Günümüzde yazılan romanları, sahnelenen oyunları, gösterilen filmleri,
bitmek bilmeyen televizyon komedileri ve dramaları, gazete sayfalarına
yansıyan ve radyoda yayınlanan haberleri, uyku vaktinde çocuklara anlatılan
masalları, dolup taşan barları, sınırsız internet dedikodularını...
insanoğlunun öykülere karşı doymak bilmez iştahını düşünün. Öykü yalnızca
bizim en verimli sanat biçimimiz olmakla kalmaz aynı zamanda uyanık
olduğumuz saatlerdeki tüm aktivitelerle de iş, oyun, yemek, egzersiz
rekabete girer. Uyuduğumuz kadar sıklıkla öykülere katılıp, öyküler
anlatıyoruz; hatta düşlerimizde bile. Neden? Neden yaşamımızın bu denli
büyük bir bölümü öykülerin içinde geçiyor? Çünkü eleştirmen Kenneth Burke’ün
bize söylediği gibi, öyküler yaşamın teçhizatıdır.
Aristo’nun Ethics’e sorduğu eskimeyen o sorunun yanıtını arıyoruz sürekli: Bir insan yaşamını nasıl sürdürmelidir? Ancak düşüncelerimizi düşlerimize uydurma, düşünceyi tutkuyla birleştirme, arzuyu gerçekliğe dönüştürme mücadelesi verirken, hızla geçen zamanın bulanıklığının arkasına saklanan yanıt bizi atlatır. Zaman boyunca öteye beriye sürüklenip gideriz. Eğer modeli ve anlamı yakalamak için geri çekilirsek yaşam Geştalt gibi dönüp durur: önce ciddi, daha sonra komik, durağan, çılgın, anlamlı, anlamsız. Kişisel olaylar, kontrol etmeye yönelik tüm çabalarımıza rağmen genellikle bizi kontrol ederken, çok önemli dünya olayları bizim kontrolümüz dışında gerçekleşir.
Geleneksel olarak insanlık Aristo’nun sorusunun cevabını dört açıdan felsefe, bilim, din ve sanat araştırmış, uygun bir anlama ulaşmak için her birinden esasa ilişkin bilgiler edinmiştir. Ancak bugün Hegel veya Kant okumadan kim bu sınavı geçebilir ki? Önemli bir açıklayıcı olan bilim aynı zamanda karmaşıklığı ve karışıklığıyla yaşamı tahrip eder. Şiniklik olmadan ekonomistleri, sosyologları ya da politikacıları kim dinleyebilir? Çoğu insan için din, ikiyüzlülüğü maskeleyen boş bir ritüel haline gelmiştir. Geleneksel ideolojilere inancımız azaldıkça, hala inanmakta olduğumuz kaynağa, yani öykü sanatına yöneliriz.
Günümüz dünyası filmleri, romanları, oyunları ve televizyon programlarını öylesine büyük miktarlar halinde ve doymak bilmez bir açlıkla tüketmektedir ki, öykü kaostan kurtulma ve yaşama dair görüş edinme arayışındaki insanlığın birincil ilham kaynağı haline gelmiştir. Öykü konusundaki açlığımız yalnızca entelektüel egzersiz yapma ihtiyacından kaynaklanmaz; bu, aynı zamanda oldukça kişisel, duygusal bir deneyim içinde yaşam modellerini kavrayabilmeye yönelik derin insani gereksinimimizden de kaynaklanır. Oyun yazarı Jean Anouilh’in deyişiyle: “Öykü, hayata biçimini verir.”
Bazıları bu öykü tutkusunu basit bir eğlence, yaşamı incelemekten ziyade ondan kaçış olarak görür. Sonuçta, eğlence nedir? Eğlenmek, akıl ve duygu yönünden tatmin olmak amacıyla öykünün seremonisine dalmaktır. Film izleyicisi için eğlence, öykünün anlamını kavramak için bir ekrana konsantre olarak karanlıkta oturma ritüelidir ve burada ortaya çıkan güçlü hatta bazen acı verici duygular, anlam derinleştikçe, nihai tatmin noktasına taşınır.
İster GHOSTBUSTERS (HAYALET AVCILARI)’nda kötü ruhların karşısında çılgın girişimcilerin zaferi, ister SHINE’da içteki kötü ruhlara dair karmaşık çözüm, ister THE RED DESERT (KIZIL ÇÖL)’da karakterin bütünlüğünü kazanması, isterse THE CONVERSATION (KONUŞMA)’da karakterin bütünlüğünü yitirmesi olsun, tüm iyi filmler, romanlar ve oyunlar komik ve trajik yanları aracılığıyla izleyiciyi, etkili bir anlamla güçlendirilmiş yeni bir yaşam modeli sunduğu takdirde eğlendirir. İzleyicinin sadece kendi sorunlarını kapının dışında bırakmayı ve gerçeklikten kaçmayı istediği anlayışının ardına sığınmak, sanatçının sorumluluğundan kaçma korkaklığına tekabül eder. Öykü gerçeklikten kaçmak değildir; gerçeği aramamıza, varoluşun kaosundan anlam çıkarmaya yönelik çabamızı sürdürmemize yardım eden bir araçtır.
Medyanın alanının sürekli genişlemesi bize öyküleri sınırların ve yüz milyonlarca ifade tarzının ötesine taşıma fırsatını sunarken, bu süreç öykü anlatımının genel niteliğini aşındırıyor. Ara sıra mükemmel eserler okur ya da izleriz, ancak çoğunlukla nitelikli bir şeyler için gazete ilanlarına, video dükkanlarına ya da TV yayın listelerine bakmaktan bitkin düşeriz, romanları yarısına kadar okuruz, ara verildiğinde tiyatro oyunundan sıvışırız, “Görüntüler güzeldi ama” diyerek hayal kırıklığıyla sinema salonlarından çıkarız. Öykü sanatı çöküş içindedir ve Aristo’nun yirmi üç yüzyıl önce gözlemlediği gibi, öykü anlatımı kötülediğinde, sonuç çöküştür.
Eksik ve hatalı öykü anlatımı bizi içeriğin yerine gösteriyi, gerçeğin yerine hilekarlığı koymaya zorlar. İzleyicinin dikkatini çekemeyen zayıf öyküler multimilyon dolarlık seyirlikler içinde yozlaşırlar. Hollywood anlatısı gitgide daha abartılı, Avrupa anlatısı ise daha dekoratif hale gelir. Aktörlerin tavrı giderek daha yapmacık, giderek daha açık saçık, giderek daha şiddet dolu bir hal alır. Müzik ve ses efektleri giderek daha gürültülü hale gelir. Toplam etki grotesk bir tavır içinde yayılır. Bir kültür dürüst, güçlü öykü anlatımı olmadan gelişmez. Toplum, tekrar tekrar parlak ama içi boş, sahte öykülerle karşılaştığı zaman dejenere olur. Bizim insan ruhuna ve toplumun karanlık köşelerine ışık tutan gerçek taşlamalara ve trajedilere, drama ve komedilere ihtiyacımız var. Aksi takdirde Yeats’in uyardığı gibi, “...merkezi elimizde tutamayız.”
Hollywood her yıl, neredeyse gün başına bir film düşecek şekilde, 400 ile 500 arasında film üretir ve/veya dağıtır. Çok azı mükemmeldir ama çoğunluğu alelade veya daha da kötüsüdür. Bu bayağı yapım bolluğundan sorumlu olanın, yapımlara onay veren kültürsüz insanlar olduğu düşünülür. Ama THE PLAYER (OYUNCU)’dan bir sahneyi hatırlayın: Tim Robbins’in canlandırdığı Hollywoodlu genç yönetici pek çok düşmanı olduğunu, çünkü her yıl stüdyosuna yirmi binden fazla öykü teslim edildiğini, fakat bunlardan sadece yirmisinin film yapıldığını açıklar. Bu sahici bir diyalogdur. Büyük stüdyoların öykü birimleri film yapmak için iyi bir öykü araştırırken binlerce senaryo, tretman, roman ve oyun inceler.
1990’lardan itibaren Hollywood’da senaryo geliştirmeye ayrılan kaynak yılda 500 milyon doların üstüne çıktı. Bunun dörtte üçü senaryo yazarlarına ve asla çekilmeyecek olan filmlerin yeniden yazımlarına ödenir. Hollywood, yarım milyar dolara ve kapsamlı personel geliştirme çabalarına rağmen maalesef yapılanlardan daha iyi bir malzeme bulamıyor. Her yıl filmlerde gördüklerimizin son birkaç yılda yazılmış en iyi metinlerin makul bir yansıması olduğu gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekiyor.
Bununla birlikte, çoğu senaryo yazarı şehrin merkezindeki gerçeklikle yüzleşmez. Hollywood’un onların yeteneklerine kör olduğuna inanır ve yanılsamanın banliyölerinde yaşamaya devam eder. Çok az istisnası olmakla birlikte, keşfedilmemiş üstün yetenek bir efsanedir. Birinci derece senaryolar, filme çekilmeseler bile en azından seçilirler. Nitelikli bir öykü anlatabilen yazarlar için bu satıcı piyasasıdır, daima öyle olmuştur ve daima da öyle olacaktır. Hollywood, her yıl yüzlerce film çekebilecek güvenli, uluslararası bir pazara sahiptir ve bu filmlerin yapımı devam edecektir. Çoğu gösterime girer birkaç hafta gösterilir, gösterimden kalkar ve ne yazık ki unutulur.
Yine de Hollywood yalnızca ayakta kalmaz, aynı zamanda da gelişir çünkü neredeyse rakibi yoktur. Fakat durum her zaman böyle değildi. Yeni Gerçekçilik’in ortaya çıkışından Yeni Dalga akımına kadar, Kuzey Amerika sinemaları Hollywood egemenliğine meydan okuyan parlak Avrupalı yönetmenlerin filmleriyle dolup taştı. Fakat bu ustaların ölmesi ya da bir köşeye çekilmeleriyle son yirmi beş yılda Avrupa filmlerinin niteliğinde yavaş yavaş bir çöküş görülmeye başladı.
Günümüzde Avrupalı yönetmenler izleyicileri çekme konusundaki başarısızlıklarından dağıtımcıları sorumlu tutuyor, onları kendilerine komplo düzenlemekle suçluyorlar. Kendilerinden öncekilerin Renoir, Bergman, Fellini, Bunuel, Wajda, Clouzot, Antonioni, Ftesnais filmleri dünyanın her tarafında gösterildi. Sistem değişmedi. Hollywood’a ait olmayan filmin izleyicisi çoktur ve sadıktır. Dağıtımcılar geçmişte de şimdi de aynı motivasyona sahipler: para. Değişen ise çağdaş “auteur”lerin önceki kuşağın gücüyle öykü anlatamamalarıdır. Kendini beğenmiş iç mimarlar gibi filmlerini göze çarpmak için yaparlar, filmlerinde başka da bir şey yoktur. Bu durumda da Avrupalı üstün yetenekler fırtınası, Hollywood boşluğunu doldurmak için yapılan sıkıcı filmler bataklığı haline gelir.
Bununla birlikte, Asya filmleri Kuzey Amerika’da ve dünyada gösteriliyor ve milyonlarca insanı etkiliyor ve onlara haz veriyor; tek bir nedenle de uluslararası düzeyde ilgi çekiyor: Asyalı yönetmenler mükemmel öyküler anlatıyorlar. Hollywood’dan olmayan yönetmenler dağıtımcıları günah keçisi ilan etmek yerine, sanatçıların öykü anlatma tutkusuna ve bunları güzel anlatabilme becerisine sahip oldukları Doğu’ya baksaydılar, daha iyisini yapabilirlerdi.