Öyküde Yer, Zaman Ve Mekan Duygusu

Demir Özlü


'Öykü’, eleştirmen, denemeci, düşünür tarafından mantıksal (bilgisel) açıdan ele alınabilir, bilginin gerektirdiği parçalara ayrılabilir, bilgimizin ele aldığı bir nesne olarak çözümlenebilir, ama —yazarı açısından— yazılma sürecinde de, yazıldıktan sonra da bu çeşit bir çözümlemeye uğratılabilir mi? Pek sanmıyorum.

Kuşkusuz, öykü bir yaratma ürünüdür. Onu yaratırken yazarı da gerginlik içindedir. Bu gerginliğin nereden geldiği belli değildir. Sonuçta, geniş bir anlamda ele alınınca belki edebiyat da bir bilgi türüdür ama, yazarından başkaları içindir bu. İster öykü yazara nereden ulaştığı bilinmeyen bir sarsılma —kuşkusuz varoluşsal bir sarsılmadır bu— sonucu gelsin, isterse yazar onu yaşadığı gündelik hayatın gerçekleri içinde buluversin, sonuç aynıdır. Yazma süreci yazarın mantıksal öğeleri hayal meyal fark ettiği, mantıkla bilginin çok arka plana itildiği, onların yerini kolayca bir gizil gücün aldığı, doğmakta olan varlığın (öykünün) kendi içyapısının önplana geçtiği gizemsel benzeri bir süreçtir.

Öte yandan yazarın kendi yazmış olduğu öykülere yeniden dönüşünde (onları sonradan yeniden okuyuşunda) da vardır bu belirsizlik. Öyküsünü oluşturan öğeleri yazar çok belirgin olarak göremez. Kendi metnine bir bilgi nesnesi olarak tamı tamına bir açıklıkla bakamaz. Öyküsünü yarattığında onu etkisi altına almış olan gerginlik, bu sonraki okumalarda da, çeşitli ölçülerde gelir bulur onu.

Öyleyse öyküyü oluşturan öğeler öyküde yer, zaman, mekan duygusu üzerine bir şeyler söylemek isteyince, yazarı bir okuyucu olarak ele almak zorunda kalacağız sanırım.

Bütün bütüne öyle değildir ama, klasik öyküleri zamanda kronolojik bir düzen izleme, öykünün geçtiği yeri belirtme (hiç olmazsa bir harfle, örneğin 'N... kasabası’ gibi), gene mekanları kullanmakta belirlilik ardında olan metinler olarak ele alalım. (Gene de yazarın seçmesi, ayıklaması ile bu düzen sarsılmaktadır ya). İşte modern edebiyata yaklaştıkça bu düzen parça parça edilmiştir. XIX. yüzyıl yazarının öykülerindeki kişilere ve mekanlara Tanrı gibi baktığı, diyeceğim yazarın, Tanrı gibi, öyküsünde geçen her yerde bulunduğu, her kahramanını gördüğü yazılmıştır, ama bu yapı daha Romantiklerden başlayarak parçalanmıştır. Klasik yazar dünyanın çevresinde dönmektedir. Ama Romantiklerden sonra Proust’a gelindiğinde, artık dünyadır yazarın çevresinde dönen. Bu parçalanma, öykünün yer, zaman, mekan öğelerinin öykü yazarının isteği (öyküsünün biçimi, yapısı) doğrultusunda alabildiğine özgürce kullanılması Faulkner’de büyük bir aşamaya ulaşır. Onun öyküleri de, romanları da benzersiz tekniktedir. Daha önce bilinç akımı da bu öğeleri parçalamış, anlatımın kıyılarına ya da geri planına itmişti. Gene aynı öğeler Yeni Roman’da da, modern edebiyatın büyük yazarlarında da, çeşitli biçimlerde parça parçadırlar.

Bu öğelerin büsbütün yittiği metinler var mı? Belki yok. Ama iyice belirsizleştikleri, soyutlaştıkları, önemsizmiş gibi görünüp, öykünün yapısı (bütünlenişi) açısından, gene de çok önemli oldukları yazarlar var. Örneğin Beckett. Bir akşam vakti, belirsiz bir kır parçası üzerinde ya da çöp tenekelerinde, geceleyin... Ya da Borges! Sadece zaman öğesiyle oynamakla kalmıyor, 'zaman’ üzerinde insanlık kültürünün en geniş boyutlarında felsefe de yapıyor.

Öğeler demeyip de "duygu" demekle çok iyi yapıyorsunuz. Çünkü bu öğeler ne kadar arkaya atılırsa atılsın, yazarın öyküsünü estetik olarak tamamlaması için, onun bu öğelerle duygusal alışverişi, yazış süresince onu izler. Yaratma geriliminde, esas belirleyici öykünün estetik biçimi olmuştur. Yazış sürecini bu biçim ele almıştır ama, yazar da bu biçimsel büyünün etkisinde de olsa, 'yapı'ma ardınca sürüklense de, çeşitli öğeler içinde bu öğelerin duygusunu da elden kaçırmamaya çalışır.

Maupassant, Çehov, Mausfield, hatta O’Henry, Pirandello, sonra öteki Amerikan öykücüleri: Caldıvell, Steinbeck, Hemingway, Capote... sayılması zor birçok öykücü okurken, gizlice —öykücü olmak istiyormuşum gibi— bu öykülerde birçok öğe arasında, bu söz konusu öğelere de dikkat ettim doğal olarak. Fakat yazı yazmaya başladığım o ilk gençlik yıllarında en çok Joyce’u Dublinliler iade yer alan öykülerinde kurduğu yapılar ilgilendirdi, hayranlık uyandırdı bende. (Kafka ayrı. O hala çözemediğim bir yazar.) Belki öykülerimde izi yok ama, Faulkner’in öykülerinin yapısını çözmeye çalıştım. Onun öykülerinin niteliklerini belirlediğimi, üslubunu tanımlamaya çalıştığımı, kahramanlarıyla ilgili, onların birbirleriyle ilgilerini gösteren, şemalar çizdiğimi hatırlıyorum. Bu notlarım duruyor. Türk yazarlarından güzel öyküler okumaksa zevk veriyordu bana. Onların öykülerinin biçimleri üzerinde çalışmıyordum.

Melih Cevdet Anday, bir yazısında "Yazarlık, yazma bilimini bilen kişinin işidir, o kadar. Yaşamı o korkunç olağanlığı içinde, ancak 'yazma’yı bilen duyurabilir bize..." diyordu.

Burada "bilimi" sözcüğü yerine başka belki henüz dilimizde olmayan bir sözcük aranabilir ama, bütün bütüne Anday gibi düşünüyorum.

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

Edebiyat

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült