Şiirin düşünce boyutunu üç açıdan ele almak gerekir: Birincisi, Şiirin
kendisinin bir düşünme (duyma) biçimi olduğunu öne süren bir yaklaşım olarak
düşünce; İkincisi, dilin bir söylem biçimi olarak şiir niteliği kazanması
için gerekli olan dinamik olarak düşünce; üçüncüsü, bir Şiirsel metnin
içeriğinde yer alan kaygı, “mesaj” olarak düşünce. Birinci yaklaşım, şiiri,
varlık karşısında bir sorgulama biçimi olarak kavrayan ve şiire en geniş
açıdan yaklaşan bakış açısıdır. Bu bakış açısına göre şiir, duyular
alanımızın dışında kalan gerçekliğin, duyular alanına çekilmesi için
oluşturulmuş bir söylem biçimidir. Felsefenin, duyular alanımızın içindeki
gerçekliği sorgulamaya yönelik kavramsal diline karşılık; şiir, duyular
alanımızın dışındaki gerçekliği sorgulama etkinliğini, “imge” dediğimiz,
anlamların görsel tasarımlarıyla yapar. Şiirin anlamını ve işlevini de
bulmamıza yardımcı olan bu bakış açısı, Şiirin “ne’liği ile ilgili bir
sorunsal sunar. Bu açıdan bakınca, şiir dili parçalanmış bir dildir. Octavio
Paz’ın da belirttiği gibi, şiir, gerçekliğin sınırlarını birbirine
geçiştirir, bozar, hatta siler. Bunun nedeni, bireyin dünyayı yeniden ve
kendisi için anlamlandırmasına olanak tanımaktır. Oysa bütünlüğün dili olan
düzyazı sanatları (öykü, roman), tam tersine gerçekliği bütünleştirir,
dağınık ve parçalanmış olanı bütünler. Bu bakımdan şiir ile düzyazı
sanatlarının (öykü, roman vb.), sırf dil ile gerçekleştirildikleri için,
topyekün “edebiyat” adlı bir kefede değerlendirilmeleri büyük bir yanlıştır.
Evet, dediğim gibi şiir dili kendi dışında referansı olmayan bir dildir.
Karşılığı olan yaşantı ile aynı anda ve aynı süreçte gerçekleşen (tezahür
eden) bir dildir. Şiiri, bir bakıma boşluğu biçimlendiren dil olarak
görüyorum. Yalnız burada, boşluğu hiçlik anlamında düşünmemek gerekir. Şu
nedenle boşluk diyorum: Şiir, bütün diğer yazılı sanatlardan farklı olarak
dil içi bir etkinlik. Kendi dışında referansı olmayan, kendi dışında
açıklanamayan, ancak kendisiyle varlık kazanan, amacı kendisi olan bir dil,
şiir. Öyle olunca da, önceden tasarlanmış bir anlama göre biçimlendirilen
bir dil değil. Ancak şiir dışındaki yazınsal türler için bu söylenebilir.
Örneğin roman yazarı bir anlam ya da anlamlar tasarlar ve dili ona göre
biçimlendirir. O zaman dilin kendi dışında bir referansı oluyor. Nedir o da?
O dili biçimlendiren anlam. Ama şiir öyle değil. Şiir, amacı kendisi olan
anlamın da bir Şiirin yazılma sürecinde ortaya çıktığı bir dil. Bu yüzden de
kavga şiiri yazmak isterken, aşk şiiri yazdığını gören çok şair olmuştur.
Şair önceden ne yazacağını tasarlamaz. Tasarlıyorsa ne yazacağını
biliyordur. Şiir kadar zor, serap gibi, olmayan bir şeyin peşine düşmesi
budalalık olur. Önceden tasarlanmış anlamlar varsa elinde, bunu biliyorsa;
şiir yazmanın alemi yok. Boşluk kavramıyla bunu söylemek istiyorum:
Olmayanın şekillendirilmesi ve böylece bir anlam üretmek.
Dilin şiir niteliği kazanması için gerekli olan düşünce ise, belki de Bedrettin Cömert’in şu ifadesinde saklıdır: “Akıl, duyulanı, sezginin belirsizliğinden kurtararak, anlatıma dönüştürür.” (Yeni Ufuklar, s. 1975, s. 257). Burada sorunu Şiirin “ne’liğinden, “imge”nin “ne”liğine doğru daraltabiliriz. Şiirsel imge, şiir dilinin araçlarından biridir. Duyular alanına girmeyen bir gerçekliği somutlaştırmak için kullanılan bir araçtır. Bu yüzden imge, Şiirsel etkiyi artırmanın yollarından da biridir. Daha açık söylemek gerekirse, Şiirsel imge, anlatılmayanı anlatılır kılma, yani duyu-ötesi şeyleri elle tutulur, gözle görülür duruma getirme, somutlaştırma aracıdır. Bu yüzden Şiirsel imge ile düşünsel imgeyi karıştırmamak gerekir.
Şiirsel imge yeni bir gerçeklik kurduğu için mantıkla, bu gerçekliği duyular alanına soktuğu için de duyguyla ilgilidir. Öyleyse Şiirsel imge bir mantık-duygu bütünüdür. Şiirsel imgenin mantıksal niteliği, her çarpıtmanın ya da bozmanın (deformasyon), duygusal niteliği ise her mantıksal olanın Şiirsel olamayacağını gösterir. Örneğin, “ev bana geliyor” sözü şiirsellikten ne denli uzaksa, “ben eve gidiyorum” sözü de şiirsellikten o derece uzaktır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, her çarpıtma ya da bozma, şiirselliği sağlamaz, “Deniz tırmanır tepeye” dizesinde, öznenin olağandışı olması, yeni bir gerçeklik kurmaya yetmiyor. Bu dizenin, “ev bana geliyor” sözüyle, Şiirsel değer açısından hiçbir ayrımı yoktur. Gelgelelim “Deniz kıyıya tırmanır” dizesinde, yalnızca eylem olağandışı kalmakla belli bir Şiirsel değer ortaya çıkarılmış, yani dışsal gerçekliğin ardındaki Şiirsel gerçekliğe ulaşmıştır. Çünkü “tırmanmak” eylemi, denizi şu bildiğimiz, orada duran deniz olmaktan çıkarmış, bir yere ulaşmak isteyen, kaygıları olan bir deniz yapmıştır.
Benzetme ve eğretileme ile Şiirsel imgeyi karıştırmamak gerekir. Kaldı ki benzetme ve eğretileme, Şiirsel imgeye göre daha dar ve mekanik bir anlam ifade ederler. Oysa Şiirsel imge, bir benzetmeyi ya da eğretilemeyi bile içinde taşıyabilecek denli üretici ve eylemsel bir bütündür. Bu yüzden de, bazen bir şiir tek başına bir imge olabilir. Ritsos’un idimiz Adlı şu imgesel şiiri, benzetme ve eğretilemeyi içinde taşıması açısından, konumuz için somut bir örnek oluşturuyor:
Eksiksizdin sen; bütün çıplaklığına sarınmış,
Bir orman yangınındaki ağaçlar gibi,
Onurlu ve korunmasız.
Yukarıdaki şiirde, gerçekten de “bütün çıplaklığına sarınmış” eğretilemesiyle, “bir orman yangınındaki ağaçlar gibi” benzetmesinden oluşmuş bir Şiirsel imge görüyoruz.
Şiirsel imgeyi saçma (absürt) ile de karıştırmamak gerekir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Şiirsel imge bir mantık-duygu bütünüdür. Mantıktan soyutlanmış bir duyguyla Şiirsel imgeye ulaşılamayacağı gibi, duygudan soyutlanmış bir mantıkla da Şiirsel imgeye ulaşılamaz.
Şiir-düşünce ilişkisinin üçüncü boyutunu oluşturan düşünce, bir Şiirsel metnin içeriğinde yer alan kaygı, “mesaj” anlamındaki düşüncedir. Bu anlamda düşünce, genellikle siyasal politikanın ekseninde kavranmıştır. Şiirin ideolojik boyutu, yaşama ve gerçekliğe yaklaşım biçimi olarak da belirtebileceğimiz bu açı, çeşitli spekülatif yaklaşımların da içeriğini oluşturmuş, farklı ideolojiye sahip kişiler tarafından farklı yorumlamalara neden olagelmiştir. Örneğin, Şiirin mi ideoloji üreteceği, yoksa ideolojinin mi şiiri üreteceği sorunu, genellikle bu açı çevresinde tartışılmıştır. Hatta denebilir ki, “sanat sanat için midir, yoksa toplum için midir?” klasik tartışması, bu odak çevresinde yapıla gelmiştir. Mallarme’nin daha bin sekiz yüzlü yıllarda söylediği şu söz, daha sonraki yıllarda, düşünce boyutunun, ideoloji boyutuna taşınarak, tartışılmasına neden olagelmiştir denebilir: “Şiir düşüncelerle (duygularla) değil, sözcüklerle yazılır.” Türk Şiirinin modernleşme sürecinde, Mallarme’nin bu sözü, şiire toplumsal ve politik işlev yükleyenler tarafından, düşüncenin şiirden kovulduğu biçiminde anlaşılmıştır. Özellikle, Ahmet Haşindin, “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” adlı ünlü makalesinde yer alan şu yaklaşımı, saldırılara neden olmuştur: “Şiirde anlam aramak, ötüşü yaz gecelerini şenlendiren garip kuşu eti için öldürmektir.”
Hilmi Yavuz, şiirde düşüncenin yerini tartıştığı bir yazısında, ‘“Düşünce şiiri’, bana göre elbet, şiirselliğin geriye itilmesi, buna karşılık, belagatin öne çıkması anlamına gelir,” der ve Mallarme’ye ve onun izini süren Haşinde göre ‘düşünce şiiri’nin olanaklı olmadığını, Şiirin kelimelerden (düzyazının ise, düşüncelerden) yola çıkılarak yazılıyor olmasının, ‘Modern’ Batılı şiirle geleneksel Osmanlı divan Şiirinin örtüştüğü bir ortak alana işaret ettiğini belirtir Bu bağlamda, geleneksel divan şiirimizin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihinin ‘Giriş’ bölümünde belirttiği gibi, ‘son derece kelimeci’ ve ‘baştan aşağı kelime zevkinin idare etttiği]’ bir şiir olduğunu söylemenin bile fazla olduğunu vurgular. {Zaman, 15.1.2003)
Gerçekte, Volpe’ye göre salt bir düşünce süreci yoktur. Şiirin düşüncelerle (duygularla) değil, sözcüklerle yazılıyor olması, bu bağlamda da ele alınabilir. O zaman, genelde dilin, özelde sözcüklerin birer düşünce (duygu) taşıyıcısı oldukları sorunsalı karşımıza çıkar. Bu bakımdan, her düşünce süreci aynı zamanda anlambilimsel bir süreçtir, sözlük anlamında ve kesinlikle sözcük olarak düşüncedir. Volpe’ye göre, Herder, şeylerin ancak “düşüncenin işaretleri” olan sözcükler aracılığıyla seçilebileceklerini bulgulamıştır. Himbolt, “İnsanın içinde derin, ince ve büyük bir şey olsun da bu, dile geçmesin ve dilde kendini tanıtmasın; bu, olanaksızdır,” der. Marx, haklı olarak dil, düşüncenin “dolaysız somut” anlatımıdır, der. Croce, “ifade edilmemiş, hiç olmazsa kendi içimizde mırıldandığımız bir sözcük bile olmayan bir imgenin var olmayan bir şey olduğunu” kabul eder. (Galvano Della Volpe, Tür!{ Dili, Eleştiri Özel Sayısı, 1971.)
Şiirin “ne”liğini belirleyen değerlerin, düşünsel bir süreç olduğunu kabul edersek, geriye, bir Şiirsel yapıtın içerdiği “anlam” olarak düşünce kalıyor. Bu da Şiirsel yapıtın estetik değerini belirleyen bir ölçüt değilse eğer —ki Hofmarınsthal’a göre Şiirin değerini belirleyen şey onun anlamı değil (yoksa o şiir değil, bilgelik, alimlik taslamak olurdu) tersine onun biçimidir şairden şaire değişen bir biçem (üslup) sorunudur. Bu sorun da, Sartre’ın “Edebiyat Nedir?” sorusuna vermeye çalıştığı uzun yanıttan beri yatışarak gelmiş bir sorundur. Hem Turgut Uyar, büyük şair olmak için büyük yıkılmış olmak gerekmediğini, her gün evinden işine gidip gelen bir adamdan bir Mallarme çıkabileceğini söylerken, Şiirsel yapıtın içerdiği anlamın (anlam ile Şiirsel yaşantının aynı noktada çakıştığını kabul edersek), estetik ölçüt olarak herhangi bir değerinin olmadığını vurgulamamış mıydı?
Şiir ve düşünce ilişkisi söz konusu olduğunda, gerçekte, başta söylenmesi gereken şu açıklamalar, bazen son nokta yerine de geçebildiği için, burda yinelemek yararlı olacak: Şiir, amacı kendisi olan bir dildir. Bu yüzden de döngüsel bir dildir, düzyazı gibi iletişimsel değildir. Yani şiir, her şeyden önce, amacı birtakım düşünceler (anlamlar) iletmek olan bir dil değildir. Oysa düzyazı, ister edebiyat sanatları dediğimiz roman, öykü, oyun gibi sanat metinlerinde olsun (çünkü bu metinlerde kullanılan tümceler, bilinç-akışı tekniğinde bile, sentaks olarak ortak, genel mantıksal dizge kurallarına dayanır), ister öğretici ya da akademik metinler dediğimiz makale, rapor gibi metinlerde olsun, düşünselliğin amaç olduğu metinlerdir. Buna karşın, her şiir bir dil deneyidir. Bu yüzden de, Paul Valery’nin öfkesine hak vermek gerekir: “Dizelerde içerikle biçimi, bir konu ile bir gelişmeyi, sesle anlamı ayırmak, uyumu, ölçüyü, vurguyu şifahi anlatımdan, sözcüklerden ve sentakstan doğal bir biçimde, kolayca ayrılabilir şeyler saymak, işte bütün bunlar şiir konusunda anlayışsızlığın, duygusuzluğun belirtileridir. Bir şiiri düzyazıya çevirmek, bir şiiri bir öğretim ya da sınav gereci durumuna getirmek, az sapıklık değildir...”
(Valery’den aktaran Melih Cevdet Anday, İmge Ormanları, Adam Yay., 1994)”