türkiye'de uluslararası yayın piyasası standartlarında yazarın yaşamasını, geçinmesini sağlasaydı hala gazetelerde günlük yazılar yazar mıydınız?
ÇETIN ALTAN Yazmazdım tabii. Belki o zaman on yerine otuz piyesim olurdu, dediğiniz gibi romanlar, çevirileri, piyeslerin sahnelenmesi ile yaşanabilirdi. Ama yazarın kendi yazdıklarının geliriyle geçinemediği bir yerde, tiyatro sayısının siyasi parti sayısının onda biri olduğu, bu, koşullanmalarımızı kıran, ünvanların değil insan olarak ölçülerin meydana çıktığı, kişiyi özgür düşünceye doğru açan bir türün bunca az olduğu bir yerde evrensel ölçüler nasıl yakalanacak ki? Bu kadar ürün ABD'de, Finlandiya’da, Danimarka'da, yazara iyi bir düzeyi yakalatmaya yetiyorsa burada da yeterli olmalı. Yoksa, nasıl bir çağdaşlık olacak bizimkisi; değerlerimiz nasıl evrensel ölçülerde olacak? Oysa, buradaki koşullar bu hedeflere dönük insanları bile engelliyor; o insanların kendi sınırlarını özgürce aramalarının önünü kapatıyor... İnsan, belki de hayatı boyunca kendi tavrını dilediğince deneyememiş olmanın burukluğunu taşıyor...