Şiir Ve Rüya

Ahmet Hamdi Tanpınar


Öteden beri rüyanın ikinci bir hayat olduğu söylenir. “içiçe iki oda gibi, uyanık hayat ile rüya hali yanyana” dururlar. Dramın kahramanı maddeden ziyade ruh olduğu için, birinden öbürüne çok çabuk geçilir. Bir anda karanlık bir eşik atlanır ve bir başka yıldızın kendisine mahsus nizamı altında, başka bir zaman ve uyanık halden çok ayrı, daha geniş imkanlı, daha kesif, son derecede hızlı ve tesadüfe bağlı bir hayat başlar.

İnsan yapılışının bu iki hali birbirini tamamlayan bir zıt teşkil eder. Tamamlarlar : Çünkü kozmik nizamın ta kendisi olan ritm ancak bu zıtlıkla kabildir. Zıttırlar : Çünkü ayrı ayrı kaynaklardan gelirler.

Uyanık hayat güneşin adına söylenmiş bir kasidedir; hareket, ihsasların verimleri, düşünce, mantıklı tedai, devam, ibda, değişme hep ordadır.

Uyku ve rüya, gecenin yani kendisini ilgadan hoşlanan bir tamamlılığın çocuklarıdır; unutmalar, ani hatırlamalar, sükûn ve eşyaya temessül, maddenin mutavaatkar hayatına iştirak, onun tılsımlı mıntakası'nda kabildir. Güneş kanımızda dolaştığı için yaşar ve. hareket ederiz. Geceyi ve onun nizamını kendimizde bulduğumuz için uyuruz. Gece bizde konuştuğu için rüya görürüz.

*

Geniş ve ıssız gece! Sana bir anne yüzüne bakar gibi bakıyorum. Yıldızlar, hayatın mucizesi fışkırsın diye parçalanmasına razı olduğun için rüyan; aydınlık ise yaratıcı düşüncendir; sen, düşüncen tahakkuk etsin diye mutlak ve hudutsuz varlığını bulandırdın!

Hiç uyuyan insana dikkat ettiniz mi? Yanı başımızda olmasına rağmen bizden ne kadar uzakta, ne kadar derinliktedir. Bir yokluğun katılaştırdığı bu vücudun, bu donmuş çizgilerin, temelleri ölümde yüzen bu garip mimarinin daha demin etrafında dönüp dolaşan mahlûkla ne alakası olabilir?

Gece, her zerresini ayrı ayrı tanıdığımız bu vücudu zaptetmiştir. Onda her şey bir kehaneti, yani zamanla gayri şahsi ve bizimkinden çok ayrı bir alakayı ifşa ediyor. Benliği, kökü ve yaprağı birbirinin aynı bir ağaç, kozmik bir sarmaşık olmuş zamanın üç buudunda yüzüyor. Onun için mazi, hal, istikbal bir hatıradır. Bizzat kendisi, binlerce varlığın, sayısız varlıkların terkibini nabzıyle idare ediyor.

Kapısız duvarlardan geçiyor; yüksekliklerden atlıyor, imkansız satıhları kaplıyor, adını işitmediği dinlerin ayinine iştirak ediyor, tasavvurun derhal bir hatıra olduğu bir alemde tanımadığı ölülere ağlıyor, bilmediği lezzetlerin hasretini çekiyor, cam bir kavanozda ağlayan bir yüz, bir mercan dalında, haşin ve kudretli bir Tanrı buluyor. Ağaçla kardeş, yaprak ve su ile hemhaldir.

Bildiği her şeyi unuttuğu için her şeyi kendisinde hazır buluyor.

Hakikatin büyük sırrı ve pınarı gece, benliğindeki gizli bir noktadan fışkırmış, elele, beraberce yepyeni dünyalar yaratıyorlar. Biraz evvel uyanıkken kainata yalnız kendi gözleriyle bakan bu adamın belkemiğinde sayısız irsiyetler uyanmışlar, ona hareket diye, kendi geçmiş hayatlarının karışık hatıralarını telkin ediyorlar.

*

Yaşadığı alemde had ve adet fikirleri yoktur. Onun için benliği sayısızdır. Her kımıldanışında ölümün derinliğinden yeni bir şey çekiyor ve her nefes alışında ona bir çok şey ifade ediyor. Kulağıyle görüyor, nabzıyle işitiyor, şuur ve muhakeme melekeleri ilga edildiği için, bütün sonsuzlukla perdesiz olarak konuşuyor.

Zaman mefhumu artık onun için yoktur. Saniyeler bu gölgeler aleminde ebediyet kadar uzundur yahut daha iyisi, mahbus ve münfail yaratıcısı olduğu bu dünyada her tasavvur kendi basma bir andır.

Mücerredin terkibini yaşıyor.

*

Uyurken konuşan adamın sesi ne kadar uzaklardan gelir. Belli ki artık kendisi olmayan bu ağızdan üstüste yığılmış çağlar konuşmaktadır.

Marcel Proust, Albertine’in uyku halinden bahsederken, çehresinin sırasıyle madeni, ve hayvani devirlere ait ifadeler aldığını kaydeder. Albertine, eski tasavvufa göre, ruhun yahut “vücudı mutlak” ın aksinin insani devreye girmeden evvel geçirdiği merhaleleri tek bir uykunun dehlizinde ilerledikçe tekrarlıyor, demektir. Bu dikkat bazı rüyalarımızı, çıktığımız derinlikleri bize gösterir.

Rüyaların şaşırtıcı tenevvü’ü... Kiminiz gündelik hayatın sihirbazı olursunuz. Kımıldandıkça kanatlarınızın altından unutulmus hareketler, hatırası silinmiş vak’alar, geçmiş teessürler birer birer canlanır. Kiminiz bir hakimin sert çehresiyle günlerimize eğilir, benliğimizin en gizli taraflarına kadar insafsız aynasını tutar, bize ömrümüzü yapan çirkinlikleri sayar; kadim efsanenin korkunç “Erinnyes” leri, o ıztırap ve azap melekleri bile sizin uyandırdığınız pişmanlık hissi kadar yırtıcı olmazlar; her gizli tasavvur, her meş’um düşünce sizde en dehşetli müz’icatını bulur; cehenneminizin yakmayacağı ruh yoktur. Bazınız bize çocukluğun cennetinden saatler taşırsınız; içinizde büyülü bakışlı arzudan doğanlar vardır ki, sert ve sefil bir dilenci yatağını bir ilahenin kucağı yapar; baygın bir kendinden geçiş, muztar bir visal olur. Arzu gibi, hırs, kin, şöhret… hepsini tatmin etmeyi bilirsiniz. İstediniz mi hasretleri kavuşturur, bir yastıkta uyuyanları birbirinden ayırırsınız. Zamanın sırrına sahip olduğunuz için asırların dehlizini açar, oluşun seyrini anlatırsınız. Zihnimizde küçük ve esiri adımlarla siz yürüdükçe ilahi değişme üstüste takındığı çehrelerini atar, mevsimler bellerindeki kuşakları çözer ve renkten rakslarını yaparlar.

*

Geniş hayat malzemeniz, gölge mimarinizdir; bu iki unsurla vücudumuzda çalışır, “şekillere Tanrı ve Tanrılara şekil” verirsiniz; eşyanın arasındaki münasebetleri sizden öğreniriz. Dışgörülerin altında gizlenen cevheri, asılların aslını, eşya sizin tılsımlı inbiğinizden geçtikçe farkederiz. Fakat en şaşırtıcı, en kuvvetli tarafınız, hislerin iksirine kattığınız o acaip ve koyu taddır. Bu keskin içki sayesinde Allah’ı, cenneti, cehennemi kendimizde buluruz; ferdi hayatımızın her arızası aydınlığınıza dokunur dokunmaz büyük hakikatlerin cevherinden örülmüş bir masal çehresi takınır.

Bütün zenginliklerimiz bu boşluktan gelir. O bize hayatımızı ve üstüste yaşamış binlerce hayatı, her an yeni bir terkip olarak sunar, şuurun ve ihsasların verimlerini derinleştirerek, kah tahlil ederek büyük mebde’lerin yollarını hazırlar. Rüyalarımızla bir küllün cüz’ü, büyük ve alemşümûl bir dünyanın bir parçası olduğumuzu hatırlarız.      '

Bütün “mit” ler rüyaların çocuğudur.

ölüm korkusu ve bizzat ölümün kendisi, onları zihnimizin tezgahında yoğurmuş ve şekillendirmiştir.

Rüya uykuya münhasır bir keyfiyet değildir. Gece gibi onu da içimizde taşırız. Şuurun duvarında açılan her gedikten rüyaların sırasına göre sıkıntılı, zalim yahut mesut diyarına gideriz.

Tecrit ve teksif gibi zihni ameliyelerimiz bile, bir bakıma göre, rüyaya yakındırlar. Zihnin bazı imkansız vuzuh anları uyanık halde görülen bir rüyadan başka bir şey değildir. Vecd rüyadır.

Çok def’a manzara karşısındaki ruh haletimiz de uyanık hilde görülen bir rüyadır.

*

Rüyaların tesiri üzerinde az çok duranlar onlarda bu tesiri yapan şeyin birbirini takip eden hayallerden ziyade beraberinde yürüyen hava olduğunu kabul ederler. Her rüya kendi hususi atmosferi içindedir; onu sırasına göre eğlenceli, zilim, mesut, bedbaht, mukaddes veya günahkar yapar. Bu, rüyanın ruh haleti, duygusudur.

Bir rüyaya refakat eden duygu, bir vitrinde teşhir edilen esyaya verilmiş ışık gibidir. O hayalleri o ışıkta, onun adesesinden, onun aydınlattığı kenar ve kabartmalarla, onun dağıttığı renklerle, kısaca onun kurduğu bir münasebetler zinciri içinde görmeğe mahkumuz.

Eşyanın ve hayat işlerinin rüyalarımızda büründüğü metafizik çehre bu aydınlıktan gelir.

Bir rüyayı teşkil eden hayaller veya uyku halimizin herhangi bir arızası bu hayallere üslûp ve hususiyetlerini verecek olan hisleri doğurabileceği gibi sadece onun etrafında teşekkül etmiş de olabilirler; her iki şeklinde de onunla beraber değişirler ki en mühimi de budur.

Bu hisler uzviyetin sazında çalınan bir cenk havasıdır; onun davetine uyuşuk benliğimin bütün tecrübeleri koşar. ölülerim bu sesin kaynağında hayat susuzluğunu gideren sürülere benzerler. Yaşadığım gün, çocukluğum, unuttuğum ıztıraplar, eski saadetlerim, kısaca takviminde kıymeti olan ve olmayan şeyler, her şey bu yaratıcı nefesle dirilir, onun aydınlığında türlü çehrelerini takınırlar.

Bu ses kendi içime ve uzviyetime olduğu kadar etrafıma da hakimdir; harici alemden bana doğru tek merkezli dalgalar şeklinde gelen bütün ihsasların verimlerini o idare eder; onun tesis ettiği kontrolda onlar değişirler.

Bazı rüyaların sonuna doğru, sevdiğimiz ölülerin yüzlerine bakarken, onları okşarken duyduğumuz saadet, ıztırap, bin türlü şey karışık karanlık ve garip duygu kadar ezici hiç bir kader olamaz. Talihin her darbesi insan ruhunda iyi veya kötü bir aksülamel yapar; içimizde bize, vaziyete göre şekil veren bir cevap bulur. Halbuki bazı rüyalardaki duygularımız bizi bir sel gibi götürürler. Hiç bir karşı koyma imkanını ve düşüncesini bulamayız. Bir uçta ölüm ve azap kartalının pençesinde kıvranıp dururuz.

İnsanlar kader fikrini rüyada tanımışlardır demek, lüzumsuz bir şey olmaz. Asıl mühimi, menşei ne olursa olsun, hangi refleks veya sevki tabiiye, hangi ihtibas veya korkuya ölüm korkusu, kaybetmek korkusu, günah ve pişmanlık hissi dayanırsa dayansın, bu hislerin tek bir temde kalmaması daima birbiriyle karışmasıdır; merhamet, şefkat, sevinç, acı, keder birbirine halkalanmış kıvılan yılanlar gibi birbirleriyle beraber canlanırlar. Onun içindir ki, saf bir his yerine, bunlara, karışık ve çok kesif bir ruh haleti demek daha doğru olur. İşte bu duygudaki dinamizm ve kendi kendisini, kendi anlarını bir hayal şeklinde görebilmek halidir ki, bazı şahsi “mit” lerimizi vücuda getirir.

Bir sanat eserinde rüyasını nakletmek veya rüyanın tedadüflerini taklit etmek, insan muhayyilesinin, isterse, kolayca benimseyebileceği nizamsızlıklarla, sun’i bir acaiplikler silsilesi kurmaktan başka bir şey değildir. Bu, arkasından ışığı ve dramın asıl hareketini yapan sözün büyüsü çekilmiş bir tiyatro aksesuarı kadar cansız bir yığın olur. Çünkü hakikatte rüyanın bizim için tabiatüstü tarafını yapan, onu meydana getiren acaiplikler silsilesi, mantıksızlığı, şuur ve muhakemenin geri gelişinde ilk iş olarak istihfafla bir kenara fırlattığı tesadüfler değil, onları canlandıran çözülmesi güç ruh haleti ve onun vasıtasıyle etrafımızda yarattığı havadır.

Bu kesiflik, ölüm korkusu ve tecrübesinin cinste ilk billûrlaşmış şekli olan bir ürpermenin bütün uzviyetimizde cedlerden kalmış bir miras halinde uyanmasından ve mücerret düşünce parçaları, çeşitli hayaller, gündelik intibalar, endişeler, hülasa kayasından kopmuş bir yosun gibi, şuur altında yüzen her şeyi eline geçirip onlarla içimizde kendi acaip senfonisini kurmasından gelir.

Tahkiki imkansız olan bir “atavizm” küçücük insan vücuduna bir eziklik derinliği verir. işte bazı rüyalarımızı bu derinlik idare eder. Bu korkunç uçurumdan yükselen boğucu hava, tıpkı eski zaman kahinleri gibi, uzviyetimizin her parçasına ayrı ayrı aynı şeyi söyletir.

*

İster bir rüyayı anlatalım, ister realiteden bahsedelim; sanatta asıl olan bu havayı kurabilmek, bu duygu kesifliği altından eşyayı gösterebilmektir. Ancak bu suretledir ki, sanat. adamı, ömrünün arızalarına, realitenin akislerine realite üstünde bir çehre verebilir. Herkes kendi varlığının karanlıklarında rüyalarının sırrını gizler. Bu demektir ki eserlerimizde, benliğimizin bir köşesinde, bizim için bilinmeyen bir dip tabakada hapsedilmişlerdir.

*

Her sanat eserinin başında bir Orfeus hikayesi vardır. ölüm diyarından sarışın Eurydice’yi geri almak. Orfeus, ölmüş olan karısını ahrette sazının kuvvetiyle bulur. Gerçekte saz ile Eurydice birdir. Her çehre, her hatıra, ömrün her vakıası bize kendi hususi nağmesiyle gelir. Onu yeniden yaşamak için bu sesi bulabilmek lazımdır. Bazen bu nağme kendiliğinden dıştan gelen herhangi bir sebeple satıhta yüzmeye başlar. Bu, zaman nehri tersine akmak istiyor, büyük uçurum yuttuğu her şeyi geri veriyor demektir.

Dede’nin Mahur beste’sini ilk defa dinlediğim zaman, birdenbire gözlerimin önünde çıplak bir manzaraya tek başına hakim olan büyük bir ağaç canlandı. Bu hayal, musikinin rüzgarıyle bende doğan bir şeydi. Halbuki bu besteyi o anda dinlemeye hazırlanmış değildim; nağme beni ansızın yakalamıştı. Bu hayalin meydana gelmesi, uyanık halde bir rüyadır. Bestenin güftesinde böyle bir hayali uyandıracak hiç bir şey yoktur. Sonra herkes bilir ki, alaturka musiki dış alemi örnek olarak almaz. Bu itibarla bu hayalin bende meydana gelmesi, bu parçanın tasavvurları içinde olmayan bir şeydir. Şunu da unutmamalı ki, kan ve sinir cihazı şeklinde iki ağacı bünyemizde gezdiriyoruz. Duyuşun aniliği yüzünden damarlarımda ve sinir cihazımda olan değişiklik (evin içinde çığlık var, her şey uyanmıştır) bana bu iki ağaç şemasından birini göstermiş olabilir; sızının Mösyö Teste’e vücudunu gösterdiği gibi...

Fakat bu izahı kabul etmekle de her şey halledilmez; çünkü ortada bir an içinde geçilmiş bütün bir yol kalıyor. Asıl ehemmiyetli olan şey, bu hayal bende doğarken sade uyanık olmayışımdır; zihnimle de çalışıyordum. Kalabalıkta idim ve konuşuyordum, yani kendi kendimle çok yakından meşguldüm. “Muhatap” adını verdiğimiz ayrı bir alemin tesiri altında idim. Bu karşılaşmanın benim şahsi değerler cetvelimde yaptığı değişiklikler beni son derece, mümkün olduğu kadar uyanık tutuyordu. Şuurum, nabzım, vücudumun her uzvu bu karşılaşmanın bende açtığı derinliklerin peşinde idi. Düşüncem onların boşluğunu doldurmağa çalışıyor, onun şekilleriyle şeklini ve oluşunu değiştiriyordu. İşte bu çalışma devam ederken, daha altta musiki ile temasın uyandırdığı çok ani bir çalışma daha olmuş, geceleyin bir şimşek altında aydınlanan bir orman, bir manzara gibi, kısa bir anda içimde bir şey teşekkül etmiş yahut çok önceden mevcut bir yumak çözülmüş, ya bana eski bir masalı veya hayali yine bir ışık altında göstermiş, yahut da uzviyetimin sinirlerle yaptığı bu “ihtizaz” şeklindeki bir “tecrit” ile beni karşı karşıya bırakmıştı.

Aynı temas bu hayalin yerine bende herhangi bir hatırayı doğrudan doğruya uyandırabilir, yani zamansız ve mücerret bir kuruluş yerine kendi zamanlarımdan birini canlandırabilirdi.

Nitekim Eyyubi Bekir Ağa’nın Nühüf beste’sini dinlerken, topraktan ayaklarını kesmeden, meçhul ve her an beni ilgaya hazır bir haz tufanı içinde ağır bir çıkış hissini kendimde duyarım. Fakat bu kendiliğinden meydana çıkan bir şey değildir, çünkü Dante’nin Ara/’ını Nühüft beste’sinden önce tanırım. Kimbilir, belki de bazı XV inci asır ressamlarında onu bilerek veya bilmeyerek aramışımdır. Yani musikinin hamlesi altında, içten bir rüzgarla şişmiş yelken gibi, yavaş yavaş yürüyen bir yelken fikri, gene dıştan gelen bir terbiye ile, bende göze ait bir tecrübe haline gelmiştir. Yine Eyyubi Bekir Ağa’nın Mahur beste’si bende, ne zaman gördüğümü bilmediğim bir kadın yüzüyle birleşir.

Bu hayallerin üçü de iradi değildir; kendiliğinden meydana gelmiştir. Dinlediğimiz musikiye bildiğimiz veya yaşadığımız şeylerle isteyerek çizdiğimiz çerçevelerden bahsetmiyorum; herkes, sevdiği bir keman konçertosuna kendi ömrünün bir anını verebilir, Mozart’ı, bir Watteau veya Fetes galantes havasında tatmak çaresini bulabilir. Musikinin bu tarzda bir tefsiri ve görünürler dünyasına tercümesi hepimizin sık sık yaptığımız bir şeydir.

Şimdi sırasıyle bu üç hayali bende karşılığı olan duygulara çeviriyorum : Uzlet, mistik ülkü, ferdi saadet hasreti...

Hakikat şu ki, nereden ve nasıl gelirlerse gelsinler, bugün bende musiki ile temasın doğurduğu üç şekil var ki, ayrı ayrı ruh haletlerini karşılıyor: Nağmeden bir ağaç, nağmeden bir yükseliş, nağmeden bir yüz... üçü de ani bir duyuş altında şekillenmiş üç rüyadır.

Bu üç şeklin bir gün herhangi bir şiirime girip girmemesi artık benim kendi derinliklerimi yoklayabilmek kabiliyetime bağlıdır. Başlangıçları veren bu duyuş itibarıyle aynı cinsten olan bu üç hayalin yazdığım ve yazacağım şeylerde mafiyetlerini değiştirerek girdikleri ve girecekleri şekillere, mümkün ve muhtemel değişmelerine gelince, onları hiç düşünmedim. Bu, geceleyin karanlık suda parlayan belirsiz ışığın nereden, hangi bilinmeyen alemden kopup geldiğini düşünmek gibi bir şey olabilir.

Bir noktayı unutmamak isterim ; Bu üç hayalin bende şekillenmesi bir taklit eseri de olabilir. Mesela musikiden geldiklerine göre, Proust’un Vinteuil sonatının ilk cümlesi için yazdıklarını herkes gibi ben de okudum. Fakat böyle de olsa, işin içine şahsi olarak duyulmuş bir heyecan girdiği için macera genel şahsiliğini kaybetmez.

Musikiden gelen duyuş, uyanık dilde rüyanın tek kaynağı değildir; bütün hayatımız büyük firar kapılarıyle doludur. Gece içimizdedir. Doğrusu şu ki, bazen bu iki hali birbirinden ayırmak imkansızlaşır. Musiki gibi, büyük manzaralar da uyandırdıkları sonsuzluk duygusuyle bizi ezerler. Açık havadan çok defa yorgun ve harap, fakat daima büyük bir keşifle zengin döneriz. Bu, kainatla denk olan ölüm düşüncesidir.

Musiki daima oluş halindedir. Zaman gibi ve onun nizarnıyle kendi kendisini yiyerek büyür, kendinde doğar ve kendinde kaybolur.

*

Hiç bir şey, karşılaşan iki motifin birbirine karşı giriştiği cenk kadar güzel ve manalı değildir. Bir anda yükseldiğini gördüğümüz bu altın sarayın, bu murassa kemer ve sükûnların, bu emsalsiz şafak bahçesinin sonra kendi içinden yıkılması, birin «bini yutarak büyümesi, bir sonsuzluğa doğru çoğalması, değişmesi; bu renk ve cevher kasırgası, her kıvılcımı bir sonsuzluğa akseden kutup yangını, bu fikir kadar ürkek ve şaşırtıcı uyanan, gülen, örtüsünü ve tüllerini yırtan, gerinen, atılan, kan, alev, humma içinde yüzen ifritler ve onların saza, ölçüye göre değişen yüzleri; mermerin, tuncun, gül yaprağının, alevden filizin birbirine karışıp tükendiği altın ve zümrüt şahlanışlar, tıpkı bir zambak veya su nergisi koklarken gelen ölüm gibi, bu beyaz ve munis teslimiyet ve hepsinin sonunda bütün bu şehrayinden avucumuzda kalan gül rengi boşluk ve onun hiç beklemediğimiz bir zamanda benliğimizin bir tarafından bir sarmaşık gibi, kalın yosunlar gibi canlanıp bizi sarması... Bütün bunlar hakikatte tabiattan çok yüksek bir şeyin, hilkat nizarnının peşindedirler.

*

Musiki giydirilmiş zamandır. Diğer sanatların hemen hepsinde tabiattan bir şey var. Musiki sadece alır; zaman gibi onu da her şeyle durdurabilirsiniz. Maddesizdir, sesten yani heyecanların en iptidai işaretinden yapılmıştır. Onun için daima iptidaidir. Düşünceyi değil, nabzı idare eder.

Bir kültürün musiki anlayışı, zekasının zamana en yüksek tasarruf şekli, yani kudretini harcamak tarzıdır. Onun içindir ki, değişmesi çok güçtür.

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

Edebiyat

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült