Edebiyat

 

 

Öykü Ve Gerçeklik

Tahsin Yücel


Anlatı kapsamına giren Latince kaynaklı terimlere baktığımız zaman, roman bir yana, hemen hepsinin şu ya da bu biçimde, ama hep anlatma kavramına bağlandığını görürüz. Örneğin kendi dilimizde "öykü" sözcüğüyle karşıladığımız Fransızca nouvelle (Latince novellus: genç, yeni) sözcüğü "yeni olup bitmiş bir olayın bildirilmesi", yani, bugün de olduğu gibi, "haber" anlamına gelir. Aynı kökenden gelen İngilizce novel sözcüğü de İtalyancada daha erken tarihlerde karşılaşılan novella’nın etkisiyle yavaş yavaş roman anlamını kazanır. Bugün bizim anlatı’ya yüklediğimiz tüm anlamları taşıyan Fransızca recit sözcüğü (Latince recitare den) uzun süre hem bir metni yüksek sesle okuma, hem de bir olayı sözle anlatma anlamında kullanılmış, bugünkü anlamını (ya da anlamlarını) daha sonra kazanmıştır. Daha çok "masal" anlamında kullanılan conte sözcüğü de böyle: bölgesel ağızlarda ve yazın dilinde, önce "gerçek olayları bir bir anlatma", sonra "aldatma amacıyla yanlış şeyler anlatma" anlamında kullanılmış, sonra da "uydurma öykü", yani "masal" anlamında kullanılır olmuştur. Öyle sanıyorum ki, bugün Türkçede yavaş yavaş hikaye’nin yerini almakta olan öykü sözcüğü de benzer bir kökene bağlanmakta: çoklarımız bu sözcüğün öykünmek eyleminden türetildiğini, bu nedenle hikaye’yle örtüşmediğini, onun yerini tutamayacağım söyleriz; ne var ki, Derleme Sözlüğü bu sözcüğün Burdur ve Denizli’nin kimi yörelerinde "anlatmak, söylemek" anlamında kullanıldığını, en azından kullanılmış olduğunu gösterir. Hikaye de, biliriz, birincil olarak, herhangi bir olayın söz ya da yazıyla anlatılması, ikincil olarak, "Aslı olmayan söz ya da olay" diye tanımlanır. Romansa, halk Latincesinden türemiş, ama henüz Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, vb. adını alacak dillere dönüşmemiş olan dilleri niteleyen roman sözcüğünden kaynaklanır, dolayısıyla dile bağlanır, bir iletişim düşüncesini çağrıştırır.

Böylece, hikaye ve conte sözcüklerinin ikincil anlamları bir yana bırakılacak olursa, anlatı çevresinde toplanan tüm sözcüklerin göndergesi gerçek olan bir söylemi belirttiği ileri sürülebilir. Bu yüzden olacak, roman, anlatı, öykü, hikaye sözcükleri birçoklarımızın anlığında gerçeklik kavramıyla birlikte belirir. Örneğin Michel Tournier, "Yazar her dokunduğunu yüceltir. Sıradan bir yazarsa, nesnelere ve kişilere özlerine yabancı, üzerlerine yararsız süsler gibi yapışan, yakıştırma nitelikler vererek güzelleştirir. Oysa iyi yazar hiçbir şey eklemez gerçekte. Gene! olarak tözün saydamlığında boğulmuş ince ve hoş yapıları aydınlığa çıkararak içeriden aydınlatır. Burada tanıma izleğine geliyorum gene, iyi yazarın okuru okuduğunda yeni şeyler bulgulamamak, varlıklarını öteden beri en azından sezinlediği için inandığı gerçekleri, gerçeklikleri tanımalı, yeniden bulmalıdır", derken, düşündüğü yapıtlar her şeyden önce roman ve öykü, roman ve öykü de her şeyden önce gerçeğin anlatımı olarak tanımlanan iki türdür. Tournier gibi düşünenler de az değildir. Örneğin Marcel Proust, yazının kaynaklarını tek bir veriye indirgeyerek "Yazmak anımsamaktır", diyebilir.

Ne var ki, bir şeyi anlatmak, yani söze ya da yazıya dökmek öncelikle onu kurgulamaktır. Sıradan insan da, politikacı da, hukukçu da, tarihçi de, toplumbilimci de, matematikçi de, öykücü de kurgular gerçeği, yani onu kendi düzleminden başka bir düzleme taşıyarak yeniden düzenler, bunun sonucu olarak da bir ölçüde kendi özünden uzaklaştırır. Bu da bize, başka birçok şey arasında, gerçek dediğimiz şeyin hep aynı düzlemde yer alan, tek biçimli, tek tanımlı bir veri olmadığını gösterir. Andre Helbo, Vers une litterature du signe (Bir Gösterge Yazınına Doğru) adlı yapıtında, değişik gerçek türleri çıkarır karşımıza. Örneğin Michel Butor’un Mobile’inde, nesnel, öznel, belirlenmiş ve simgesel olmak üzere, dört ayrı gerçek saptar. Öznel gerçeği algûanan gerçek ve canlandırılan gerçek başlıkları altında ikiye, canlandırılan gerçeği de anımsanan gerçek ve düşlenen gerçek başlıkları altında gene ikiye ayırır. L 'Emploi du temps'daysa, yaşanan gerçek diye adlandırdığı şeyin birçok basamağa ayrıldığını, bu arada her basamağın belirli bir işleve bağlandığını gösterir: algılanan gerçek anlatının yazım evrelerini belirtmektedir; anımsanan gerçek sık sık yinelenen geçmiş olaylarıyla romanın en büyük bölümünü oluşturur, belirlenmiş gerçek bizi belgesel filmlere, afişlere, gazete başlıklarına, vb. gönderir; yansıyan gerçek bir ayna içinden görülenleri belirtir; aktardan gerçek romanın anlatıcısının bulunduğu kentin tarihi ve coğrafyası konusunda başkalarından sorup öğrendiklerini kapsar; düşlenen gerçek’se, adının da gösterdiği gibi, özellikle anlatıcının bulunduğu kente ilişkin düşlerini, koruklarını, sayıklamalarını.

Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, Helbo’nun tüm bu tanım ve sınıflandırmalarında, gerçek diye adlandırdığı her şeyin gerçekten gerçek olduğunu kesinlemek hiç de kolay değildir: düşlenen gerçek, adı üstünde, gerçek değildir; anımsanan, canlandırılan ya da aktarılan gerçeklerden hangisini alırsanız, alın, hepsi de, belirli bir oranda, bir indirgeyim ve/ya da saptırım merceğinden geçerek ulaşır bize; ayrıca, bir anlatıyla, karşı karşıya bulunduğumuza göre, nesnel gerçek, algılanan gerçek, benimsenen gerçek diye adlandırılan gerçeklik basamaklarının da tümüyle düşlem ürünü olması büyük olasılıktır. Bu bakımdan, gerçek sözcüğü yerine gönderge (söylemin göndermede bulunduğu düşsel ya da gerçek nesne) sözcüğünü kullanmak çok daha yerinde olur. Hiç kuşkusuz, her söylem gibi anlatının da gerçek bir göndergesi olmayabilir, ama her zaman bir göndergesi vardır. Biraz da bu nedenle, kimi çağdaş yazın araştırmacıları yazın yapıtının, bu arada da öykünün göndergesini dışarılarda bir yerlerde değil, kendi içinde aramak gerektiğini savunurlar.

Ne olursa olsun, doğrudan doğruya yaşanmış gerçekleri anlatan çok romanlar, çok öyküler bulunduğu da bir gerçek, başarılı romanların ve öykülerin, esin kaynakları ne olursa olsun, François Mauriac’a "Yazmak anımsamaktır. Ama okumak da anımsamaktır" dedirtecek ölçüde güçlü bir gerçeklik izlenimi yarattığı da. Çoğu kez anlatı yapıtlarının başarı ölçütü olarak değerlendirilen bu gerçeklik izlenimini yaratan özelliğin admı hepimiz biliriz: gerçeğebenzerlik. Şu var ki, bir başka yerde de söylediğim gibi, gerçeğe benzerlik oldukça tuhaf bir kavramdır: gerçekle, en azından dış dünyanın gerçeğiyle doğrudan ilişkili değildir, belirli bir roman, belirli bir öykü türüne bağlanmaz, bağlansa da onlarla sınırlı kalmaz; tam tersine, zaman içinde, yazın anlayışımızla birlikte gelişir, okumalarımızla sınırlarını genişletir. Balzac’ı da kapsar, Beckett’i de. Denilebilir ki, yalnızca yazarlık yetisinin değil, okurluk yetisinin de işlevidir.

Okumanın bir tür anımsama biçiminde değerlendirilmesi de olsa olsa gerçeğe benzerlikle açıklanır.

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült