1. Şöyle bir çağrışım düşünelim:
"Yürüyorum; ayaklarım sızlıyor, sırtım, belim ağrıyor, bacaklarım gövdemi taşımakta güçlük çekiyor, yürümekte güçlük çekiyorum; ils ont quelque difficulte a marcher, Claude LevyStrauss, Anthropologie Structurale, Oedipe; Oidipus, us değil, os, Oidipos, Şişayak; Latince, us, Hadrianus Antinous mu derdi, Antinoos mu? Bithinia'lı; Bitinyalı; bit'in yal’ı, hayvan yiyeceği, kim?, köpek yiyeceği; bitin (senin bitin, yakanda geziyor, otobüste önümde duran adama söyleyemediğim; söyleyememiştim, derisi pek kolay kızaracak bir adamdı) bitin yalı, Boğaziçi; ninemin rumca tekerlemesi, yolun açık olsun derneğe getirirdi, ardından eklerdi, götün yalı gibi bir şey kuruyorum şimdi o sözlerden yola çıkarak, o zaman da kurarmışım ki yerlerde yuvarlanır, gülmekten tıkanırdım; yolun açık olsun, yürü, yürürken ayaklarım sızlıyor..."
1.1. Şimdi, kolaylıkla, "bu çağnşımın kişisel niteliği üzerinde durmak gerekmez," diyebiliriz. Gel gelelim, bu satırları okumuş olanların herhangi bir noktadan, belki de birçok noktadan, yola çıkarak kurmuş olabilecekleri çağrışım zincirlerinden ben ne çıkarabilirim (tabii, bu çağrışımlarını başkalarına iletmek üzere yazarlarsa ... )?
Ne ki, çağrışım söz kalıplarına girip iletilebilir gibi bir biçime gelince, herhangi bir iletişimin gereklerine de az çok uymağa başlar. Art arda sıraladıklarım, herkesin aynı noktadan yola çıkarsa ille de sıralayacağı şeyler değildir. Haydi, bağlar kişisel olsun. Ama tek tek söylediklerimi anlamak, o bağı şu ya da bu bilgiye yaslanarak ortaya çıkarmak isteyenin yapacağı, her şeyden önce, bilmediği noktaları anlamağa çalışmak olur sanırım. Bağı sonradan, yapay bir yoldan giderek kurabilmek için. İmdi, anlamak üzere, bu adam sözlüğe bakabilir, kendi görgüsüne, başkalarının bilgisine dayanabilir, kitaplara başvurabilir. Kendisini bu zahmetten kurtaracak şey ne olabilir ki? Çıkmalar, herhalde; dipnotları, açıklamalar falan ...
1.2. Kişisel bir çerçeve içerisinde kaldığı için anlaşılması güç bir çağrışım üzerine söylediklerim, geçmiş bir çağın diliyle, ama yalnız dili değil, değerleri, kültür "kod"lan, düşüncesi, duyarlığıyla yazıldığı için toplumsal boyutlarda bir "kişisel" çerçeve içerisinde kalan, kaldığı için de anlaşılması güçleşen bir metnin bugünün insanlarınca anlaşılabilmesini, okunmasını sağlamak üzere yapılabilecek şeyler arasında akla ilk gelen gene çıkmalar, dipnotlar, açıklamalar olmaz mı?
2. Halit Ziya Uşaklıgil'in (yüzyılın başında basılmış olan kitabın üzerindeki ada bakılırsa bunu bile düzeltmek zorunda kalacak, Uşşakizade Halit Ziya Bey demek zorunda kalacağız) 75 yıl kadar önce yayımlanan "Solgun Demet" adlı kitabını eski yazılı metninden okuyorum.
Bu kitabı, bugün yirmi yaşlarında olan birine okutmanın yolu nedir?
Bu soruya çoktan karşılık verilmiş görünüyor.
Eski yazı yeni yazıya çevrilecek, metin "Türkçeleştirilecek" ya da, "bugünün diline aktarılacak".
İşler öyle düzayak mı ki?
2.1. Her şeyden önce, şunu belirtmem gerek: Bu konunun kapsamına girebilecek sayısız metin içerisinden yalnız yazın alanına giren metinler üzerinde durmak istiyorum. Bu alanı da daraltıp yalnız yapıntı yazınının son yüz yıllık ürünlerini göz önünde tutacağım. Bu alan daraltmasıyla kalmayıp, yapılabilecek, yapılması gerekebilecek işlerin en genel ilkelerini araştırmakla yetineceğim. Yapılmış işlerden örnek göstermeyeceğim; kişilerin daha az ya da daha çok değerli sayılabilecek çalışmaları, başarılan ya da başarısızlıkları, beni şu anda ilgilendirmeyecek.
3. Halit Ziya Uşaklıgil örneği üzerine düşünmeğe başlayalım.
Her şeyden önce eski yazının yeni yazıya çevrilmesi var. Kolay diyeceksiniz. Bir yazım birliği (diyelim, TDK'nun Yazım Kılavuzuna, ya da o kılavuzun kurallarına uymamakla birlikte tutarlı kalan birtakım başka kurallara dayanarak) sağlandıktan sonra bu iş gerçekleştirilir biter. ("Bilhassa, bittabi, yirmi, fener" gibi sözcüklerin yaratabileceği yazım sorunları da, elbet, "etmek, ayna, türlü" gibi sözcüklerin yazılmasını sağlayan "saymaca"lığa uyacaktır.)
Bundan sonra ortaya çıkabilecek sorun, adların (yerli-yabancı) doğru yazılmasıdır. Bu iş için çeşitli canlı ya da cansız kaynaklara başvurmak gerekebilir. (Bir kentin, bir şehrin adı haritada bulunabilir ama bir semtin, bir nesnenin eski adını, o çağın diyelim ünlü bir hekiminin adını "bilenlerden" sorup öğrenmek zorunda kalabilirsiniz.) (Bir ayraç daha açalım: Ünlü hekim dedim de oradan geleyim. Halit Ziya'nın sözünü ettiğim kitabında böyle bir ünlü hekim yok. Gene son günlerde okuduğum bir başka kitapta var. Halit Ziya'dan yola çıkalım deyişim, ortada somut bir örnek düşünebilmek içindi. Ama yazı boyunca başka kitapların düşündürdüklerinden, başka kitapların getirdiği sorunlardan da söz edeceğim elbet.) Doğru okumanın, doğru yazmanın bir başka güçlük yarattığı alan da, çağın söyleyiş özelliğinden ötürü bugün güç okunan ya da "bilmedikçe" okunamayan sözcüklerin, bir aralık kullanılmış sonra bırakılmış, unutulmuş sözcüklerin yarattığı alandır. O çağın dilinde, o çağın yazı dilinde oldukça yaygın sayılabilse de, her zaman rastlanmadığı için duraksatabilecek sözcükleri de bu alana sokmak gerekir sanırım.
Kısaca dendikte, eski yazıyı sökebilmek yetmez; çağın en aydın, en bilgili okurunun, o yazarın dilini en iyi okuyabilen bir okurun okuyabileceği gibi okumak gerekir; ancak öyle yapılınca, eski yazıdan yeni yazıya aktarmanın bir değeri olur. Son yüz yılın sınırları içerisinde kalarak konuştuğumuza göre de, "bilenler, kaynaklar" çoğu durumda daha ölmemiş, yitmemiştir.
Buraya bir im koyalım, başka sorunlara geçelim.
3.1. Bu "Türkçeleştirme" işinin, bu "bugünün diline aktarma" işinin temelinde neler yatıyor?
Şöyle bir şey mi? "Yazarlar birtakım şeyler anlatmış, söylemiş. Bunları çağlarının artık anlaşılmaz olmuş dilinde anlatıp söylemişler. Ee, bugünün genci bu dili bilmediğine göre yapılacak şey o eski dilin yerine yeni dili koymak..."
(Bizde, nedense, geçen yılların hesabı pek baştan savma yapılır. Bir genç öykücü yıllar yılı genç kalır. Ustalar sanki yirmi yıl, otuz yıl yüzleri kırışmadan bir yerde kalakalırlar. Eski dili bilmeyen yalnız gençlerdir. Gazetelerde çıkan eski zaman fotoğraftan bile nedense hep elli altmış yıl öncesinin fotoğraflarıdır; oysa, bu elli altmış yıla en azından bir yirmi yıl daha eklenmiştir çoğu zaman. Hoş, Türkiye'de genç yaştaki insanların son yıllarda patlama halinde artışı bu hesap yanlışlarını çoktan düzeltmeğe başladı. Ama farkına varılması için, anlaşılan, bir süre daha geçmesi gerekecek.) Dönelim "eski dilin yerine yeni dili koymak" sorununa...
Burada dikkat edilmesi gereken önemli iki nokta var: Eski dilin yerine yeni dili koyma işinin hangi düzeyde yürütüldüğü; buna bağlı olarak da, "yeni dil", ya da "bugünün dili" ile iletilen şeyin ne olduğu...
Bu iki nokta üzerinde gereğince durmadıkça ileriye geçemeyiz.
3.1.1. Önce ilk soruyu ele alalım.
Yeni dil, eski dilin yerini, sözcük düzeyinde kalarak mı alıyor? Bununla yetiniliyorsa, işin en ilkel düzeyde tutulmakta olduğunu söylememiz gerekir.
"Bu günden sonra vukuat bir cereyan (ı) seri ile teakub itdi." yerine "Bu günden sonra olaylar hızlı bir akım ile biribirini izledi," demenin gülünçlüğü ortada. 'öylesini zaten kimse (ya da, kendini bilenler) yapmıyor," denebilir. Eh, diyelim ki öyle. Gene de, ortaya çıkan şey şu: Sözcük düzeyinde kalınamaz. Peki, bunun bilincinde olunduğu söylenebilir mi? Bu da bir başka sorun olarak çıkıyor karşımıza. Geçelim. Konuşmakta olduğumuz noktaya dönelim.
Bir tamlamayı açıp Türkçeye çevirdik. Bir sözcüğü bugünün (neyse o...) Türkçesine aktardık. Yeter mi?
Önce, bugünün Türkçesi, bugünün dili dediğimiz şey, büyük bir sorun. Yeni yeni ortaya atılmış sözcüklerin "tutmuş" olup olmadığı aylarca, yıllarca tartışıladursun; sorun biraz ötede gibime geliyor. Bugünün dili, benim, senin, onun, tek tek kişiler olarak konuşmalarımızda kullandığımız ya da kullanmaktan kaçındığımız sözcükler değildir. Bugünün dili, bugün Türkçe düşünüp yazanların kullandığı yazı dilidir.
Türkçe düşünmek deyimi, ileride, karşımıza yeniden çıkacak. Bu ilk kullanılışı, dallanıp budaklanmadan kalsın şimdilik.
Bir de yazı dili diyorum; çünkü söz konusu olan, yazılı bir metindir. Yazılı bir metinde görülen konuşma dili de yazı dilinin konuşma dilini bir yorumlama biçimidir. Unutulmaya.
3.1.2. Peki, bu "bugünün diliyle" aktarılan şey ne? Yalnız bir olaylar dizisi, bir olaylar zinciri mi?
Pek çok yazında belki de dünyanın her dilinin yazınında öyledir ya, bilemem rastlanan, biline gelen, gözlene gelen bir görüngüyü anımsatalım: Birtakım ortak "konular" vardır; Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre, Elektra, Antigone gibi. Başka başka ozanlar, yazarlar, bunları bir daha, bir daha "işler".
İmdi, okul kitaplarında, falan mesnevinin, filan oyunun "özeti", "konusu" başlıkları altında verilen metinler olsun, "falan öyküsü", "filanın masalı", "feşmekanın serüvenleri" başlığıyla yayımlanan metinler olsun, başlı başına (iyi ya da kötü) birer metindir, o konunun birer yeni dökümüdür. Ama ileri gelen ozanlar, yazarlar elinden çıkmış metinleri düşünelim. Bunları ”yeni dile, bugünün diline” sözcük düzeyinde kalarak aktarınca ipe sapa gelmez birtakım lakırdıların ancak yan yarıya örtebildiği, biline gelen bir olaylar dokusu mu kalacak elimizde? Yazarların olaylar zincirinde yapmış olabilecekleri ufak tefek değişiklikler dışında çırılçıplak bir iskelet mi?
Yüzyıllardan beri bir yazarın ortaklaşa bir konuyu ele almasıyla ortaya çıkmış yeni yapıtlar var. Biz bunları bir fiskede soyup ana çatıya götürmekle mi yetinecek, kendimizi büyük bir iş yapmış mı sayacağız? Bu soruya "hayır” diye, heyecandan titreyen bir sesle karşılık vermek, pek kolay.
Mesneviler, Antigone'ler, son yüz yılın yapıtları arasına pek girmediğine göre bunları neye karıştırdım bü yazıya? Pek belirgin bir örnek vermek için... Aktarılanın "nasıl bir dil" kullanılırsa kullanılsın, aktarılabilecek bir nesne olduğunu sanıyorsak, bu işler yürümez pek...
3.2. Gelip dayanacağımız kardeş sorun da şu, sanıyorum:
Bugünün diline aktarma işi ne için, kimler için yapılacak?
Bu soruyu yanıtlamak da pek kolay gözüküyor ilk bakışta: "O çağın dilini bilmeyenlere kültürümüzün geçmişiyle bağ kurmak olanağını sağlamak.” Pek iyi, pek güzel...
Türkiye'de dil, 8090 yıldır pek hızlı bir değişme sürecine girdi. Bu değişmeyi şu ya da bu yönde zorlayanlar oldu.
Aşın zorlamalar, tepkilerini yarattı... Ne zaman dilden açılırsa, söylenen, söylenegelen sözlerdir bunlar. Biliyoruz, bildiğimizi sanıyoruz; tutkulu, duygusal tartışmalara fırtınalı bir denize dalar gibi dalıyoruz; ama bu tartışmalarda, değişme sürecinin seçtiğimiz belirli bir döneminde kapanıp kalıyor, gerisini, sonrasını, düşünmek istemiyoruz sanki. Bilmem, belki de bana öyle geliyordur, yanılmaktayımdır...
Ama dilin değişmesi konusunda görüşlerimiz, dileklerimiz ne olursa olsun, olguya bakmamız gerekir. O çağın dilini bilmeyenler, anlamayanlar var (Demin de buna değindim; bunların pek büyük bir çoğunluk oluşturduğunu, varalım unutalım şimdilik). Demek ki dil, değişiklik geçirmiş. Gençler, genç kuşaklar (ikisi aynı şeymiş gibi rahatça yan yana getiriliyor bu iki deyim) eski dili bilmiyor. (Gene ayraç: Bu gençler, genç kuşaklar içinde, bir azınlık da olsa, bu dili okullarda okumuş, hiç değilse bu dilde yazılmış metinler üzerinde çalışmış olanlar var. Onlar bu eski metinleri daha kolay okuyabiliyor mu? Bu alanda uzmanlaşmadıkça en meraklısı bile oflayıp puflamadan bir eski metni rahatça okuyabiliyor mu?) Geçelim.
Dil değişti de, yaşam değişmedi mi? Dili bilmeyen gençler, genç kuşaklar, eski yaşamı biliyor mu?
Yaşamın değişmesi olgusu, açıklamalar, çıkmalar, dipnotları dışında da etkisini gösterse gerek bu "metin yenileme" işinde... Anlamı değişen sözcüklerin yanı sıra diyemi değişen "ileticiler" var. ("İleticiler" diyorum, tanımı tartışmalı ya da değişken birtakım terimler kullanmaktan kaçındığım için... Bu sözcüğü kullanırken, belli bir kültür çerçevesi, belli bir yaşam biçimi içerisinde, kestirmeden giderek birçok "şey" iletebilen sözcükleri ya da sözcük dizilerini, benzetmeleri, anıştırmaları, deyimleri, imgeleri, simgemsileri düşünüyorum.)
3.3. Bir başka nokta da, tutarlığın sağlanması.
Tutarlık, pek ilkel bir düzeyde, 3. sayfada "vukuat” karşılığı "olaylar" denmişse 13. sayfada, aynı sözcüğün karşılığı olarak gene "olaylar" demek gibi görünebilir, ya da, düşünülebilir.
Bence, epey tartışılacak bir şey, bu "tutarlık" ... Bir yerde "vukuat", bir yerde de "olaylar" demek tutarsız gözüken bir davranıştır. Ancak "vukuat var"daki "vukuat"ın karşılığını "olaylar" diye düşünmek yukarıda değindiğimiz sorunun alanına girer. Peki, bir yerde "olaylar", bir başka yerde, "olup bitenler" demek ille de tutarsızlık mıdır?
Evet, tartışılacak bir konu; örnekler üzerinde tartışılacak bir konu. Ne ki, tutarlı olmak istiyorsak, yazarın belli biçimlerde söylediği belli şeyleri, gene belli biçimlerde aktarmak zorunluğundan sıyrılamayacağımızı genel bir düzeyde kalarak söylemek zorundayız.
4. Şimdi, baştan beri söylediklerimizi ayıklayalım:
a) Yapmak istediğimiz, ortaya bir "tarih" koymaksa, "tarih"i duyurmaksa, okura "belge"leri vermemiz gerekir. Bu durumda "belge"ler üzerinde oynamak, "zihniyeti değiştirme" çabalarına girişmek, ya da, "değişmiş bir zihniyet açısından" bakarak metnin orasına burasına ilişmek yersiz bir iş olur.
Bu "belge"nin çıkmalı, açıklamalı, dipnotlu, önsözlü, sonsözlü bir özel baskısı yapılır. Böyle bir baskıyı alıp okuyanlar az olacaktır herhalde; fiyatından ötürü, oylumundan ötürü, okunmasa bile (ya da, okunmadığı için) bir yük gibi adamın elini dolduracak "dolgu"sundan ötürü... Buna karşılık yazın meraklıları, bir kitabı "kendi dilinde" (gerekirse açıklayıcı başka birtakım kaynaklara başvurarak) okuma meraklıları sanıldığı denli de azrak yaratıklar değildir öyleleri bu baskıyı alır, keyfince okur.
b) Eski yazının yeni yazıya, eski dilin yeni dile, eski deyişin yeni deyişe, Türkçe olmayan düşüncenin Türkçe düşünceye çevrilmesi söz konusuysa; eski okurun okuduğunu yeni okura da okutmak söz konusuysa; yeni okurun başka bir çağda, başka türlü düşünen, konuşan, yazan, başka türlü yaşayan bir kişi olduğu düşünülüyorsa, o zaman yapılacak şey, bütün sakıncalarım göze alarak, çeviridir. Çevirinin, enine boyuna bütün yan anlamlan, bütün ilkeleri, kuralları, çeşitleri göz önünde tutularak...
5. İmdi, çeviri üzerinde düşünmeğe başlayalım.
Çeviri deyince ilk düşündüğümüz, yabancı dediğimiz bir dilden kendi dilimize, ya da kendi dilimizden yabancı dediğimiz bir başka dile yapılan çeviridir.
Ama bir dilin değişik çağlan için de çeviri söz konusu olmaz mı? Çeviri gerekçesi olarak, dilin dizgesinin değişmiş olması yeter sanırım. Gene de, bu işin özellikleri varsa nedir, diye sormalıyız.
Çevirinin metne bağlılığı sorunu çoğu zaman şöyle dile getirilir: "Özgür" çeviri mi, "sadık" çeviri mi? Sanırım, bu ikilem, "düzme sorun"lara verilebilecek en iyi örneklerdendir. Çeviri metne bağlı kaldıkça değer taşıyabilir. Metne bağlılığın çarpık bir biçimde anlaşılması, daha doğrusu, çoğu zaman dillerden birinin ya da ikisinin yeterince bilinmemesi bu düzme sorunu yaratır. "Çeviri kokan" çeviri nasıl bir nesnedir ki?
Çevirinin gerçek bir dile yapılması, ya da, çeviri dilinin gerçekliği, bir başka sorundur. "Yokça" diye bir dil olabilir mi?
Çevirinin iyiliği ya da kötülüğü, başarılı ya da başarısız oluşu nasıl bir tutumdan ileri gelebilir?
Çeviride neler kurban edilir, neler edilmeyebilir? Aktarılanın niteliği nedir?
Son olarak, çeviride neden, ya da, nelerden vazgeçemeyiz?
İşte, bu sorularla sorunlara biraz yanaşmağa çalışalım.
5.1. Çeviriye, belli bir dilin kalıplan içerisinde dile gelmiş bir düşünce biçiminin başka bir dilin kalıplan içerisinde dile getirilmesi diye bakabilir miyiz?
Bakabiliyorsak, düşüncemizi şöyle sürdürelim: Yabancı dili, başka bir ülkenin, başka bir ulusun dili diye görmeğe alışmışızdır. Kimi zaman da başka bir ülke ile başka bir çağın dili diye... Ama aynı ülkede birden çok dil konuşuluyorsa çeviri yapılabileceği gibi, kendi dilimizin geçmiş bir çağı da çeviri konusu olabilir. Örnekleri var.
Dilin sözcükleri biçimce, yazımca, anlamca değişiklik geçirmiş; sözdizimi, düşünceyi dile getirme biçimleri, çekimler, söz dağarcığı, kültür ya da anlam alanları değişmiş olursa; kısaca, dilin dizgesi adını verebileceğimiz bir yapıda değişiklik olmuşsa, bu çeviri işine girişmek gerekecektir. Ama çeviri konusu olan dil "aynı dil" olduğuna göre, bu işin özellikleri var mıdır? Varsa nedir?
5.1.1. Bir dilden bir başka dile açılmış bir çeviri yolu, bu çevirinin kurallarının da bulunup işlendiğini, işletildiğini düşündürür. Zamanla, çeviriler arttıkça, başlangıçta karşılaşılan güçlükler azalır; birtakım karşılıklar, karşılama biçimleri ortaya çıkar. Gerçi bu kolaylaşma gerek Dil 1 (çeviriye konu olan dil) gerek Dil 2'de (çevirinin dili) görülecek değişikliklerden ötürü, sürüp gitmez; gene de bir "yabancı" dilden yapılan ilk çevirilerin güçlüğü ölçüsünde güçlükler bir daha pek çıkmaz insanın karşısına. Oysa Dil 1 de, Dil 2 de "Türkçe" olunca kuralların bulunması gerekir işe girişince. Bu kuralları bulmak, ilk bakışta sanılabileceği kadar kolay değil galiba. Hele Dil 1 zaman bakımından Dil 2'ye yakın oldukça bu güçlük, sanırım, çoğalır. Kuralları bulup işlemek, çeviricinin karşısına, kaçamak yollan bulunamayacak birtakım sorunlar çıkarır.
Dilin dizgesi değişmiştir ama dilin kendisi, çoğu sesiyle, adıyla, kuşaktan kuşağa aktarılan kimi özellikleriyle aynı dil olarak kalmıştır. Hiçbir şey iletmeyecek, ya da pek büyük yanlışlara düşürebilecek ölçüde eskimemiş, değişmemiştir önümüzde duran metnin dili. Yer yer, "böyle bir şeyi babam, dedem söylerdi; ninemin, büyük halamın pek sevdiği bir deyimdi bu," diyebiliriz bu dil karşısında. Dikkat edilecek nokta şu: Aynı şeyi bugün de söyleyip yazıyor muyuz? Yoksa, bu eski biçimleri tanımakla, pek yadırgamamakla mı kalıyoruz?
Yalnız tanımakla, ya da pek yadırgamamakla kalıyor, bugün bunları başka türlü söylüyorsak, çeviri yapılacak duruma gelmiş olduğumuzu düşünebiliriz. Göz önünde tuttuğumuz, bizim kuşağımız değil, çocuklarımızın, torunlarımızın oluşturduğu kuşaklar ise...
Tümüyle yabancı bir dil karşısında bunun Türkçesi nasıl söylenir diye düşündüğümüz zaman, bugün yazdığımız Türkçeyi düşünürüz; daha eski bir Türkçeden yapacağımız çeviri için niye böyle düşünmeyelim?
5.1.2. Her iki dilin iyi bilinmesi, çevirinin "sağlığımın ana koşulu olsa gerek. Bir dili iyi bilmese de ana dilini iyi bilen bir çevirmenin çok güzel bir çeviri yapabileceği söylenir; buna örnek de gösterilebilir. İmdi, bu kişi, yanlış çevirdiğini bile kabul ettirecek güzellikte bir çeviri yapmışsa, o kişinin çok güzel çeviri yaptığını söyleyebiliriz; sağlıklı bir çeviri yaptığını söylemek ise, bu durumda güç olsa gerek. Metne bağlılığın ana dilde çarpık, çetrefil bir anlatıma yol açabileceği durumlarda özgür davranmanın gerekli hale geldiği yollu savunmalar da bana pek inandırıcı gözükmüyor. Metne bağlılığı, böyle bir durumda, şöyle anlarım ben: Metin, onu kendi dilinde okuyan insanlara da çetrefil geliyorsa, bu anlatım yazarın özelliği ise, çevirmenin bundan kaçması, kaçınması ya da ürkmesi saçma bir şey! Tersine, bu özelliği aktarabilmek için kendi dilinde bunun karşılığı olabilecek bir çetrefillik araması zorunludur, derim. Yok, çetrefillik, ya da güç anlaşılırlık, metni kendi dilinde okuyanın hiç karşılaşmayacağı çeşitten bir kültür başkalığından doğuyorsa, ayrıntılarda biraz daha özgür davranıp yörelleştirmeğe belki, bir ölçüde, gidilebilir ama genel çizgide metnin özelliklerinin bozulmamasına gene çalışmak gerekir.
5.1.2.1. Bütün bu sözler de, iki dilin iyi bilindiği varsayımına gelir dayanır. Büyük bir yazı ustası, yanlışını bile kabul ettirebilecek ölçüde güzel bir çeviri ortaya koyan usta, biraz daha çaba gösterse de o yanlışı yapmasa, bize metni olduğu gibi aktarsa iyi olmaz mı? Diyeceğim, güzel çeviri yapabilmekte olmak, bize metni istediğimiz gibi eğip bükmekte, çarpıtıp değiştirmekte haklı olabileceğimizi düşündürmemeli. Böyle bir ustalığa da zamanla varılır, bütün ustalıklar gibi.
Sözcükler düzeyinde kalan bir çeviri "çeviri kokmaz", kötü bir çeviridir; Türkçeden Türkçeye yapılacak çeviri için de aynı şey söylenebilecektir, o halde.