Sözcelem Ve Halk Masalı

Tahsin Yücel


Algirdas Julien Greimas, Maupassant'ının önsözünde, “bugün söylemsel göstergebilimin yararlandığı yöntemsel araçlar"ın karmaşık yazınsal metinleri çözümlemede yetersiz kaldığını vurguladıktan sonra, uygulamanın sağlığı açısından, yalın metinlerin karmaşık metinlerden daha önce incelenmesi gerektiğini savunur. Yöntemini elden geldiğince geniş bir biçimde örneklendirmek için, “oldukça eskimiş bir yazarın görünüşte yalın bir metni": Maupassant'ın Deux amis'si üzerinde çalışmayı yeğlemesinin nedeninin de bu olduğunu söyler. Böylece, Propp'un doğrultusunda, bir yandan elimizdeki kuramsal örnekçelerin temellendirilmesine çalışılırken, bir yandan da sözlü yazından yazılı yazına, halk masalından “okumuş" anlatısına doğru bir adım atılmış olunacaktır.

Örnek bir “okuma" olarak niteleyebileceğimiz Maupassant'ın simgecilikle doğalcılık arasında öteden beri kurulagelen karşıtlığın temelsizliğini gözler önüne sermesi bile, hiçbir yazınsal metnin yalın bir metin sayılamayacağını kanıtlar bize. Gene de halk yazınından yazılı yazına doğru giden, değişik yazınsal metinleri de birbirinden ayırdığı varsayılan bir basamaklanma bulunduğunu düşünür Greimas. Tümüyle Jacques Geninasca'nın görüşlerine katılır bu konuda, “yazılı yazının anlamsal izgenin büyük bir bölümünü kendi yapısına kattığı, sözlü yazındaysa bu izgenin her zaman içkin bir biçimde kaldığı" görüşünden yola çıkarak, “sözlü yazından yazılı yazına geçişi öyküleme öznesinin metne girişinin belirlediğini", böylece, yazılı söyleme özgü olan sözcelem yapılarının önemini vurguladıktan sonra, halk yazınında “anlatıcının anlattığı şeyi bilmediğini" oysa yapılı yazında anlatının derin anlamını öyküleme Öznesi yazarın kendi üzerine alabileceğini yazar.

Çoğu göstergebilimcilerin doğrudan doğruya halk masalları üzerinde değil de, bunların belirli kesitlere indirgenmiş özetleri üzerinde çalışmaları, böylece, metni ayırıcı niteliklerden yoksun, gereksiz bir öğe gibi konu dışında bırakmaları bu türlü görüşlerin sonucudur kuşkusuz. Ama sormak gerekir: “Uzun zaman, erkenden yattım" sözcükleriyle başlayan, yüksek düzeyde bir yazınsal anlatının, “Zamanında, ben üç yüz bir yaşında iken iki arkadaşım vardı: biri kör, biri çıplak. Çakmaksız, namlusuz, kundaksız tüfekle bitmedik çalı dibinde doğmadık, tavşan avına gittik" sözcükleriyle başlayan bir halk anlatısından ister istemez daha karmaşık bir nitelik taşıdığını kesinlerken, dayandığımız ölçütler nelerdik Yüksek düzeyde yazınsal metinlerin anlatıcısının bilgi'siyle halk metinlerinin anlatıcısının bilgisizliği arasındaki karşıtlık bir nitelik ayrımından çok, bir nicelik ayrımı olamaz mı? Yapısalcı yöntem bize bir yapıtın bilinçle oluşturulmuş içeriğini, bu yapıtta anlatıcının bilinçli istemi dışında yer alan anlamlardan üstün tutmanın yanlış olduğunu yeterince kanıtladığına göre, çağdaş anlatıcının ürettiği söylem konusunda her şeyi bilmesine karşılık, halk söyleminin anlatıcısının anlattığının anlamı konusunda hiçbir bilgisi bulunmadığını nasıl savunabiliriz?

Paul Zumthor, “kutsal kitapların bıraktığı anılar, eskil tarih kırıntıları, dağınık okul bilgileri, halkbilimsel söylem parçaları" yanında, uzak bir geçmişten gelen birtakım izleklerin belirli “bir bilgi, bir temel ekin ve gönderge oluşturduğunu", okuma yazma bilmeyen “yazar"ların bile kendi söylemlerini bunlarla kurduğunu söylerken, bu soruların hiç de yersiz olmadıklarını sezdirir bize. Maupassant'ın simgeciliğinin belirli bir ekinde benimsenmiş bir göstergebilimsel tutumun sonucu olduğunu söylediğine göre, Greimas'ın kendisi de dolaylı olarak doğrular bu kuşkuları.1301 Üstelik, yazınsal göstergebilimin yöntemsel gereklerine uygun olarak, metin dışı bir anlatıcı olan yazarı bırakır da kendi kendine yeterli olduğu varsayılan metnin sınırları içinde kalırsak, iki tür metin arasında anlatıcının bilgisine göre kurduğumuz karşıtlığın belirleyici niteliğini yitirdiğini görürüz: tıpkı bir başkasının söylemini yineleyen halk masalı anlatıcısı gibi, La Maison Nucingen'in anlatıcısı da, hakkında hiçbir şey bilmediği bir olayın “başkalarınca öykülenişini" öykülemekle yetinir; Louis Lambert'in anlatıcısı, bize aktardığı gizemli sözlerden hiçbir şey anlamadığını kesinler; Le Voyeur'ün anlatıcısı da herhangi bir halk masalı anlatıcısının bildiğinden daha fazlasını bilmek savında değildir.

Ne olursa olsun, kendi köyünden başka yer görmemiş bir anlatıcının başkenti köye, padişahı köylüye dönüştürmesini ya da bir masalı askerliği sırasında öğrenmiş olan anlatıcının onu askerlik yaşamını çağrıştıran ayrıntılarla donatmasını ikincil bir olgu gibi değerlendirsek bile, herhangi bir metnin yazarının bilinmemesi nasıl onun metin niteliğini değiştirmezse, halk masalının ilk anlatıcısının yokluğunun da bu masalı taşıyan söylemde sözcelem sürecinin, yani bu söylemi temellendirip yönlendiren etkenlerin belirtilerini ortadan kaldırmadığını kesinlememiz gerekir. Bu süreç yok sayılacak olursa, bütün söylemler gibi masal da bir başka nesneyi yinelemekten öteye geçmeyen, amaçsız, yönelimsiz bir söz yığını olup çıkar. Sözcelem düzlemini konu dışında bırakan çözümleme de ister istemez yarım kalır. Bu nedenle, halk yazınında sözcelem öğelerinin bulunmadığını söylemek, bu yazının gereğince çözümlenemeyeceğini kesinlemekle aynı şeydir.

Yazılı yazınla sözlü yazın arasında hiçbir ayrım bulunmadığını mı söylemek istiyoruz? Hayır. Ama iki yazın arasındaki ayrım sözcelem öğelerine yer verip vermemelerinde değildir: yazılı yazının metin içi anlatıcısı hep aynıdır, sözlü yazının anlatıcısıysa metnin her yeniden gerçekleşiminde değişebilir. Üstelik, bir bakıma ilk ya da ortak anlatıcının yerini almasına karşın, öyküye de, öykülemeye de türlü değişiklikler getirebilir. Bu nedenle, yazılı yapıt ister istemez kapanmış bir metin olarak tanımlanırken, sözlü yapıt açık bir metin olarak tanımlanır: tanımı gereği, gücül bir nitelik taşır sözlü yapıt, ancak bir değişke biçiminde varolabilir. Bunun sonucu olarak, sözlü yapıtın elle tutulur biçimi olan değişke, hem ortak bir üretim, hem de bireysel bir yeniden üretim niteliğiyle çıkar karşımıza.

Hiç kuşkusuz, değişkenin gerçekleşimi gerçekleştirilen yapıtın söylemsel ve anlatısal yapılarından da, daha önce gerçekleşmiş değişkelerinden de bağımsız değildir. Ne var ki, ilk biçimle, ortak ya da ilkel anlatıyla özdeşleşmek şöyle dursun, kendi tekil varlığını ve kendini yerini almaya yöneldiği şeyden ayıran indirgenmez uzaklığı ikide bir belli eder, örneğin kahramanlarından birinin masalın burasında bir türkü söylediğini, ama kendisinin bu türküyü bilmediğini belirtirken, küçük oğulların büyük oğullardan daha yiğit ve daha uyanık olduğu ya da masallarda zamanın çok çabuk geçtiği gibi birtakım genel gözlemleri dile getirirken, anlatıcı yalnızca öykü evreninin dışında bulunduğunun değil, bir değişke, bir ikincil söylem ürettiğinin de bilincinde olduğunu ortaya koyar.

Bununla birlikte, bir yandan kendisiyle öykü evreni arasındaki uzaklığın altını çizip dururken, bir yandan da onu yadsır. Hem de daha başlangıçta, yalnızca bir anlatıcı, bir öyküleme öznesi değil, aynı zamanda bir öykü kişisi olarak belirdiği tekerleme bölümünde yapar bunu: “Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, pire hamal iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir varmış, bir yokmuş, bir sığırtmaç varmış," diye başlar132 örneğin, ya da aynı sığırtmacın öyküsüne şöyle bir girişten sonra gelir: “Forforadan, sürsüreden, Tire'den. Yiyip içerek, konup göçerek, inip çay başlarında soğuk sular içerek. Horoz imam iken, kaplan baba benim yanımda çırak iken. Ali dost, Veli dost, tekkede kaldı bizim eski post. Avludan soktum elimi, kavradım ince belini, imamın kaykı gelini. Bir var iken, bir yok iken, İstanbul'a çıktık. Haşlamacılar haşlama haşlamış, bizde de masal başlamış. Bir varmış, bir yokmuş, Allah'ın deli deli kulları pek çokmuş, bizden delisi hiç yokmuş. Evvel zaman içinde bir sığırtmaç varmış."

Bilindiği gibi, masalda anlatılan öyküyle doğrudan hiçbir bağıntısı bulunmayan, ama, yansıttıkları kişi ve olayların şaşırtıcılığına karşın, çoğu kez kendi içlerinde bir bütünlükleri bulunan, bağımsız giriş öyküleridir tekerlemeler. Yüzyıllardır kullanılagelen birer kalıptır hepsi de. Gene de hiç değişmediklerini kesinlemek zordur: anlatıcının deneyi, bilgisi, alışkıları ya da istekleri doğrultusunda biçimlenirler çoğu kez. Bunun için de tıpkı kendilerini izleyen masallar gibi açık bir nitelik sunarlar: duruma göre uzatılıp kısaltılabilirler, ya da birinin öğeleri başka birinin öğeleri arasında yer alabilir. Örneğin deve ya da pire tekerlemeden tekerlemeye uğraş değiştirebilir ya da içöyküsel anlatıcı İstanbul yolculuğuna kaplumbağalara koşulmuş bir arabayla çıkabilir. Ama bunlar bütünün eklemleniminde hiçbir şeyi değiştirmez: tekerleme hep aynı biçimde, aynı ölçüde işlevseldir.

Gerçekten de, anlatıcının tekerlemeye başlamakla sözcelem düzleminde gerçekleştirdiği ayrılım, bir ben olmayan kişi (sözcelem öznesi), bir burası olmayan yer (genellikle belirlenmesi zor olan bir başka yer) ve bir şimdi olmayan zaman (anlatıların fazlasıyla alışılmış, ama burada çok uzak bir geçmişe atılmış zamanı) sokar işin içine, öykünün bu şimdi olmayan zamanı hemen her seferinde “evvel zaman içinde" ya da “vakti zamanında" türünden deyimlerin de yardımıyla çok eskilere yerleştirilir. Çağdaş olamayacak ölçüde olağanüstü olayların ve kişilerin varlığı da bu izlenimi güçlendirir. Ne var ki, bu zamanın sözcelemsel bir ayrılımla temellendirilmesi bile, söz konusu eskilikten bir şeyler alıp götürür: anlatıcı, birinci kişi ağzından, kendi serüvenini yansıttığına göre, yalnızca sözcelem düzleminde değil, sözce düzleminde de özne niteliğine bürünür; bunun sonucu olarak da öykünün geçmiş zamanını öykülemenin şimdi olmayan zamanına yaklaştırır. Bununla birlikte, öykülemenin bu şimdi olmayan zamanı, değişkenin gerçekleştiği bağlamda, şimdiki zamanla özdeşleşir, öte yandan, “ben babamın beşiğini sallar iken" türünden sözceler, önceliği sonralığa, sonralığı önceliğe dönüştürerek bir tür geriye gitme izlenimi uyandırır, “zaman zaman içinde" türünden sözceler de bugünü geçmişin, geçmişi bugünün kapsamı içinde göstererek zamanın dönüşsüz çizgiselliğinin yerini her şeyi güncelleştirebilecek nitelikte bir çemberselliğe verirler.

Anlatılan olayların yer aldığı uzama gelince, hem burası, hem başka yer, hem gerçek, hem gerçek dışı gibi görünür çoğu kez. Nerdeyse bütün tekerlemelerde, öyküleme öznesinin “ben" diye konuşmasıyla daha bir doğallaştırılan, nerdeyse doğal olaylar (“avludan soktum elimi, kavradım ince belini"), insansallığı hayvansallığa (“pire tellal iken"), yokluğu varlığa (“bitmedik çalı dibinde doğmadık tavşan avına gittik") dönüştürerek tersine dönmüş bir dünya görüntüsü yaratan olaylarla iç içe girdiğine göre, başka türlü olması da beklenemez. Hemen her Türk masalının başında karşımıza çıkan “Bir varmış, bir yokmuş" sözleri de fazlasıyla doğrular bu gözlemi, çünkü öyküleme öznesinin kendi kesinlediği şeyi daha kesinler kesinlemez yadsıyarak varlıkla yokluğu aynı kefeye koyduğunu gösterir. Bu nedenle, hemen sonra söz konusu edilen olayların gerçekleştikleri ortam olsa olsa uzam dışı olarak niteleyebileceğimiz bir başka yer olabilir. Ama, gene öyküleme öznesinin birinci kişi ağzından konuşması nedeniyle, hem sözcelem, hem de sözce düzleminde yer alır bu başka yer, bunun için de anlatıcının dinleyicileriyle birlikte bulunduğu burası'nın çok yakınlarındaymış gibi bir izlenim uyandırır.

Söylemek bile fazla, öyküleme öznesinin kendisi de çiftil bir nitelik kazanır bu koşullarda. Durumsal bağlamda, somut dinleyicilere seslenen somut bir anlatıcı olarak, bireysel bir öznedir; ama, gerçekleştirdiği öyküleme gerçek öznesi bilinmeyen bir söylemin sayısız yinelenimlerinden biri olduğuna göre, aynı zamanda ortak bir özne olarak da tanımlanır. Öte yandan, nesnelerin doğal düzenini tersine çevirip kendi babasının babası ya da anası yerine geçerek (“Ben babamın beşiğini sallar iken"), yaşam süresini alabildiğine uzatarak (“ben üç yüz bir yaşında iken"), bütün insanlara göre önceliğini ve dünyanın bütün olaylarına çağdaşlığını kesinler. Bu bakımdan, kimliğini temellendiren öğeler bir yana bırakılacak olursa, gerçekçi dediğimiz anlatı türünün her şeyi bilen, her şeyi gören bir yarıtanrı niteliğindeki anlatıcısından pek de farklı değildir. Buna karşılık, tanımı gereği başka bir öznenin söylemine gönderen, bunun için de her zaman bir “deniliyor ki" ya da “öyle görünüyor ki" içeren, geleneksel mişli geçmiş kullanımı, anlattığı olayların dışında bırakır kendisini, başkalarının söylemini yineleyen, ikincil bir özne durumuna düşürür. Böylece, bir kez daha, sözcelem kesinleme ve yadsıma, kimlik ve bilinmezlik, varlık ve yokluk arasında sürekli bir gidiş geliş biçiminde tanımlanır.

Öyküleme öznesinin bu bulanık koşulu, “Evvel zaman içinde bir sığırtmaç varmış" diyerek tekerlemeden masala geçtiği zaman da değişmez. İlk bakışta, anlatının iki bölümü arasında kesin bir kopma içeren bir ayrılım olgusunun varlığı sezilir bu geçişte, ama, biraz yakından bakılınca, söz konusu ayrılımın fazla fazla yarım bir ayrılım olduğu görülür: sığırtmacın kılgısal bir özne olarak öyküye girişi, eyleyensel bir ayrılımı belirler kuşkusuz, ama uzamsal ayrılım bulanık kalır. Tekerleme bölümünde “iken"lerin yinelenip durmuş olması da “Evvel zaman içinde" ya da “Vaktin birinde" sözleriyle getirilen zamansal ayrılımın kesinlik kazanmasını önler; tam tersine, iki bölümü birden kucaklayan bir zaman karşısında bulunduğumuzu düşündürtür. Hele öyküleme öznesinin dünyanın bütün olaylarıyla çağdaş olduğunu göz önüne alınca, iki bölümün de aynı öyküsel evrene bağlandığını kesinlemek zorunda kalırız. Ayrıca, öyküleme öznesinin zaman zaman öykü içinde de birtakım kılgısal işlevler yüklenmesi, ikide bir olay yerinde kendisinin de bulunduğunu kesinlemesi, sözünü ettiği masal kahramanlarının hala “mutluluk içinde" yaşadıklarını bildirmesi hatta dinleyicilerine onların selamlarını iletmesi de iki bölüm arasındaki ayrılımın göreceliğini kanıtlar.

Hiç kuşkusuz, anlattığı olayları kendi zamansal ve uzamsal konumuna göre değerlendirir öyküleme öznesi; bunun sonucu olarak da öyküsünün geçtiği dönemlerde dikiş makinesi bulunmadığını ya da en hızlı taşıtın at arabası olduğunu söyler. Ama, bu sözleriyle bile, sözcelem düzleminin şimdi'siyle sözce düzleminin evvel zaman'ını aynı gerçeklik ekseni, aynı gelişim çizgisi üzerinde değerlendirdiğini gösterir. Öykü zamanının dünyasıyla öyküleme zamanının dünyası arasında karşılaştırmalara girişerek örneğin öykü kahramanının kas gücünün “Ford motoru"ndan aşağı kalmadığını yeraltı kartalının tıpkı "bir helikopter gibi" havalandığını ya da o dönemin ejderhalarının “uçabildiklerini" söylerken de aynı şeyi yapar bir bakıma.

Öte yandan, ister "Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine" türünden, ister “Şimdi öyle yaşayıp durur. Dün buradan geçti, cümleye selam etti" türünden, isterse “Onlar (öykü kişileri) yediler, içtiler, o yana gittiler, biz de (anlatıcıyla dinleyiciler) yedik, içtik, bu yana geldik. Gökten üç elma düştü: biri bana, biri bu masalı anlatana, biri de dinleyenlere" türünden olsunlar, Türk masallarının bütün sonuç kalıpları, öykünün geçmiş zamanını öykülemenin şimdisine değin uzatırlar genellikle. Böylece, tam kapatır göründükleri anda, ardına dek açarlar masal evreninin kapılarını: gökten düşen elmaların şu ya da bu biçimde paylaşılması, hala yaşadıkları kesinlenen masal kahramanlarının anlatıcıyla dinleyicilerin yaşadığı çevreye gelmeleri, gene anlatıcıyla dinleyicilerin masal kahramanlarının “kerevetine" çıkmaları, her şey, her bir bağlayım sürecinin varlığını ortaya koyar. Böyle bir bağlayımın işleviyse, kolaylıkla kestirilebileceği gibi, öykü düzlemini öyküleme düzlemiyle birleştirerek iki evren arasındaki sınırı alabildiğine indirgemek, böylece masalı yalnızca kendi kendisi üzerine değil, dinleyicilerin de üzerine kapatmak, onları da masal evrenine, masal kişilerinin arasına katmaktır.

Görüldüğü gibi, Türk halk masallarında sözce düzlemiyle sözcelem düzlemi arasında kurulan bütün bu karmaşık bağıntılar, yazılı yazınla sözlü yazını karşıtlaştırmak için başvurulan ölçütleri doğrulamak şöyle dursun, bu masalların da tıpkı yazınsal anlatılar gibi birbirini bütünleyen üç düzeyde eklemlendiğini kanıtlamaktadır

1.       anlatılan düşsel ya da gerçek olay ya da olayların oluşturduğu öykü düzeyi;

2.       herhangi bir belirleme ya da değerlendirmeye yönelmeden, öyküyü tümüyle “taşıyan" öyküleme düzeyi;

3.       ilk iki düzeyi karşılıklı bağıntıları içinde kapsayıp temellendiren ve kendi dışlarında kalan şeylere göre konumlarını belirleyen anlatı düzeyi.

Bu üç düzeyin üçünü de göz önüne almadıkça, eksiksiz bir çözümleme yaptığımızı söyleyemeyiz; göz önüne alınca da Türk halk masallarının biçimsel olduğu ölçüde işlevsel kurgusunun en karmaşık ve en yeni yazınsal anlatılardan daha yalın olmadığını kesinlemek zorunda kalırız.

(Degrest 23, Bruxelles, 1980)

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

Edebiyat

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült