Öyküde Mekan-Yer-Zaman-İnsan İlişkisi

Adnan Özyalçıner


Her öykünün geçtiği bir yer, olayların sürüp gittiği bir mekan vardır. Bu mekanla yerler kimisinde doğanın, kentin, köyün küçük bir bölümü, belli bir yeridir. Kimisinde doğanın, kentin, köyün giderek dünyanın, kimbilir belki de evrenin bütününü kapsar.

Her iki durumda, öyküde belirtilmesi gereken insan-mekan ilişkisidir. Mekan ya da eşya öyküde fon olarak yer almamalı, dekor olmamalıdır. İnsanla öykünün kişisi hayvan da olabilir, belki de bir nesnedir canlı ilişkide bulunmalıdır. Öykü kişisi ya da kişilerinin yapısının, karakterinin mekanın, yerin belirlenmesinde önemli bir payı vardır. İkisinin arasındaki canlı ilişki buradan doğar. Olaylara uygun yerle zamanı da yine bu ilişki belirler. Mekan zamanla, zaman da mekanla sürekli ilişkidedir.

Mekandan, zamandan soyutlanmış öykülere öyküden çok deneme, metin adı verilebilir.

Öykü belli bir mekanda, belirli bir zaman dilimi içinde gelişen olaylardan oluşur, canlılık, yaşarlık kazanır.

Ben bir kent öykücüsüyüm. Kentin kenar mahallelerinden başlayan surlarla çevrili bir kentin öykücüsü. Benim öykülerimde kentte yaşayan insanlar anlatıldığı kadar kentin kendisi de anlatılır. Yüksek binaları, anıtları, camileri, büyük ışıklı caddeleri, yoksul ara sokakları, harap evleri, yıkık surları, surların dışındaki gecekondularıyla birlikte. Böylece mekanın, insansız doğanın kendi öyküsü de anlatılmış oluyor. Tarihi, coğrafyası, toplumsal konumuyla hem de. Dolayısıyla bu mekanla ilintili olan insanların da yaşamsal, toplumsal durumları bu coğrafyayla tarih içinde ortaya çıkmış olacaktır. Kısaca söylemek gerekirse mekanın da, orada yaşayan insanların da kendilerine özgü bir öyküleri vardır. Ama bu öyküler birbirinden ayrı öyküler değildir. İç içe geçmişlerdir. Her ikisinin hem tarihleri-geçmişi, bugünü, geleceğiyle birlikte hem coğrafyaları, hem de toplumsal konumları açısından.

Benim kentim, her zaman adı edilmese de, İstanbul’dur. İç ve dış mahalleleriyle bütün bir kent. Bu kent, yaşanan benzer olaylarla savaşlar, açlıklar, yoksul-varlıklı ayrımı, yöneten-yönetilen çelişkisi yönünden bütün ülke, içinde yaşadığımız dünya da olabilir. Öyledir de.

Yağma kitabımın ikinci başlığı "Bir Şehrin Öyküsü"dür. "Kitap Üstüne Birkaç Söz"de bunun nedenini şöyle açıklamışım:

"... Bu öykülerle anlatılmak istenen bir şehrin öyküsünden belirgin birkaç çizgidir.

Çeşitli zamanlarda yazdığım öyküleri, bu görüş açısı içersinde, birleştirip sıralayarak hazırladım kitabımı.

Bu yüzden öykülerde ne yer ne de kişi adlarıyla karşılaşılacaktır pek. Ama betimlemelerden çıkarılacak sonuca göre İstanbul’un anlatıldığı da kimsenin gözünden kaçmayacaktır. Gerek tek tek kişilerin anlatımında, gerek kalabalıklar konu edilirken, gerekse düpedüz şehir anlatılırken ekonomik ve toplumsal çelişkiler açısından ülkemiz sorunlarıyla insanının göz önünde tutulduğu, bir şehrin öyküsünün bütün bir ülkeyi, giderek üstünde insan yaşayan bütün kara parçalarını kapsadığı anlaşılacaktır.

Bir Şehrin Öyküsü ’nde baş kişi, öyküsü anlatılmaya çalışılan şehrin kendisidir. Kişilerin birbirlerinden çok şehrin kendisiyle, yani eşyayla olan ilintilerindeki çelişkiler, bu kitaptaki öykülerin başlıca özelliklerindendir. Ama bu, soyut bir yapı-insan, eşya-insan gibi cansız bir taş yığınıyla canlıların boşunalık içindeki anlamsız ya da mistik çatışması olarak anlaşılmasın. Kişilerin şehirle olan çatışmaları her seferinde yoksul-varlıklı, yöneten-yönetilen gibi kesinleşen ayrımları belirleyecektir."

Bundan da anlaşılacağı gibi seçilen, öyküleri anlatılan mekanlarla kapitalist bir dünya çizilmek istenmektedir. Mekanın kişilerle olan ilintileriyle ilişkilerinde de sömürü olayı kendini açıkça belli eder. Sömürgen de o sırada, peş peşe dikilen gökdelenlerin en tepesinden insanlara bakıp yoksulluklarına acımasızca gülebilmektedir.

Cengiz Gündoğdu, "Dükkan" adlı öykümü yorumlarken şunları yazıyor:

"Bu öykü, birinci tekil kişinin gözünden kurgulanmış. O kişi, tavuk almak için dükkana girer, gördüklerini anlatır. On beş gün sonra yolu yine oraya düşer. Tavukçu dükkanı kapanmıştır. Tavukçu dükkanının yerinde bir banka açılmıştır.

Dükkanda fazla bir değişiklik yok. O kişi bankanın içini şöyle anlatır: 'İç bölümleme olduğu gibi korunmuştu. Tavukçunun tezgahının yeriyle bankanınki aynıydı, yalnız fayans yerine formika kaplıydı üstü. Arkasında daktilolar, elektronik hesap makineleri çalışıyordu. (...) Kafesin bulunduğu yerde müşterilerin beklemesi için deri kanepelerle koltuklar vardı.

Burada duralım. Anımsayalım. Tavukçu dükkanında 'kafesteki cins cins, çeşit çeşit, boy boy tavuklarla horozlar gün boyu gıtlayarak yemlerini yer, sularını içerlerdi.’ Tavukçudan bankaya dönüşen bu mekanda, tavukların, horozların kesim için bekledikleri bu yerde şimdi kadınlı erkekli banka müşterileri bekliyor.

Bankanın veznesi tam ölüm hücresinin yerinde. Biliyorsunuz, ölüm hücresi, geçici özgürlüğün sunulduğu yer. Tavuklar, horozlar, biraz sonra, buradan alınacak, boğazlanacak.

Peki, hayvanların boğazlandığı yerde kim var şimdi. Banka müdürü. (...)

Müşterilerin beklediği yerle, hayvanların beklediği yer, ölüm hücresiyle vezne, infaz odasıyla müdür odası soyutlamada üstün bir kavrayışla özleştirilmiş. Böylece kapitalizmin kanlı oyununu saklayan banka gerçeği gün yüzüne çıkarılmış."

Hızla değişen, sözüm ona, uygarlaşan bir toplumda yaşıyoruz. Yükselen 20. Yüzyıl uygarlığı, 21. Yüzyıla uzay çağı ve insanın yerini alacağı söylenen bilgisayar gerçeğiyle giriyor. Ama bütün bu uygarlık, insanın rahat ve huzurlu bir ömür süreceği her şey, tekellerin, bir avuç para babasının elinde. Silahlan üretenler de onlar, satanlar da. İnsanların açlıktan, sefaletten yok olmaları yetmezmiş gibi, aynı insanlar, para babalarının ürettiği silahlan birbirlerine karşı kullanarak bir de kendi kendilerini öldürüyorlar.

Eşit olarak paylaşılamayan, paylaştırılmayan yüksek uygarlıktan insanların payına açlık, yoksulluk, ölüm düşüyor.

"Yıkım Günleri" öyküsünde, mekanın değişiminin, yükselişinin' sıradan insanları yüceltmediği, tersine, bulunduğu durumun daha gerisine ittiği anlatılır. İnsan, uygarlığın yükselmesi için yapılan her yıkımda biraz daha yoksullaşmakta, sonunda ölümle yüz yüze gelmektedir.

"Yıkım Günleri"ndeki topal kestanecinin durumu da aynıdır.

Kestanelerini sattığı son yer, yıkımdan kurtulan eski bir türbenin mezarlık duvarının dibidir. Yeni açılan caddeden belediye zabıtalarınca uzaklaştırılarak buraya kadar sürülmüştür:

"Artık yavaş yavaş anlıyordu. Bütün bu büyük yapılar, süslü alanlar, öbeklerde yaz kış açtırılan çiçekler, bir şeyleri çarçabuk örtüp gizlemeye çalışmaktan ileri gelen bir göz bağcılığından başka bir şey değildi. En son sığındığı pis bodrumdan bile kovalamışlardı işte. Haksızlığı, yoksulluğu, yoksulların sığındığı yerleri yıkıp ortadan kaldırarak, onları arka sokaklara, kenarlara, köşelere sürerek yok etmek istiyorlardı. (...)

İlk defa caddeden, insanlardan uzaklaşmak zorunda kalıyordu. Kimse asfaltı bırakıp bu toprak yolu geçerek ona kadar gelemezdi. O da gelen geçenin hızına koltuk değneğiyle sekerek ayak uyduramayacağına göre rüzgar teraziye bütün gücüyle basmıştı demek."

Bu örneklemelerden de anlaşılacağı gibi öyküde mekan-insan ilişkisinin tutarlılığı öykünün ana düşüncesini, özünü ortaya çıkarması bakımından önemli bir etkendir. Bu karşılıklı ilişki, öykünün yapısının sağlamlığı ile zayıflığını da belirler.


 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

Edebiyat

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült