Edebiyat
Edebiyat

 

 

 

Şiirde Romantik Akım

Erdoğan Alkan


Klasik Akım, "Aydınlanmacılar" ve Fransız Devrimi'nden sonra;

-Toplumsal değişimler,

-Alman yazınının etkisi,

-Olumsuz eleştiriler ve bıkkınlık nedeniyle yıkıldı ve yerini Romantizm aldı.
 

Önce Nerval'in Du Bellay'ye (dolayısıyla Pleiade Okulu ve Klasik Akım'a) karşı eleştirisiyle başlayalım. Schlegel'den bir alıntı yapıyor. Nerval: "Eğer Fransa'da şiir sonradan yeşerdiyse, bu başarıya ne ingilizler, ne de bir başka halka öykünmediği için kavuştu. Bu sonucu, genel planda şiirin ruhunu, özel planda ise eski çağların Fransız yazınına dönüşüyle elde etti. Bir ulus şiirini son hedefe öykünme yoluyla asla yöneltemez. Hele de yabancı bir yazına yönelmekle, onu öykünmeme bit amaç gerçekleştirilemez. Çünkü o yabancı yazın gelişmişse, bu gelişimini kendi aydınlarının çabasıyla, kendi gelenek ve göreneği, kendi aktöre anlayışı sayesinde sağlamıştır. Demek ki başarı için, her halkın kendi şiirinin kaynağına inmesi, kendi geleneklerine yönelmesi yeter."

Ve, Du Bellay'nin, Pleiade Okulu'nun, yetkin dillerden, antik Yunan ve Roma dilinden sözcük alma ve Fransız şiirine antik Yunan ve Roma şiirini özüyle ve biçimiyle aktarma tutumunu şöyle eleştiriyor: "Kurumakta olan bir gövdeye yabancı dallar aşılanmasını hararetle öneren Du Bellay, bu gövdenin iyi bir bakımla yeniden yaşam bulup kendiliğinden meyve vereceğini düşünmemiş mi? Eski Fransızcanın kökü kurumuş gibi, aynı şey eski Fransızcanın kaynaklarından yararlanılarak yapılamazmış gibi, Yunanca ve Latinceye göre sözcük üretilmesini öngörüyor. Ode'ların, elegie'lerin, satyre'lerin şiirimize sokulmasını destekliyor, sanki bu şiirsel biçimler başka adlar altında dilimizde yokmuş gibi. Antik Yunan ve Roma şiirlerini almamızı istiyor, sanki bütün bir Normandiya edebiyatı, Şövalye Yazını Ortaçağı yansıtan yapıtlarla dolup taşmıyormuş gibi. Tragedyayı övüyor, peki ortaçağın mystere'leri ne güne duruyor? Bu mystere'ler Antik Çağ yapıtlarından daha özgür ve daha gerçekçi. Suçları bir dahinin kaleminden çıkmış olmamaları mı? (...) Pleiade Okulu şairleri aşırıya kaçmışlar, biçimle birlikte özü de almışlar. Antik Yunan ve Roma şiirini aktarmakla yetinmeyip bu şiirin geçmişi dile getirmesini istemişler. Üstelik işledikleri geçmiş bizim geçmişimiz değil. Örneğin trajediler ünlü Oedipe ve Agamemnon gülerin acılarım yansıtmalıymış. Şiiri öyle bir yere getirdiler ki içinde yalnız mitolojinin tanrıları değil, bütün tanrılar cirit atıyor. Du Bellay, usta sözcükler kullanarak, yabancıları fethedelim diyordu ama o yabancılar gelip bizim surlarımıza dayandılar. Yavaş yavaş, giderek, kutusal özelliklerimizden, kendi dilimizden utanç duyar hale geldik. Öyle ki, temsillerde artık krallarımızı, kendi kahramanlarımızı bile Roma elbiseleriyle sahneledik, anıtlarımızın altına Latince yazılar yazdık. Klasik Yunan ve Roma yazını bizim gelenek ve göreneklerimizle, ulusal niteliğimizle uzlaşmadığı için, yukarda saydığım gülünç tersliklerden başka, edebiyatımız da istenilen derecede yaygınlaşıp ün kazanamadı. (...) Kuşkusuz Rousard Okulu'na hoşgörüyle bakamayız. Halka özgü ve halkın ürünü ne varsa, analarına sövülüyormuş gibi, Horace'cı bir çalımla itip, yazınımıza Yunan ve Latin türlerini soktular. Sadece soylu yazın önünde şapka çıkarıp, doğal ve gerçek ne varsa, bunlar sanat değil diyerek, hepsine sırt çevirdiler. Doğaya ve bahara on altıncı yüzyıl şairleri kadar hiçbir şair kaymadı. Doğa ve bahar adına yaptıkları tek antik Yunan ve Roma şairlerinin bu konuda söylediklerini derlemek ve onlardan bilgelerin hoşlanacağı bir bütün oluşturmak oldu. Böylece giderek, kedilerine ait tek bir düşünceyi bile söylemekten korkar hale geldiler. Nitekim zamanın bilge eleştiri ve yorumlarında da aynı şeyi görüyoruz. Bir şair yapıtında antik Yunan ve Roma şairlerini ne kadar çok öykünmüşse yapıtı da o denli göklere çıkarılmış. Bazı ressamlar vardır, tablolarını ustaların tablolarına benzeterek yaparlar, ortaya çıkan şiirler bu tür tablolar gibiydi. Örneğin bir insan mı çiziyorsun, kolu bir ustanın, başı başka bir ustanın, giysi kıvrımlarım diğer bir ustanın tablosundan alacaksın ve ortaya çıkan şey sanatın başyapıtı sayılacak. Üstüne üstlük, 'düpedüz doğayı örnek alan daha iyi değil miydi?' diyenleri de cahillikle suçlayacaksın. Bütün bunlara kızmamak elde mi?"

Şiire Romantizm döneminde başlayan Gerard de Nerval'in bu eleştirisi Pleiade ve Klasik Akım şiirine karşı çıkan tüm şairlerin tepkisini dile getiren ortak bir ses gibidir.

 

Sosyal Değişimler

Fransız Devrimi'ne dek Fransa'da ve bütün Avrupa ülkelerinde erk, soylular ve din adamlarının tekelinde. Sanayi Devrimi ürünlerini henüz vermemiş, işçi sınıfı güçsüz. Nüfusun büyük çoğunluğunu Doğu ve Orta Avrupa'da köle, Batı Avrupa'da köylü denen tarım emekçileri ve zanaatçılar oluşturuyor.

Ticaret din adamlarına yasak, soylular ise ticareti hor görüyor. Yeni deniz yollarının bulunması ticaret üstünlüğünü Asya'dan Avrupa'ya kaydırıyor, yeni ülkelerin açılması bu ülkelerin altın ve gümüşünü, mallarını, hammaddelerini sürekli Avrupa'ya taşıyordu. Böylece ayrıcalıklı soylular ve din adamlarının yanı sıra parayı, anamalı, ekonomik gücü tekelinde bulunduran yeni bir sınıf, zenginler sınıfı, burjuvazi doğdu. Sayıları ve sermayeleri gittikçe çoğalan, hazine açıklarını kapamak için kralların ve derebeylerin bile el açtıkları burjuvazi yönetimde de söz sahibi olmak istiyordu. Para sayesinde çocuklarına yüksek öğretim yaptırmışlar, eğitim eşitsizliğini kırmışlardı. Öğretim görevlileri, avukatlar, hekimler ve edebiyatçılar artık bu sınıftan çıkıyordu. Küçük yerlerin yönetiminde de bazı mevkileri tutmaya başlamışlardı. Düşün yaşamına egemen olan Jean-Jacques Rousseau, Voltaire, D'alembert, Diderot gibi kentsoylu aydınlar özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi kavramları yerleştirdiler, düşünsel ortamı hazırladılar. Öte yandan ekonomik sıkıntı içindeki saray, koyduğu vergilerle halktaki hoşnutsuzluğu artırıyordu. On altıncı Louis'nin, bir defaya özgü, bütün taşınmaz mallardan yüksek bir dolaysız vergi almaya kalkması soyluları da kızdırdı. Yüksek düzeydeki din adamlarıyla kendileri arasında büyük gelir ayrımının bulunması köy papazlarını öfkelendiriyordu, onlar da saraya karşıydılar. Ortam oluşmuştu. Burjuvazi Robespierre, Danton ve Marat'nın önderliğinde devrimi gerçekleştirdi. Krallık yıkıldı, yem bir anayasa düzenlendi ve Birinci Cumhuriyet ilan edildi (1792). Başkaldırılar şiddetle bastırıldı. Giyotinler sürekli işledi. Soyluların ve ruhban sınıfının mallarına el kondu ve bu malları da alarak kentsoyIular daha da zenginleşti. 1804 tarihli Fransız Medeni Kanunu (Code Civile Française) ülkenin tüm kurum ve kuruluşlarını kentsoylular yarına değiştirdi. Din, evlenme, yerleşme, yer değiştirme, sanayi ve ticaret özgür esaslara bağlandı. Vergi ve askerlik yönünden yasal eşitlik gerçekleştirildi. Loncalar, tarımsal yaşamı sınırlayan kurallar, kilise mahkemeleri kaldırıldı. Bu kurumsal değişikliklerin yanı sıra, devrim boyunduruk altındaki ülkelerde ulusçuluk kavramını da güçlendirdi. Fransa'nın işgal ettiği Hollanda, isviçre, Almanya, italya ve İspanya gibi ülkelere Fransız ordusuyla birlikte devrimin ilkelerini benimsemiş yeni bir yönetim de girdi.

Devrimler ve karşı devrimler birbirini izledi. Avrupa'daki bu hızlı değişim kralları korkuttu, ingiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya Fransa'ya karşı birleştiler. Napolyon yenildi (1814). Tahta yeniden Bourbon Hanedanı yerleşti. Ne var ki, Fransız devriminin yaydığı düşünce öldürülemedi. Ve bütün on dokuzuncu yüzyıl Fransa'da ve özellikle Batı Avrupa ülkelerinde burjuvaziyle soylular ve ruhban sınıfı arasındaki çatışmalarla geçti. Kentsoylular ve kralların erkini sınırlandırmak, halkın söz sahibi olmasını sağlayacak bir yönetim kurmak isteyenler "liberaller", kral ve soyluların mutlak erkini sürdürmesini isteyenler "tutucular" (conservateurs) adı altında kamplara ayrıldılar. Çoğunlukla, liberaller kentsoylulardan, tutucular ise kralcı soylulardan oluşuyordu. Yönetim bazen liberallerin, bazen tutucuların eline geçti. Ancak her iki kamp da bir konuda kesinlikle anlaşıyordu: Mülkiyet dokunulmaz, kutsal bir haktır.

Bu siyasal savaşıma gerek düşünceleri, gerek kişisel çıkarları doğrultusunda zamanın şair ve yazarları da katıldı. Chateaubriand sağcıların safında yer aldı, sağcıların lideri oldu. içişleri ve dışişleri bakanlıkları yaptı. Kişisel çıkarlarına gölge düştüğü zaman cumhuriyetçilere yanaştı. Lamartine ve Hugo milletvekili oldular. Lamartine yüzyılın birinci yarısında siyasette çok etkin rol oynadı. 1848 Paris Devrimi'nde geçici hükümet başkanı oldu. Yüzyılın ikinci yarısında ise Hugo ön plana çıktı. Napolyoncu Stendhal elçilik görevleri aldı. Alfred de Vigny ve Alfred de Musset meclise giremeyince büyük düş kırıklığına uğrayıp halka küstüler. Baudelaire sosyalizme özendi, 1848 Paris ayaklanmasına katıldı, yüzü gözü barut içinde barikatlarda koşuyordu. Kamusal

Esenli!{ (Solut Public) adlı sosyalist dergide yazılar yayımladı ama kısa zamanda politikadan soğudu. Leconte de Lisle, soylu bir aileden gelmesine rağmen sosyalist Phalange dergisinde yazdı.

On dokuzuncu yüzyıl, yalnız Fransa'da değil bütün Batı ve Orta Avrupa'da liberallerle tutucuların, bir başka deyimle, burjuvaziyle aristokrasinin siyasal savaşımına tanık oldu ve burjuvazi giderek ağırlığını koydu. Yine de soylular ve ruhban sınıfı üstün sınıf olmaya devam etti.

ingiltere dışındaki Avrupa ülkelerinde nüfusun büyük çoğunluğunu köylüler oluşturuyordu. Köylüler Doğu ve Orta Avrupa'da köle durumundaydı. Ancak Batı Avrupa ile Fransa'da hazine arazilerinin küçük bir bölümünü almışlardı. Tarım ürünleri fiyat artışından eşitsiz oranda da olsa yararlanıyordu. Gelenek ve göreneklerine çok bağlı bu insanlar, çağın siyasal eylemlerine ayak uyduramıyordu. Düşün akımları köylere uzanmıyor, siyasal savaşım kentlerde, özellikle büyük kentlerde yürütülüyordu.

Ticaret su yoluyla yapılan ulaştırmadan yararlanarak gelişmesini sürdürüyor ve bu gelişmeler burjuvazinin zenginliklerini büyütüyordu.

Sanayide teknik ilerlemeler sanayi işçilerinin sayısını çoğaltıyordu, ama yine de, bu işçilerin çoğunluğunu zanaatçılar oluşturuyordu. Ücretleri düşüktü ve sürekli işsiz kalma tehdidi altındaydılar. Grev yasaktı. Çalışma süresi uzundu. Sağlık koşulları çok kötüydü.

 

Sosyal Öğretiler

Düşün alanında sosyal görüşler de yavaş yavaş belirmeye başlamıştı. Saint Simon (17601825) verimlilik kavramı üstüne kurulmuş bir düzeni savunuyor. Fourier (17721837) bireylerin uyumlu bir topluluk oluşturacağı yeni bir sosyal hücrenin, phalange'ların kurulmasını istiyordu. Başlangıçta dinsel bir toplumculuğu (catholicisme social) savunan Lamerınais, daha sonra Kilise ile bağlarını koparıp sosyalizmi seçti. "Mülkiyet hırsızlıktır" diyen Proudhon ise (18091865) bireycidir ve her türlü devlet sosyalizmine karşıdır. Marx 1848'de Engels'le birlikte, ingiltere'de Manifesto'yu yazdı.

Dinsel öğretiye karşıt öğretiler liberal yönetimli ülkelerde açıktan açığa, mutlak monarşilerde ise gizli derneklerde yapılan toplantılarda tartışılıyordu.

Bilim; fizik, fizyoloji ve doğal bilimler alanında hızla ilerliyordu.

Gelenekler, görenekler, değer yargıları kasabaların, kentlerin, toplumun yüzü hızla değişiyordu.

Yeni doğan bir sanat okulunun dinamiğini; toplumsal, siyasal ve kültürel, eskiyene karşı bıkkınlık ve sanatçının yenilik özlemi gibi iç etkenler ve yabancı ülkelerden esinlenmeler gibi dış etkenler oluşturur.

On altıncı yüzyılda başlayan ve on sekizinci yüzyıl sonuna dek süren Klasik Okul şiirin kaynağını Eski Çağ'da, Yunan ve Roma uygarlığında arıyor, ozanlar yapıtlarına komedya, tragedya, epitr, satir, fabl gibi isimler veriyorlardı. Şiir dili tumturaklıydı ve yüce kavramları işliyordu. Dizeye Yunan ölçüleri egemendi. Biçim çabası önde geliyordu ve ozanlar "eski" (antique) biçimlerle yazıyorlardı. Şiirlerin teması yaşama övgü idi, ama bu övülen yaşam, sokaktaki adamı değil, soylunun, derebeyinin, soyluların içinden çıkan yiğitlerin, kişilerin yaşamıydı. Dinde reform din savaşlarına yol açmıştı ve yazın da dinin propaganda aracı olmaya yöneliyordu. Kısaca, soylular (aristocrates) ve din adamları (ruhban sınıfı) egemendi, şiir de, Klasisizm de soyluların sanatıydı, soyluların beğenisine yönelmişti.

On dokuzuncu yüzyıl yaşamına kentsoylular ağırlığını koyunca, toplumsal değişimlere paralel olarak şiirdeki sanat akımı da değişti. Soyluların sanat ve beğenisinin ürünü olan Klasisizm'e karşı gençler ayaklandılar ve onun yerini burjuvazi duygularını dile getiren Romantizm Okulu aldı. Klasik Şiir, temalarıyla olduğu kadar, aşırı biçimciliği, yeni topluma yabancı eski Yunan ve Roma dize sanatı ve şiir şekilleriyle de bıkkınlık uyandırmıştı. Gençler yeni biçimler denemek istiyordu. Romantizm'in dinamiğine, bu iki iç etkene, bir üçüncü etken, dış etken eklendi. Almanya'da Goethe (17491832) ve Schıller (17591805) daha on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru Romantizm'i kurmaya ve lirik şiirler yazmaya başlamışlardı. Bu yazarların yapıtları Fransızcaya çevriliyor ve Fransız ozanlarını etkiliyordu.

On sekizinci yüzyıl, Fransız sanatında genellikle düzyazının egemen olduğu bir yüzyıldı. Voltaire, Montesquiou, Rousseau eski geleneğe karşıt, yeni düşüncenin ışığı altında romanlar, siyasal kitaplar, yergiler ve mektuplar kaleme alıyordu, ama şiirde henüz, Racine'lerin, Moliere'lerin saltanatlı dili ve duyguları egemendi. Şairler kendilerini eskilerin devamı sayıyor, Rönesans'ı sürdürüyordu. Temalarını soylular arasından çıkan yiğitlerin, din kişiliklerinin, tanrıların, yarı tanrıların, din savaşları kahramanlarının, derebey ve şövalyelerin yaşam öyküleri, yüce kavramlar oluşturuyordu.

Romantizm'le birlikte:

-Artık yalnız soyluların yaşam öyküleri değil, her şey şiirin konusu haline geldi.

-Tumturaklı, klasik şiir dilinin yerini sade bir sesle yazılmış, kişisel duyguları, kentsoylunun duygularını yansıtan diri ve canlı bir halk dili aldı.

-Soylu kişilikler sürüldü, şiirde bireyin imgelemi, düş gücü ve duyarlığı, "ben"in kendinden geçişi ve kişisel lirizm egemen oldu.

-Şairler biçime değil öze ağırlık verdiler.

-Yunan ölçüsünün yerini on iki heceden oluşan ulusal Fransız ölçüsü, aleksandrin'ler aldı. Zengin uyaklar gözden düştü.

-Romantik şiirin lirizminde doğa ve insan kaynaştı.

-Sanat özgürleşti, tiyatro klasik trajedinin kurallarını bir yana attı.

Romantizm'in şiirde kurucusu kabul edilen Hugo, tekdüze kuralcılığın yerine, daha yumuşak olan düzgün anlatımı koydu.

Şiir, insanın duygularını olduğu kadar, yoksulluğunu ve toplumsal sorunlarını da kendine dert edindi.

Romantik Şiir Lirik Şiir mi?

Romantik Şiir'in yukarda saydığım özellik ve nitelikleri öyle hemen açıklığa kavuşmadı. Çeşitli tanımları yapıldı. Akımın anayurdu Almanya'dır. Romantik şiir sözünü de Fransa'ya, Almancadan Fransızcaya çeşitli çeviriler yapan ve edebiyatta adı kısaca Mme de Stael olarak geçen sanatçı bir Alman kadını soktu. İki yazısını aktaralım:

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 


 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült