Selim İleri, Erol Çankaya, ben, oturmuş bu soruşturmadan söz ediyorduk:
Romanımızın durumu nedir, ne gibi bir yaklaşımla değerlendirilmelidir
filan! Birden ipucunu buldum, “Yahu” dedim, işe romanın hangi toplumsal
koşullarda ortaya çıktığını saptamakla başlamak gerekmez mi?” Öyle ya,
tarihe bakıyorsun, edebiyat türü olarak roman, her dönemde yok, ancak
belirli koşullar altında meydana çıkıp gelişiyor. Peki, neymiş o
koşullar? Bu türün vatanı, Batı Avrupa, oradaki belirişi, feodal
toplumsal düzenin içersinden burjuvazinin yeni bir sınıf halinde
belirmesi, yükselmesiyle bir. Hay Allah, doğduğu ülkelerde romanın
gelişmesi, burjuvazinin gelişmesiyle koşut gitmiş yahu!
Paldır küldür örnekler geliyor aklıma, sıralıyorum:
Fransa’da Balzac’ın yaptığı ne, ticaret burjuvazisinin toplumsal düzen içersinde nasıl egemen duruma geçtiğini, kitap kitap ortaya koymak değil mi? Zola ne yapıyor; İkinci İmparatorluk döneminde, şehirleşme ve sanayileşmeyle egemen çevrelerin altında meydana çıkmış bir başka toplumsal sınıfın, proletaryanın varlığını haber vermiyor mu? Atla İngiltere’ye, Dickens sanayileşmenin, sanayi kapitalizminin ezdiği işçi sınıfının öyküsünü anlatmamış mı? Conrad, emperyalizm döneminin başlangıcını ve ilişkilerini sergilemiyor mu?
Arandıkça elbette daha bir sürü örnek bulunabilir, ama örnekler sanırım şu ana ilkeyi değiştirmez: Roman türü, burjuvaziyle beliriyor, sanayileşmeyle, hele basım tekniğinin gelişmesiyle yayılıyor. Burjuvazi, adından da anlaşıldığı üzere şehirlilik, şehirleşme demek olduğundan, bir; sanayileşme, oldum olası metropolleri yarattığından, iki; roman dediğimiz türün varlığı da, içeriği de, çağdaş, şehirli, (yani burjuva ve proleter) nitelikleriyle belirleniyor.
Peki, başka türlüsü olmamış mı?
Pat! Rus romancıları geliyor aklıma: Biliyorsunuz, Rusya’da büyük bir romancılar sıradağı vardır, kurcalayınca ne görüyorum, onlar da Çarlığın kölelik toplumundan kapitalist topluma geçme sancılarıyla ortaya çıkmamışlar mı? Vay canına! Yalnız, bu tür gelişmelerde Rusya düpedüz geri kalmış olduğundan, ayrıca bal gibi Doğulu sayılabileceğinden, Batılı emperyalizmlerin çoktan (hem kültür, hem ekonomi alanında) etkisine girmiş, girince de bir seçkinler bürokrasisi doğmuş, o da roman türünü öykünme yoluyla alıp toplumsal ortamına aşılamaya uğraşıyor. Sonuç, Batılılaşmaya özenen yüksek feodaller, aydınlar ve bürokrasinin romanı. İş orada kalmıyor elbet, toplumun yapısı feodal ilişkilerinden aralamadığı için, bir yerinden mujik yani köylü romana dalıyor, böylelikle de az gelişmiş toplumlardaki bir öykünme roman türü, narodnikler (popüliste, halkçı) sayesinde doğmuş oluyor.
Bu kadar laf niye, Türk romanına varmak için mi, elbette!
Türk toplumu, Batı etkileri dolayısıyla Rus toplumunu andırıyor, imparatorluk döneminde bizde de ekonomik ve kültürel yönden Batılı burjuvazilerin ve çıkarlarının etkisi egemen ve yaygın, o kadar yaygın ki Türk romanı toplumsal bir gelişmenin doğal sonucu olarak doğmuyor, aydınların Batı’ya özenmesi sonucunda yazılıyor. Tıpkı Rusya’daki gibi, yalnız bizdekiler daha çok seçkin aydınların geri kalmış toplumdaki sancısını işliyorlar, narodnik tipi bir köylülük, köycülük eğilimi daha az.
Yo, pardon, ikinci eğilim ulusal demokratik devrimden (Kurtuluş Savaşı) sonra önem kazanıyor: Yetişmiş, ulusal bir sanayi ve ticaret burjuvazisi (ve onun kültürü) olmadığından, resmi ideoloji folkloru ulusal ideoloji yerine koymaya kalkışmadı mı? Bunun sonucu ne, saray estetiğinin reddedilip yerine aslında feodal ilişkilerin üstyapısı olan folklorun temel sayılması. Şair de, romancı da bu yola girince, ne oluyor, Batı’dan öykünme yoluyla geliştirilmek istenen roman, ya feodal topluma bile başeğmek istemeyen eski aşiret düzeni özgürlükçülüğünün ilkel destanı olur (örnek: Yaşar Kemal, şiirdeki uzantısı Ahmed Arif), ya da feodal ilişkilerinden, bu ilişkilerin üstyapısından kurtulamayan toplumu, eğitim yoluyla kalkındırmayı uman narodnik hayallerinin tutsağı (örnek: Fakir Baykurt, şiirdeki uzantıları Başaran, Apaydın vb.).
Dikkat edilirse görülen nedir, şu: Ülkemizde roman, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi toplumun şehirleşme aşamasına ulaşması, sanayileşmeye geçmesiyle belirip güçlenen bir edebiyat türü diye ortaya çıkmıyor, az gelişmiş ülkelerde görülen öykünme eğilimleriyle gerçekleşmiş, üstelik ters koşullar altında, yanlış bir yerde olmuş bu gerçekleşme; günü gelip ticaret kapitalizmi, giderek sanayi kapitalizmi oluşunca; yurt yüzeyindeki ilişkiler kapitalist ilişkilere dönüşüp egemen sınıf olarak burjuvazi, karşı sınıf olarak proletarya ağırlıklarını koyunca; hem şehirleşme alıp yürüyor, hem onunla koşut olarak gerçek bir roman ağacı boy atıp serpiliyor.
Şimdi bu önemli dönemeçteyiz. Roman, doğuşunu yaratmış toplumsal ve ekonomik nedenleri ve ortamı, Türkiye’de de nihayet bulmuştur, önümüzdeki yıllarda bir yandan kapitalist ilişkileri gittikçe karmaşıklaştırıp yayarak sanayi burjuvazisinin nasıl egemenleştiğini, bir yandan da işlevini ve önemini yitiren köylülüğün nasıl şehirleşip işçileştiğini içeren büyük romanlar yazılacaktır. Doğal olarak, ikisi arasındaki savaşımın içeriğini, bu içeriğin diyalektiğini ele alıp yansıtanlar da! Bence, Türk romanı çağdaşlığına yeni kavuşuyor. Şimdiye dek tarih öncesini yaşamıştı. İyi ama, içindeki pekala başarılıları da bulunan önceki romanlar ne olacak? Aşiret toplumu, feodal toplum, toplumsal gelişme süreci geliştikçe ne olmuşsa, onu: Bazı meraklılar için, araştırma konusu!
Klasiklik katına ulaşabilmiş olanlara, elbette sözümüz yok.