Hikayeler böyledir işte; onlara istediğimizi yaparız.
-Jeanette Winterson, Tek Meyve Portakal Değildir
Bütün romanlar ister dolaylı ya da dolaysız ister kısa ya da uzun olsun, en az bir hikaye anlatır. Ancak hikaye anlatmak romanın başlıca amacı değildir. Öyle olmadığı içindir ki dinlediğimiz bir hikayeyi başkasına aktarmak kolayken okuduğumuz bir romanı aktarmak zordur. Roman, hikayesinin dışında şeylere yoğunlaşan bir anlatı biçimidir. Sorunu sadece olaylar, olasılıklar veya olanlar değil aynı zamanda hayatın olaysız geçen her anıdır. Hikaye nedir? Hikaye insanın en temel gereksinimlerinden biridir. İnsanın yaşadıklarını veya başkalarınca yaşanılmış olayları orada olmayanlara aktarması ihtiyacından doğmuştur hikayecilik. Yani, hikaye, dilin kullanıldığı ilk zamanlara kadar giden, insanlık tarihi kadar eski bir iletişim aracıdır. Bu bağlamda hikayeciliğin ortaya çıkışını haberciliğin arketipi gibi görebiliriz. Hikaye anlatma veya öyküleme işi belki de insan beyninin gerçekliği anlamlandırabilmesinin tek koşuludur. İnsanın şahit olduğu olayları anlamak için "nasıl" ve "niçin" sorularını ilk kez sorup bunlara verdiği cevaplarla hikayecilik başlamıştır diyebiliriz. Belki, insan beyni/bilinci, her algıladığı şeyi imgeye dönüştüren bir mekanizma olduğundan doğmuştur hikayecilik. Çünkü hikaye, anlattığı şeyin imgesidir. Bir yerde bir şeyler olur ve birileri bunu diğerlerine anlatır. Bir tür bilgi/malumat verme, bilgiyi/malumatı yayma işidir hikayecilik. Hikayecilik öncelikle olanı anlatmakla başlamıştır ve bu bağlamda, herkes bir nevi hikayecidir demek yanlış olmaz. Ama eksik olur. Herkes şahit olduğu, deneyimlediği, duya geldiği olayları anlatabilir, hikayeye dönüştürebilir ama herkes edebi anlamda hikayeci değildir. Hikayecinin olayı aktarma biçimi kendine has, akılda kalabilen ve başkalarınca anlatılmamış bir biçimde olmalıdır. Yani hikayecinin anlattığı hikayenin biçimi biriciktir, kendine hastır. Hikayeyi habercilikle benzeştirirken malumat aktarma özelliğini vurguladık. Herkesin yapabildiği şey, işte bu, bilgi verme amaçlı hikaye anlatabilme özelliğidir. Ancak bir gazete haberinde ilginç olan suç veya suçu işleyenken, bir hikayede ilginç olan suçun hikaye ediliş biçimidir. Bu da onu, diğer haber aktaran, gazetecilik yapan herkesten ayırır. Çünkü onun hikayesi bilgi verirken estetik haz ve keyif de vermiştir. Ne anlattığından öte bir durum vardır hikayecide: Nasıl anlattığı. Yani ortaya çıkış dürtüsü "haberdar etmek", "olanı, olduğu gibi aktarmak" dürtüsüdür ama amacı başkadır. Zamanla her gün anlatılanlar birikir ve bunların arasında bellekte yer edenler tekrar tekrar anlatılmaya başlanır. Anlatılan her hikaye kalıcı değildir. Bazıları toplumun ortak belleğinde kalmasının toplumun iyiliğine olacağı düşünülenler, daha önemli olduğuna görünmez bir ortak protokolle karar verilmiş olanlar nesilden nesile tekrarlanarak zamana direnir. İnsan, sosyal bir varlık olarak, hikayeler yoluyla ahlakla, gelenekle ve tarihle iletişim kurar, bir araya gelir ve bu birliktelikle güçlenmeye çalışır. Toplumlar hikayelerle oluşur. Her toplumun atalarına ait hikayeleri (mitleri, efsaneleri, masalları, tarihi anlatıları) vardır ve bu hikayeler görsel, işitsel veya yazınsal yollarla (nesir, nazım, resim, obelisk, heykel, yazıt, balad), simgeler ve hayal gücüyle yoğrularak gelecek nesillere aktarılırlar ve bu hikayeler o toplumun ortak hafızasının, kültürünün ve inanç biçimlerinin oluşumunda büyük rol oynarlar. Ortak hafızası güçlü toplumlar beka sorunu yaşamazlar; bu toplumlarda ulusçuluk, milliyetçilik ve gelenek sağlam olduğundan geleceğe güvenle bakılır. Hikayeyi bu anlamda düşünürsek onun toplumu birbirine bağlayan, bir arada tutan görünmez bağlar bütünü olduğunu söyleyebiliriz. Hikayeler son derece bireysel deneyimlerle ilgili olabileceği gibi kitleler ve onların yaşam mücadeleleriyle ilgili de olabilir. Anlatım veya haberdar etme işini gazetecilik gibi gördüğümüzde hikaye muhabirin çektiği fotoğraf gibidir. Yaşamdan bir kesiti, bir anı bize gösterir ve ona bakarız. Hikayenin edebiyatlaşması ise gazetecinin ozan/ressam/sanatçıya, fotoğrafın ise estetik/ resim/sanata dönüşümü gibi düşünülebilir. Hikaye sözlü anlatım geleneğiyle başlar. Bir anlatıcısı vardır. Bu anlatıcı ozandır. Ozan, insanın tecrübe ettiği olayları bir bütün içinde anlatandır. Olaylar olur, yaşanır. Ancak olaylar, Hayden White’ın da belirttiği gibi, kendilerini anlatmazlar. Olaylar olur. Anlatılmaya başlandığı anda olay, olguya[1] dönüşür (1990:3). Artık dilselleştirilmiştir. Anlatıla gelen olgular gerçeklik halini alır. Yani, olayın olguya dönüşümü gerçeğin, gerçekliğe dönüşümüdür. Olaylar anlatılmaya başlandığında, yani eylemin dilsel anlatıya çevirisi yapıldığında işin içine anlatanın bakış açısı ve olanı belirli bir giriş, gelişme ve sonuç dizgesi içinde anlatma arzusu girer. Yani olay kurgulanmamıştır, sadece oluverir; diğer yandan olgu kurgulanmış, düzene sokulmuş ve belirli bir bakış açısıyla, giriş-gelişme-sonuç düzleminde, bitimli hale getirilerek anlatılmıştır. Kimi ozan gerçeği, ona sadık kalarak, olduğu gibi anlatmaya çalışır; kimisi olması gerektiği gibi anlatmaya çalışır; kimisi ona eklemeler yapar ve yorumunu katar, bundan çıkarılacak dersin peşine düşer; kimi ahlak dersleriyle ilgilenmez ve olayı hayal gücünü de ekleyerek soyutlaştırarak, simgeler yoluyla anlatmaya çalışır; kimisi de olayı farklı bakış açılarından aktarır. Burada sorun şu ki, olayı anlatan ona sadık kalmayı ve olanı olduğu gibi anlatmayı ne kadar hedeflese de bu mümkün değildir. Çünkü artık o olay anlatanın öznel penceresinden dışa vurulan bir anlatım olmuştur. Nesnelliğe en sadık anlatıcı bile aslında yeterince nesnel değildir, kaçınılmaz olarak, daima özneldir.[2]
Hikayeci bazen kendi kurguladığı, kendi hayalinde yarattığı hikayeleri, bazen kendi deneyimlerini, bazen de şahit olduğu veya duyduğu olayları anlatır. Anlatılanların hafızada yer edebilmesi için ya anlatılan olayların dinleyeni şaşırtacak kadar ilgi çekici olması lazımdır ya da hikayecinin belki de sıradan denilebilecek bir olayı anlatım biçimi, kullandığı dil ve olay örgüsü yardımıyla ilgi çekici hale getirerek anlatması. Hikaye dinleyiciyi şaşırttığı ve onda ilgi uyandırdığı ölçüde hafızada kalır. Herkes ozanı dikkatle dinler; çünkü herkes hikayeyi dinlemeyenlere aktarmak ister. Hikayeler aktarıldıkça kalıcı hale gelir, nesilden nesile geçirilir ve ortak bellekte yer eder. Aynen baladlar gibi tekrar eden, hatırlanması kolay kalıplar kullanılarak anlatılır. Küçük bir çocuk bile kendisine bir gün önce anlatılmış bir hikayeyi yeniden anlatmamızı istediğinde aynen bir gün önce anlatıldığı şekliyle, aynı kelime ve kalıplarla yeniden duymayı arzular. Tekrarlandıkça hikayenin o bellekte yeri sağlamlaşır. Kişiyi birey yapan kendi öznel hikayeleri ve yaşam deneyimlerinin toplamı ise toplumları da toplum yapan onların ortak tecrübeleri, ortak geçmişleri ve hikayeleridir. Ancak doğal olarak hikayeler dilden dile gezerken, aktarılırken eklemelere olduğu kadar eksiltmelere de maruz kalırlar. Bu bağlamda, tarihin kendini sürekli tekrar etmesiyle, hikayelerin (değişime, dönüşüme uğrayarak) tekrarlanması özde aynı şeydir. Heraklitos’un aynı derede asla ikinci kez yıkanılamayacağı önermesindeki aynı dere ama ayrı su tespiti hikaye, tarih ve yaşamın kendisini yineleme ve yenileme biçimidir. Hikayenin de her yinelenmesi yenilenmesine yol açar. Yani hikaye yaşam gibi organiktir.
Her roman bir hikaye anlatır ama romanın yegane varlık sebebi hikaye anlatmak değildir demiştik. İşte romanı hikayeden ayıran en önemli özelliği de sanırım burada yatmaktadır. Her roman (en az) bir hikayedir ama her hikaye bir roman değildir.
Hikaye ile roman karşılaştırmasını en iyi yapan kişilerden biri Alman düşünür Walter Benjamin’dir. Elbette bu karşılaştırmada Benjamin’in "hikaye" ile kastı, kadim, geleneksel, sözlü anlatı türü olarak hikayedir. Benjamin, The Story Teller’da ( 1936) hikaye ile romanın farklarını çok çarpıcı bir biçimde analiz eder. Benjamin, hikayenin yok olmakta olan bir tür olduğunu ve romanın artık onun yerini almaya başladığını, romanla pek de övünç duymayan bir anlatım biçimiyle vurgular. Bunun nedenlerini irdeler. Roman, matbaanın icadıyla önlenemez yükselişine başlamış ve o yükseldikçe insanlık bilinci, toplum bilinci ve iletişim düşüşe geçmiştir. Bir burjuva sanatı olarak romanın yükselişiyle burjuvanın yükselişi amaç, anlam ve yöntem bakımından birbirinden ayrılamayan iki durumdur. Burjuvanın üretim biçimleriyle romanın üretim, basım ve alım/satım biçimi de doğru orantılıdır. Benjamin’in roman ve beraberinde yükselen orta sınıf kültürüne bakışı bir anlamda Georg Lukacs’ın Theory of the Novel’da neredeyse üzüntüyle dile getirdiği kuramını destekler niteliktedir. Her iki düşünür de romana ve romanın temsil ettiği yükselen değerlere kuşkuyla bakar ve romanın hangi bedellere karşılık ortaya çıkan bir tür olduğunu inceler.
The Story Teller’a dönecek olursak, Benjamin için hikaye anlatıcısının, yani hikayecinin artık yok olmakta olduğunu görürüz. Dinleyicisiyle arasındaki mesafe giderek artmaktadır. Hikaye anlatma sanatı artık sona ermektedir. Çevremizde bir hikayeyi/masalı doğru dürüst anlatabilen insanların sayısı giderek azalmaktadır. Aynı zamanda da bir hikayeyi başından sonuna dinleyecek sabrı göstermek de artık daha az rastlanır bir durum olmuştur. Hikayeci yok olmaktadır çünkü dinleyici yok olmaktadır. Deneyimlerimizi karşılıklı olarak paylaşma kabiliyetimizi artık kaybetmekteyizdir. Bu durumun sebebi açıktır. Deneyim değerden düşmüştür. Bu düşüşü de hızla devam etmektedir. Bu yüzdendir ki 1. Dünya Savaşı'ndan dönen askerler bize deneyimlerini anlatmaktansa sessizliği tercih etmişlerdir (2007: 85). Oysa dilden dile aktarılan deneyim, hikayecinin başlıca kaynağıdır. Benjamin’e göre iki tip hikayeci vardır: Birinci tip, hakkında bir şeyler anlatabileceği seyahatlere çıkar, gezgindir; ikinci tip ise yerleşiktir ve evinde, vatanında oturduğu yerde en az gezgin hikayeci kadar ilginç yerel ve geleneksel hikayeler anlatır. Gezgin hikayecinin ataları denizcidir, yerleşik hikayecinin ataları ise tarımla uğraşan çiftçi veya köylüdür. Hikayeciler anlatılarını dinleyicinin yaşam pratiğine, gündelik kaygılarına ve ihtiyaçlarına göre çeşitlendirir. Anlattığı hikayeler gerçek yaşamı niteleyen, faydalı bilgiler içerir. Bu bilgiler ahlaki kodlarla örülmüştür ve halkın atasözleriyle, inanç biçimiyle, gelenekleriyle çelişmez. Yani, hikayeci dinleyicisine tavsiyeleri olan, öğreteceği ahlak dersleri bulunan, hayat bilgileri veren, yol gösteren, ışık tutan bir kişidir. Toplumun ortak aklını temsil eden bilge kişidir hikayeci. Bugün eğer başkasının fikrini sorma, tavsiye alma demode bir durum haline gelmişse, işte bunun sebebi deneyimlere verilen önemin azalmasıdır. Deneyim artık gözden düşmüştür ve bununla beraber akil adamlara, bilge kişilere de ihtiyaç kalmamıştır. Çünkü bilgelik/ortak akıl/hikmet artık gündem dışıdır. Hikaye, dinleyicisine yararlı olacak bilgece söylenmiş bir söz/söylem içerir. Sözlü hikayecilik bugün gözden düşmüş ve sona ermekteyse bunun sebebi doğrunun destansı yanı olan bilgeliğin, ortak aklın ölmesidir (86). Benjamin’in buradaki önermesini şöyle yorumlayabiliriz: Destan (epik) yazabilmek için mutlak ve ortak doğrularımızın, ortak bir aklımızın ve bundan oluşan bir bilgeliğimizin olması gerekir. Bunlar olmadan destan yazılamaz. Bunlar yoksa kahramanlık ve kahramanca davranışlar da yoktur. Çünkü "doğru" yoktur. İşte tüm bu çürüme ve yozlaşmanın (toplumsal hastalığın) ilk belirtilerinden biri hikayenin yerini romana bırakmasıdır. Bu hastalığın adı modernleşmedir. Benjamin’e göre roman, modernleşme denilen bu illetin meyvesidir ve modernleşme, yani kapitalizm devam ettikçe roman güncelliğini yitirmeyecektir.
Romanı geleneksel hikayeden ayıran en temel şey, onun kitaba olan bağımlılığıdır. Romanın yaygınlaşması bu yüzden matbaanın icadıyla ve yaygınlaşmasıyla mümkün olmuştur. Roman epik, hikaye, masal, romans gibi sözlü gelenekten gelmediği gibi oraya da gitmeyecektir. Yazılı ve basılı olmak zorundadır. Hikayeci, anlatısını kendisinin veya diğerlerinin deneyimlerinden oluşturur ve bu deneyimleri anlatarak dinleyicisinin deneyimlerine katar. Romancı ise kendisini tecrit etmiştir. Romanın doğum yeri deneyimlere ayrıcalık tanımayan, kimseye bir ahlaki ders verecek durumda olmayan, iletişim kurmakta beceriksiz bireyin yalnızlığıdır. Roman yazmak, başka kimse tarafından yaşanamayacak kadar öznel, kahramanlıkla ilgisi olmayan, çoğu zaman eylemden bile yoksun bireyin deneyimlerini olabildiğince abartarak, detaylandırarak, çok önemli süsü vererek insan yaşamını temsil etme sanatıdır.
Bu bağlamda Benjamin, Roland Barthes’ın 1968 tarihli "The Reality Effect" adlı denemesinde dile getirdiği, romanın tasvire bağımlılığına yakın bir şey söyler. Barthes’a göre roman temelde gereksiz tasvirlere bağlı bir anlatım biçimidir. Örneğin Flaubert’in "A Simple Heart" adlı hikayesinde betimlediği, piyanonun yanındaki duvarda asılı duran barometre detayı, eserin bütünüyle hiç ilgisi olmadığı ve herhangi bir sembolik anlam yüklenmediği halde tasvir edilmiştir. O halde tasvir, yani gereksiz detaylar, yazılı her şeyin çok da gerekli olmadığını gösterirken, roman anlatısında önemsiz detaylar neden bu kadar önemsenir? Flaubert’e tasvirin estetik amacı çok belirgindir. Barthes'a göre bunun nedenleri romanın temsil ettiği gerçekliğin belirsiz olması, tasvirin anlama direnmekte etkili bir yöntem olması, anlamı sürekli ertelemenin romansal bir taktik olması ve gerçekliğin parmakla işaret edilecek kadar net olarak dışarıda bir yerde durmamasıdır. Barthes’a göre gerçekçi edebiyat tasvire dayalıdır ancak onun algıladığı gerçeklik parçalanmış, tutarsız ve detaya bağımlı olduğundan romanın gerçekliği pek de gerçekçi olmayan uzun betimlemelere teslim olur. Romanda "gerçeklik", özellikle XIX. yüzyılın sonundan itibaren, sözlük anlamından [denotation] çıkar ve çağrışımla güçlenen çok anlamlılığa [comotation] teslim olur. Yani gösterilenin [signified] yokluğu, kastedilenin [referent] faydasına, gerçekçiliğin en belirgin gösterenidir [signtfier]. Sonuç, üçlü bir mekanizması bulunan göstergenin (gösteren+gösterilen=gösterge) yapısının bozulmasıdır. Modern gerçekçiliğin amacı göstergenin içini boşaltmak ve gösterileni sürekli erteleyerek geleneksel temsil anlayışına radikal bir biçimde meydan okumaktır (2006: 229-235). İşte, romanın tek amacının hikaye anlatmak olmadığı bu önermeyle doğrulanabilir.
Geleneksel hikayecinin kaynağı deneyimlerdir. Kendisi veya başkalarınca yaşanmış olayları dinleyicisine anlatır ve onun deneyimi haline getirir. Öte yandan, romancı kendini toplumdan uzaklaştırır, yalnızdır ve bu yüzden romanın doğum yeri yalnız ve anlatmaya değer deneyimi olmayan bireydir. Yükselen orta sınıf, epik kahramanın da, hikaye kahramanının da sonunu getirmiştir. Artık eski kahramanların çok aşağısında olan, deneyimleri paylaşmaya bile değmeyecek kadar önemsizleşen, sıradan roman kahramanı vardır. Hikayecilikte, anlatılan hikayenin hatırlanması anlatılan deneyimin netliğinden ileri gelir. Oysa roman öyle değildir. Okuduğumuz bir romanı başkasına anlatmakta güçlük çekeriz, anlatabildiğimiz kısım ise genellikle romanın hikaye kısmıdır. Romanın anlatamadığımız kısımları genellikle hatırlayamadığımız detaylar, tasvirler bütünüdür. Dolayısıyla romanın, hikayenin yerini alması, hatırlayamadığımız şeyleri okuduğumuz anlamına gelir ki bu da kolektif hafızamızı geriletir.
Benjamin’e göre romanın konu ettiği birey yalnızdır, deneyimleri artık önemsizleşmiştir, dinleme ve dinlediğini aktarma yeteneği yok olmaktadır. Eğer uyku fiziksel dinlenmenin doruk noktasıysa sıkıntı da zihinsel dinlenmenin doruk noktasıdır. Sıkılan kişi eyleme yönelir. Yani, sıkıntı, deneyimin yumurtasını yumurtlayan hayali kuştur. Yapraktaki en ufak kımıltı onu eyleme geçirir. Yuvaladığı yer, yani sıkıntının oluşum yeri, bugünün şehir hayatında zaten kalmamıştır. Birey artık zihinsel dinlenmeden mahrum olduğu için sıkılamaz bile (2007: 91). Gitgide daha eylemsiz, daha yalnız, daha soyut bir hayalete dönüşmektedir birey. İşte roman bu bireyi kahramanı yapar. Sonuç olarak, hikaye anlatmanın yerini geveleme alacaktır. Roman bu gevezeliğin enstrümanıdır.
Benjamin’e göre, burjuva düzeni ölümü unutmaya çalışır. Eskiden ölüm halkla paylaşılırdı, açık edilirdi. İdamlar bile herkesin gözü önünde gerçekleşirdi. Hiçbir ev odası yoktu ki ölüme sahne olmasın. Yakınlarımız evlerinde ölürdü. Ama bugün ölüm evde olmuyor. Ölümün dokunmadığı, girmediği ev ve odalarda yaşıyoruz; hastanelerde ölüp morga konuyoruz, oradan da şehrin uzağındaki, dışındaki kalabalık mezarlıklara gömülüyoruz. Oysa eskiden mezarlıklar yerleşim yerlerine daha yakındı. İşte Benjamin bu tespitiyle hikayenin ölüme gereksinim duyan bir anlatı geleneği olduğunu söyler. İnsan yaşamı nasıl ancak ölümle anlam kazanabiliyorsa, hikayenin de anlamı bitimindedir. Ölüm anlamın önkoşuludur. Ölüm bitimdir ve bu fikir olmadan başlangıcı ve sonu belli olan şeyler anlatılamaz. Hikayeci bir kronolojiye gereksinim duyar; çünkü hikaye ereksel/bitimli ve düz çizgiseldir. Öte yandan roman formu, tasvire merakı, uzunluğu itibariyle zaten ölümü, yani anlamı, erteleme çabasından ibarettir. Hikaye bilinen en eski iletişim araçlarından biri olmasına rağmen zaman içinde iletişim onun başlıca amacı olmaktan çıkmış ve yerini estetik ve sanatsal olma amacına bırakmıştır. Yani zamanla konu değerden düşüp biçim değer kazanmıştır. Konunun, iletilmek istenen mesajın değerden düşmesi ise gerçeklik ve doğrunun gözden düştüğü, pozitivizmin yerini fenomenolojinin aldığı, varlığın nasıl "olduğu" değil nasıl "göründüğünün" önem kazandığı zamanlara denk gelir. Artık "sanat bir şeyin sanatsallığının deneyimlenme biçimidir ve şeyin kendisi önemli değildir" (Shklovsky, 1965: 12).
Benjamin’in hikaye lehine yaptığı ve romana kuşkuyla yaklaştığı bu ünlü denemesi hikayecilikle ilgili önemli bir detayı, belki bilinçli olarak, göz ardı eder. Hikayecilik artık sözlü bir anlatı türü değildir. Kökeni mitler, halk masalları, anekdotlar olsa da hikaye, Chaucer ve Boccacio gibi Rönesans dönemi yazarlarınca yazılı bir geleneğe geçiş yapmıştır. İngilizce'de "story" [hikaye] ile kasıt hikayeciliğin en genel adı iken bir de "short story" [kısa hikaye] adı verilen yeni bir tür XIX. yüzyılın başından itibaren kendini belli etmeye başlar. Bu noktada "story" ve "short story" ayrımını bilmek önemlidir; çünkü Türkçe’de "kısa hikaye" diye bir edebi tür sınıflaması bulunmaz. Biz "kısa hikaye" dediğimizde "kısa" kelimesini sıfat olarak sözlük anlamıyla kullanmakta ve uzun olmayan hikayeyi kastetmekteyiz. Oysa İngilizce’de "kısa hikaye" hikayenin kısa veya uzun olmasından öte bir anlam taşır ve eski hikayeyi yenisinden ayırır. "Kısa hikaye" sözlü olmayan, basılı olan ve roman geliştikçe gelişmiş, hatta zaman içinde romanlaşmış, hikayeden [tabula] ziyade onun anlatılış biçimine vurgu yapan bir yazılı anlatı ve kurgu türü olarak "modern hikayeyi" imler.
En büyük örneklerini O’Henry, Mauppassant, Poe, Çehov, Joyce, Kafka, Mann, Mansfield, Bowen ve Woolf’un verdiği hikayeler İngilizce’de "kısa hikaye" olarak adlandırılırlar. Bu anlatı türünün romandan görünürde ilk farkı romana göre kısa oluşudur. Öte yandan olay örgüsü, anlatı teknikleri, bakış açısı, dil kullanımı, imgelem, yer/zaman ilişkisi, karakterler, betimleme teknikleri bakımından romandan pek ayırt edemeyeceğimiz özellikler gösterirler. Romanlaşmış hikayeye "kısa hikaye" adı verilmiştir diyebiliriz. Bu hikayeler de genellikle ruh halleri, izlenimler, imalar yoluyla bir anlamı bize dolaysız olarak verme amacı taşımayabilir. O’Henry, Mauppassant ve Poe dışındaki isimler giriş, gelişme ve sonuç dizgesini çok da umursamamışlardır. İlk üç ismin anladığı hikayecilik kadim sözlü hikaye geleneğine daha bağlıdır; net bir şey anlatırlar ve vurucu etkileri vardır. Kısa hikayenin atasının romans, halk ve peri masalları, mitler; romanınkinin ise epik, tarihsel anlatı ve seyahatnameler olduğunu söyleyen kuramcılar vardır. Buna göre kısa hikaye, romans ve masala daha yakındır çünkü bütünseldir ve tek noktaya odaklıdır. Yani bugün, kısa hikayeyi romandan ayıran özellik sadece uzunluk/kısalık kıstası değil aynı zamanda türlerinin orijinidir. Kısa hikayenin yapısı daha derli toplu, etkisi ise daha direkt ve yoğundur. Betimsel detaylar bizi konuya, ana temaya yönlendirmek ve onun etkisini artırmak için konulur. Oysa romanda betimleme ve detay artırma teknikleri yayılmacıdır; konudan sapma, okur oyalama ve anlam erteleme için mevcuttur. Kısa hikayede tüm amaç son satıra, sonuca ulaşmaktır. Kısa hikaye fotoğrafa, roman ise filme benzetilebilir. İlki yaşamdan sadece bir kesit ele alıp ana odaklanırken, ikincisi yaşamdan birden fazla kesit alır, çoğulcudur ve sürece odaklanır. Hikaye bakmamızı ister, roman ise izlememizi. Bu yüzden hikaye okurun zamanını çok çalmaz. Hikayede süregiden hayat okurunkidir; aynen bir yerde bir olay olurken oradan geçen, kısacık bir bakış atan ve sonra yoluna devam eden kişi gibidir okur. Roman okurunun ise hayatı romanı okurken durmak zorundadır; okuduğu şeyin süreci okurun yaşam sürecinin yerine geçer. Bir olay olurken oradan geçen kişinin durup olayı izlemesi gibidir roman okumak. Ancak unutmamalıyız ki kısa hikaye modernleştikçe değişmiş ve fotografik imgeden kısa filme dönüşmeye başlamıştır.
Hikayecilik özellikle modernizmin etkisiyle XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın başında aynen romanın geçirdiği değişimleri geçirmiştir. Suzanne C. Ferguson modernist roman ile modern kısa hikaye arasında şu ortak özellikleri tespit etmiştir: [3]
1. Bakış açısına getirilen sınırlama;
2. Geleneksel olay örgüsünde bulunan bazı özelliklerin dönüştürülmesi veya anlatıdan atılması;
3. Duygu ve içsel deneyimlerin sunumuna yapılan vurgu;
4. Olayların sunumunda metafor ve metonime daha çok ağırlık verilmesi;
5. Kronolojik zaman dizgesinden vazgeçilmesi;
6. Biçim ve üslupta minimalist davranılması;
7. Üslubun anlatıdan daha ön planda olması. Bu ortak özellikler, kısa hikaye ve romanın, modernizmle birlikte, izlenimci bir anlatı biçimini benimsediği anlamına gelir (1994: 219).
En genel anlamıyla kısa hikaye, düzyazıyla yazılmış, kısa edebi kurgudur. Aynı tanımı düzyazıyla yazılmış uzun edebi kurgu olarak yaparsak bu kez romanı tanımlamış oluruz. Ancak kısa hikaye ile romanın tek ayırıcı özelliği boyutları ise o zaman "uzun hikaye" nedir? "Kısa roman/novella" nedir? "Ivan İlyiç’in Ölümü" (Tolstoy), "Venedik’te Ölüm" (Mann) veya "Ebedi Koca" (Dostoyevski) uzun hikaye midir yoksa novella mıdır? Dönüşüm (Kafka) ve Yabancı (Camus) kısa roman mıdır yoksa uzun hikaye midir? E.M. Forster onları uzun hikaye olarak sınıflandırmıştı. Kısaca eserin adını ne zaman tırnak içinde, ne zaman italik yazacağımıza dair yerleşmiş ve yaygın olarak kabul görmüş bir edebi türler sınıflaması var mıdır? Kısa hikaye ve romanı birbirinden ayrı edebi türler olarak sınıflandıran ve her birinin ayrı türsel özelliklerini beyhude çabalarla saptamaya çalışan bir sürü edebi eleştirmen olmuştur. Kısa hikayenin bir tür olarak formüllerini vermeye çalışırken Edgar Allan Poe'nun yaptığı şey aslında kendi hikayelerinin formülünü vermekti. B.M. Eichenbaum, Brander Matthews, Randall Jarrell, Charles E. May gibi isimler kısa hikaye, roman ve novella farkları üzerine epey kafa yormuş ama bugün bu çabalarının hepsi sonuçsuz kalmıştır. Burada anahtar kelime hikayenin zaman içinde romanlaşmış olması ve romanın kendisi melez bir tür olduğu için her ikisinin de sınıflandırmasının veya kanonik tanımlarının yapılamamış olmasıdır. Bütün zamanların bütün baladları, mitleri, rüyaları, fıkraları, mektupları, özyaşam öyküleri, şiirleri, destanları, masalları, dini ve tarihsel metinleri ve yaşamları aslında birer hikayedir. Ama iş, bir edebi tür olarak hikayenin, yani anlatının estetize edilmiş halinin tür ve köken çalışmalarına gelince hep çaresiz kalınmıştır. Anlatının uzun oluşu onu roman yapmaya yetmeyeceği gibi kısa oluşu da hikaye yapmayabilir. Edebi tür okurla yazar arasında imzalanmış görünmez bir kontrat gibidir. Okur bir trajedi okuyorsa metinden bekleyeceği şeyler kontrata bağlı olarak bellidir. Oysa ne roman ne de kısa hikaye kontrat tanımaz (Culler, 1976: 147).
Poe ünlü makalesi "Kompozisyonun Felsefesinde hikayeye formalist yaklaşır ve her bir parçasının bir bütüne hizmet etmesi gerektiğini söyler. Bir tek cümle bile çıkarılsa anlam eksilmelidir. Her bir detay anlama ve sonuçta yaratılmak istenen etkiye hizmet için bulunmalıdır. O zaman bütün dedektif romanlarına uzun hikaye dememiz gerekmez mi? Eichenbaum’a göre hikaye aynen uçaktan atılan bir bomba gibi hedeflendiği noktaya ve yerçekiminin de etkisiyle hızla aşağıya, yani sonuca/amaca doğru ilerleyen bir anlatı türüdür ( 1994: 81). Oysa romanda geciktirme teknikleri iş başındadır; birbiriyle ilgisi olmayan şeyleri birleştirme, onları episodlara ayırma, birden fazla merkez yaratma ve paralel gelişen durumlar ekleme söz konusudur. Bu yüzden romanın sonu, etkisi yoğun olarak hissedilmeyen bir sondur. Büyük bir sürpriz ve sarsıcı bir sonla biten romanların çok nadir görülmesi bu yüzden doğaldır (82). Bugün bu çeşit tür ayrımları ve karşılaştırmaları yapmanın artık kelime enflasyonundan başka bir işe yaramadığı ortadadır. Çünkü hikayecilik, Çehov, Joyce gibi ellerde zaten anlamın uçaktan atılan bomba gibi hedefi vurmadığı biçimlere yönelmiştir. Belki bugün edebi tür tasniflerine ihtiyaç kalmadığı için durum böyledir. Keşke her şey Aristoteles’in düşündüğü kadar basit olsa ve biyolojide yapılan tür ayrımlarını edebiyata da uygulayabilseydik. Biyolojik tür sınıflandırma ve tanımlamalarında insana ait olan tek kısım sınıflandırma ve tanımlama kısmıdır. Oysa edebi türlerde hem türler hem de sınıf veya tanımlar insan üretisidir (Hirsch, 1976; 121). Allan Pasco bu yüzden edebi tür tanımları yapmanın belki de tek yolunun o türün sonunun gelmesi, ölü bir türe dönüşmesiyle mümkün olabileceğine inanmaktadır. Epik bugün ölü bir tür olduğundan tür tanımı ve tasnifi yapılabilmektedir. Çünkü artık epiğin herkesçe kabul gören yerleşik bir tanımı ve nitelediği genel bir epik anlatı biçimi mevcuttur. Ancak iş hikaye ve roman gibi yaşamakta, gelişmekte ve dönüşmekte olan organik türlere gelince çaresiz kalırız (1994: 116). Epik, trajedi, romans, komedi gibi türlerin aksine kısa hikaye ve roman birbiriyle hep yan yana durmuş, iç içe geçmiş iki anlatı türüdür. Bu yüzden de ayırıcı özellikleri belirsizdir.
[1] White burada "olay" için "event", olgu için "fact" terimlerini kullanıyor. Yani olay, real/gerçek olan ise olgu, realite/gerçeklik olandır.
[2] Burada Kant'ın noumenon ve phenomenon ayrımı hatırlanmalıdır. Noumenon gerçeğin/şeylerin/maddenin olduğu gibi olan halidir [Ding an sich], phenomenon ise gerçeğin bizim algıladığımız şekliyle olan halidir. Kant'a göre şeylerin gerçekteki hal ve anlamları ile bizim onları algıladığımız haliyle olan anlamları aynıdır diyemeyiz. Böyle bir kesinlik asla yoktur. Bu yüzdendir ki olmuş bir olay ile onun algılanış ve sonrasında anlatılış biçimi, yani noumenon ve phenomenon istense de aynı olmayabilir. Bu da nesnelliğin ne kadar istenirse istensin öznel algılamanın dışında olamayacağını belirtir. Hiçbir anlatıcı nesnel olduğundan emin olamaz. Bkz. Immanuel Kant, Critique of Pure Reason (1781).
[3] Bakış açısına getirilen sınırlama; Geleneksel olay örgüsünde bulunan bazı özelliklerin dönüştürülmesi veya anlatıdan atılması;