Benden bu yazı istenirken, dıştan içe bakış kurgusuyla yazmam önerildi.
Ben de düşündüm, biz ne kadar zamandır bunca kalabalığız diye, 25 yıl olmuş. Öykünün Ö harfinin izi işaret parmağımıza oturalı, çeyrek asır, ne kadar az... Oysa yazmak düşlerimiz çok yıllara dayalı.
Her öykü kalbime yazılanda, Ö harfi kalp olup atmaya koyuluyor ve bize birileri daha katılıyor.
Şimdi bunları yazarken, kendi ıssızlığımın hiç olmadığını düşündüm.
Gündelik hayattan sıyrılıp öyküye koyulmak, öyküden çıkıp, bıraktığın yerden gündeliği sürdürmek dikkat gerektiren iş. Nerde bizde o dikkat.
Bizimle birlikte gündeliği paylaşanların, öyküyü taşıyanların da bize dair bazı zorluklan olsa gerek.
Basılmamış on, basımı bekleyen yedi kitabımda kaç öyküm var doğrusu bilmiyorum. Bildiğim, yazdıklarınım gerçek yaşamdan alınıp asıllarına en yakın biçimde çizildikleri... Yazım serüveni boyunca iki şey bana ilginç geldi. Okurlarla ilişkilerin renkliliği, bir de imza günlerinde yaşananlar. (Yazar ve şairlerin dağarcığında ne imza günü manzaraları vardır kim bilir)
Her imza günü anılarım yüklü, hem göçer bir öykücü olarak yaşadığım kentler ve insanlarıyla ilgili anılarım.
Her yerli olmanın yararı bu.
Kalbime, fikrime düşen öykünün peşinde koşmak, ne soylu gailem.
Öyküde yeniden yaratmayı anlamıyorum, öyküleri ve insanları ben yoktan var ediyorum. Yazıldıklarında, benim tanıdığını kişi olmaktan çıkıyor, kendisi oluyor. Yazmakta yaratma ya da yansıtma yok yeniden yaratma var.
Bir olay kişi ya da duygu tohumunun filizlenip öykü olmasına süre biçilebilir mi? Dokuz ay da olur, dokuz yıl ya da daha uzun. Öykü bu, ömrü kendinden menkul. Gücü ya da haslığı zaten gelişinden belli oluyor, öykü kendini ele veriyor, adım atışından... Öyküler aslında var, yaşıyor, ama görünmüyor. Siz, sizde de olan bir yanıyla onu görünür kılıyorsunuz.
*
Niçin yazıyorum ?
Yolunda gitmeyen bir şeyler, çok şeyler olduğu için... Haksızlıkla, mutsuzlukla kendi çapımda dövüşmek için. İnceliği, kalınlığıyla, insanın türküsünü söylemek için... Ölümlü, kısacık hayatlarımızdaki kimi kişileri, kimi anları, oluşları, çatışmaları, umutlan alıp sonsuzluğa ekmek için...
Bir yığın bağımlılığı içinde, insanı bağımsız kılabilmek için... Bir anlığına bile olsa...
İnsanın, hayatın uğultusu içinde, bir an durup düşünmesini, kendini ve sonsuzluğu dinlemesini sağlamak için, neden olmasın... Yazılanlardaki umudu, ölümsüzlüğü, kendiyle aynılığı, gündelik olanın sonsuzluğunu, tadını bilmesi için...
Söylenmemiş öykü yoktur, yazıcı bunu bilir, ama, gene de her öykü biriciktir, tavrı, sesi, edası değişiktir; tıpkı her insanın bambaşka, yeni, benzersiz oluşu gibi.
Yazan kişi, edebi metin yaratan, ölümsüzlüğü doğurmak gibi 'naçizane’ bir işin belini büker. Ama, bu arada çok nazikane durumlarla karşılaşır:
Bu nazik durumlar, nazik fotoğraflar olarak düşüyor fikrime:
Türkiye’de genç olmak zaten zorken, toplumsal ivmenin hızla yükseldiği o karışık 70’li yıllarda, üniversitede okurken, yazar adayı genç olarak zorlandım. Zoru kolaylaştıran güzel öğretmenler ve toplumun yükselen ileri değerleriydi. Edebiyatta psikososyal incelemeler dersinde benim "Varlık"ta çıkan bir öykümü tartışıyordu sınıf, ben el kaldırıp yazarı şunu demek istemiş dedim. Öğretmen, yanlış dedi. Bu ilk komik öykümdür benim için...
Diğer fotoğraf, yazar anne fotoğrafıdır. Evin içine ve yüreğine dünyayı buyur etmişken, 17 ile 2 yaş arası değişen üç çocuk... Yere atılan daktilo, kapatılan kitap, "anne, onu değil, beni okusana" türküleri... Notların üstünde emekleyen ipekböcekleri... Hangi koza deliniyor, hangi ipekler kördüğüm oluyor, bilinmez...
Taşra fotoğrafı... Hem de güzelliği... Çat kapı, dünya evimizde... Cezaevinden ihtiyaç kağıdı, genelevden sımsıcak selam, şair postacı da evimizde... Neruda’nın postacısı gibi, bende iz bırakanlar, adressiz bile gelse mektupları ulaştıran, her seferinde hazırda geçip, asker selamı vererek, "Buyrun Hocam," diyerek sunan... Hayatım roman, diyerek bana gelmek isteyenleri, "Ben ona sordum, hakikat fakirmiş; söz istermiş" diye göğüsleyen güzel insan. Kendime ait bir odam hiç olmadı, masam da öyle, ama Çukurova benim sığındığım, dünyayı dinlediğim kocaman bahçemdi ve ben orada dünya zenginiydim. Çukurova’yı öyle sevdim ki, orada Yörüklerin, savrulan göçmenlerin, makineleşmenin ve doğanın yazdığı destana öyle vuruldum ki, İzmir’den bile ileri oldu benim için. Ah, bir de o görkemli dilini zaptedebilsemdi, dizginlesemdi...
Memuriyet fotoğrafları, en unutulmaz, en gülünç olanlar... Sonradan ödül de alan bir öyküm için, kocası tarafından terk edilen bir Kürt kadının ona saldığı mektuba, Zazaca çeviri gerekmişti. Çalıştığım hastanenin kapısında duran çakmakçıya çevirttim ben bunu. Adam yıllarca, beni terk eden kocamı sordu bana. Mektuptan etkilenmiş, kendi gerçeğim olduğuna saplandı kaldı.
İkinci öykü kitabını, kimse bilmez Tamir Gören Kızlar'dı. Yayınevimin kapağını bile hazırlattığı (sonradan basımdan çektiğim) bu kitaptaki bir öykü, sorunlu bir okur tarafından, yazılışını bilen bir arkadaşımızdı, şikayet konusu yapıldı ve 1978 yılında soruşturma açıldı. (Muhakkak ki kadın doğum uzmanıydı.) Bu, yıllarca sürdü. Sonunda karar çıktı: Bu iki hanımın da hiç işi yokmuş, biri hikaye yazmış, öteki bundan sorsunmuş...
Aslında, bu ülkede en iyi mizah öyküsü yazılır...
Aslında, siz yazmaya teşne iseniz, öykü de gelip sizi buluyor... Gül Bekçisi adlı kitaptaki 'Son Darbe’ adh öyküyü ben, kendini gündelik hayata ve sokaklara mecbur vuran bir yazar olarak bana kısmet olduğunu düşünmüştüm. Şimdi ise, ulus olarak bize kısmet olan bu darbe işinin içine, yazmaya teşneliğim sebebiyle, kendi kendime girdiğimi düşünüyorum. Son darbenin, sahiden de içinden geçtim. Sabaha karşı Meclisin önünde, elindeki balonu patladığı için bir yaşındaki kızıma çevrilen silahları değil de, ODTÜ’ye çevrilmiş tankların toplarını anımsıyorum şimdi, içim cız ederek.
Güney Anadolu, '8095 yıllan arası büyük göç aldı. İnanılmaz renkler ve ağıtlarıyla insanlarını tanımaya, yazmaya doyamadığım bir dönemdir bu.
Şimdi vardığım nokta, yarısı çocuk öyküleri olmak üzere basilmiş on, basıma hazır yedi kitap. Birçok ödül. Öyküye şimdi başlıyoruz asıl...
Kendini gerçekleştirmekle iyi eş/anne olmanın, memur olmanın bağdaşmadığını düşünüyorum ki, bunun sonucu öfkedir. Duyarlı ve zeki olmak gibi, kadın olmak, yazar olmak, kişiye sürekli başetmek zorunda kalacağı sorunlar çıkarıyor. Fiziki, entelektüel, moral açılardan gelişebilmek için bazı haklarından, olması gerektiği ölçüde yararlanamadığımı düşünüyorum.
Bu alanların kısıtlısıyım, ama, söylemenin ve yazmanın değil...
Farklı, akıllı, serüvenci, başkaldıran, doğru yönde öfkelenen kadın yazar olmakla, bilinen anlamda kadın olmak arasında, aşılmaz uçurumlar olduğunu düşünüyorum.
Çıkmamış bir kitabı toplum ahlakına vekaleten sorgulayan bir toplum, ya da 12 Eylül sonrası bilimsel tezleri (öyküsü: "Kitabın Külü") yok eden bir zihniyet, bence, medikali kadar ağır bir kürtaj uyguluyor topluma ve toplumun bilinci, beyni, yüreği deliniyor bu işlemden...
*
Öykü kahramanları, yaratıldıkları zaman değil de, akla ilk düştükleri an gerçek oluyorlar. O andan sonra da zaten sizinle yaşıyor, sizin bir parçanız, evinizin aklınızın içine gelip oturuyor.
Yazılınca da bitmiyor. Onlar, öykü kahramanları olarak insandan daha gerçek zaten. Acaba sonradan başına neler geldi, diyerek, öykünün öyküsünü merak ettiğim olmuştur.
Hiç bitmeyen bu öykülerle işimde ve evimde nice kavgalarımız, muhabbetlerimiz oluyor. İyi yazılmışlarsa sorun yok. Değilse, yazılması gönlünüzce olmayan ya da yeniden yazılması gereken öykülerle sürekli didişmek zorundasınız.
Öykünün kendisi kalıcıyla geçicinin çatışmasından, geriliminden çıkıyor. Bazen bir zıtlık, bazen bir gerilimde, yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğu her yerde öykü kendisine yer açıyor. Haksızlığın, mutsuzluk ve eşitsizliğin olduğu her yerde, insan yüreğinin, emeğin, kavganın olduğu her yerde öykü var.
Evet, öykü her an, her yerde. Yazılsın, yazılmasın hava gibi gerçek, su gibi vazgeçilmez en azından benim için böyle.
Yazılmasa da nasıl gerçek olur öykü? Anlatıcılar döneminde nasıl olmuşsa... Şimdi yok olan o anlatıcılar ne güzel anlatırlardı öyküyü. En çok da her tekrarlanıştaki anlatış farklılığı beni çekerdi. Belki yazılmış, bizden çıkmış çıkışmış öyküleri yeniden yeniden yazma tutkum bu anlatıcılara özendiğimdendir.
Öyküden kaçılmıyor, ben kaçamıyorum. Keşke yüksek sesle anlatıp yazarak çalışabilseydim ve 24 saat bu işle uğraşabilseydim. Keşke insanlar iyi öyküler okuyabilse, buna bağlı olarak kendi öykülerini de güzel yaşayabilselerdi. Keşke bize verilen ödülleri bir şeyleri harekete geçirebilseydi. Keşke, o en güzel ödül olan çocuklarımız ve gündelik gerçeğimizin yükü paylaşılabilseydi. Keşke ders kitaplarına alınan günümüz edebiyatı, derslerde işlenebilseydi. Keşke okumamanın en büyük özür olduğunu insanlar anlayabilseydi. Keşke, keşke demek zorunda kalmasaydım.
Yaşadığınızı yazamazsınız, ama yazdığınızla yaşadığınızın ip uçları vardır. Öyküyü kısa, bu yüzden de zor bir tür olduğu için seviyorum. Öyküde direniyorum, zaten öykü de direnmek demek. Yalnızlığa, haksızlığa, mutsuzluğa direnmek. Hem hayattan kesilmeyecek, hem rahat olacak, hem fazla kolaycılığa alışmayacaksınız, öykü yazarıysanız eğer.
Konu ve insan yönünden çalıştığım yerler beni besledi.
Hazır ortamlara hiç uymayan, hazır ortamda yapılamayan, kendi ortamını kendisi yaratan, kendisine özgü belirgin bir ortam gerektiren bir iş, öykü yazma. Kendi kendisini ayartmak zorundadır. Kendine yol açmanın da kendine farz olduğu bir iştir.
Uygun ortam ise hiç olmuyor. Uygun olan; öyküyü yakalamak, hayatın içinde yaşamak, insanları tanımak, Türk dilini dizginleyebilmek, görkemiyle, büyüsüyle kullanabilmek, iyi öyküler yazmak. Daha kısa öyküler, tılsıma, düşe söylenceye de yer veren hiç değilse bir tanesi geleceğe kalabilecek öyküler yazmak istiyorum.