1910’da toplumcu ve gerçekçi bir özellikle başlayan yeni Türk şiiri, 1953'ten beri akıldışı bir yönde gelişmektedir. Özdemir Asaf, İlhan Berk, Oktay Rifat, Cemal Süreya, Edip Cansever bu şiirin belli başlı temsilcileri arasında görülüyor. Bu şairlerin ortak özelliği öyle kolay kolay anlaşılmamalarıdır.
Tabii, şu soru ile karşılaşmaktan kendimizi koruyamıyoruz: "yazdıkları neden kolay kolay anlaşılmıyor?”. Hemen söyleyebiliriz, aklın baskısından kurtulmaya çalıştıkları için. Gerçekten şiir, akıldan çok çekmiştir. Ama onun baskısından nasıl kurtulacağız? İki yol var: Ya altılılar, kurallarıyla alay ederek, yada bilinçaltına sığınarak. Birinci yolu deneylerin başında Perçemli Sokak, Aşık Merdiveni şiir kitaplarıyla Bay Oktay Rifat gelir. İşin tuhafı akıldan kurtulmaya çalışırken şairin gene de akla sarılması, bizi aklımızı kullanmaya zorlamasıdır. Bu yüzdendir ki yazdıklarında şiiri bulamıyor. Çünkü şair, kelime dizileriyle kendi iç yaşantısını, en karanlık, en gizli yönleri ile bizde uyandıracağı yerde, aklın kurallarıyla becelleşmenin verdiği yorgunluğu sinirlerimizde yatmaktadır. Okuyun Aşık Merdiveni'ndeki şiirleri, siz de bunu göreceksiniz. Hiçbir şey bilmece kadar aklın ustalığını gösteremez. Bilmeceyi kuran akıl, onu çözen akıl. Şüphesiz bilmeceyi çözersek derin bir zevk duyarız. Ama bu aklın kendi gücünü görmüş olmasından doğan bir zevktir. Bu zevkin de şiir zevki ile herhangi bir ilintisi yoktur. Bay Oktay Rifat, akıldan kaçayım derken şiiri bilmeceye çevirerek gene onun ağına düşmüştür.
Aşık Merdiveni'ndeki şu dizeleri okuyunuz:
Dişimde denediğim yumurtası kayıkların,
Üşürse deniz kızı mağaraları.
Ne anladınız demeyeceğim; ne duydunuz söyler misiniz? Buna karşılık aynı şiirin son iki dizesini okuyun:
Kalkar dağlar dağların üstünden
Evler evlerin üstünden
bunlar da akıl kurallarına uymaz, açık olarak da bir şey söylemez. Ama içimizde, bir sürü çağrışımla birlikte, anlatılmaz izlenimlerin özetlendiğini duyuyoruz. şiir budur. Yoksa:
Bütün insanlar sağ, vapurlar dinç, evler körpe kadınlar şamdanlarında incecik.
Veya
Koşuyor seyrek sakallı bulutların
Sırıtıyor yedek beygiri tayfların ardında.
gibi sözler değildir. Bunları anlasak da anlamasak da ne çıkar? Hem ne diye aklımı zorlayayım?
1953’ten bu yana denenmekte olan bir yol da, şiiri bilinçaltına bağlayan yoldur. Freud'dan beri, ilk üç yıldaki çocukluk anılarının hep bilinçaltında kaldığını biliyoruz. Bu yok olup gitmiş sanılan duygu anıları (souvenirs affectifs), yetişkinin davranışlarında etkilerini göstermekten geri kalmazlar ve beklenilmeyen anlarda belirsiz sebeplerle, yıllar önceki tazeliği ile bilince doğarlar. Bilinçaltı, yalnız çocukluk çağlarının iz bırakmadan geçip gitmiş sandığımız, ama gerçekte varlığımızdan ayrılmayan duygularını değil, gelecek günler üzerine kurulan ama unutulup giden özlemleri de kendinde toplamaktadır. İşte bu duygularla özlemlerin kaybolmuş görünen dünyasında yaşamak imkanını bulanlar şiire varabiliyor.
Bilinçaltının bu verileri bizde şiir duygusunu neden mi uyandırıyor ? Her şeyden önce onların faydacı ve maddeci yaşayışımızı a ilişkilerini keserek, zaman içinde uzaklaşmış oldukları, çocukluk cennetinin havasını yarattıkları için.
1903’ten beri bizde de görülen bu şiirin en başarılı şairi hiç şüphesiz Edip Cansever'dir. Önceki şiirlerine göre dikkate değer bir gelişme göstermektedir. Hemen ilk okuyuşta, Umutsuzlar Parkı'nın havasına girdi m diyemem. Ama ikinci okuyuşta şaire öz bir söyleyişin bende uyandırdığı bir ipnoz hali içinde bambaşka bir dünyaya giriverdim. Umutsuzlar Parkı dört bölüm üzerine kurulmuş, uzun bir poemdir. Bütün ki tabı okumak gerekir. Ama beni en çok duygulandıran, üçüncü bölüm oldu. Yerim olsaydı, birçok parçasını okuyucularıma duyurmak isterdim. Böyle de olsa, bu üçüncü bölümün üçüncü şiirini olduğu gibi vermekten de kendimi almayacağım:
Binlerce, ama binlerce yıldır yaşıyorum
Bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz
İnsan, insan, insandan: ne iyi, nede kötü Kolumu
sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buluşturuyorum
Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
Öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı
Anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı
Evlerde, köşe başlarında değişmek diyorlar buna
Değişmek
Biri mi öldü, biri mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını
Bana kızıyorlar sonra, ansızın bana
Kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini kapıyor yaşadıklarıma
Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
Ve geçilmiyor ki benim
Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan
Bilmezler, kızmıyorum, bunu onlardan anlıyorum biraz
Erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan
Yada bir başka şey: ben kendimi ayırıyorum.
O yapayalnız olmaktaki kendimi
Böyleyken alıp gidiyorum bir nehir gerçeği gibi
Sanki ben upuzun bir hikaye
En okunmadık yerlerimle
Yok artık sıkılıyorum.
Buna benzer daha birçok şiir var kitapta. Edip Cansever bilinçaltı verilerini, gerçeküstücülerin ilk zamanlıda yaptıkları gibi otomatik yazı ile kağıda geçirmiyor, bu tehlikeden kendisini koruyor. Bilincin denetinden kurtulmuş yazılar sanat değeri taşısaydı, en büyük sanatçılar, bilinçlerini yitirmiş şairler veya ressamlar olurdu. Bu akıl hastalarının birçok şiir ve resimleri yayınlanmıştır, Yer yer insanı şaşırtan, ürperten özellikleri olmakla beraber, bilincimizle, çağrışım dünyamızla bütün bağları koparmış, geçmişin ve geleceğin bilinmez anıları ve özlemleri ile yaşanan anlar arasında bir bağlantı kurulmadığı için, bunlarla kaynaşamıyoruz. şiirin kaynağı, bilinçaltının ilk çocukluk çağlarına karlar inen verileridir; ama onlar bilinçte yankılanmalarım sağlayacak çağrışımlarla kaynaşmazsa, bilinçle bilinçaltı arasında bir denge kurulmazsa, şiire varılamaz. Yani, içinde yaşadığımız dünyadan bütün bütün kopmadan, içimizde yalayan o yitik sandığımız dünyaya girebilirsek, şiirin de dünyasına girmiş oluruz.
Edip Cansever, kitabının bütün şiirlerinde değilse bile, birçoğunda bu işi başarmış görünüyor. Umutsuzlar Parkı’nı, 1957 yılının son günlerinde yazılmış en başarılı şiir kitabı olarak gösterebilirim.