Örnek Yazar Ve Taklit Sorunu

Necdet Karasevda


Yazarın bumu büyüdükçe kalemi küçülür.

Büyük yazarlar (ve sanatçılar) arasında Kendini büyük gören ve gösteren yok gibidir.

Sabahattin Eyüboğlu

Sevgili yazar adayı, bardağını doldurma sürecindeki okumalarında birçok yazarla karşılaşırsın.

İşte bu yazarlar, bir yönüyle senin yolunu aydınlatan fenerlerdir; ama doğru kişileri bulmuş olman şartıyla. Aksi takdirde bunlar ya aydınlığa tutulan fenerlerdir ya da şendeki aydınlığı bile sömüren, heyecan kıran gulyabanilerdir. Mutlaka doğru yazarlarla karşılaşman gerekmektedir, aksi halde hiç de hoş olmayan şeyler çıkabilir karşına.

Bir kitap okursun, bütün yaşamın değişir ve gelişir. O kitabın yazarına o kadar saygı duyarsın ki, bunu kendine bile izah edemezsin. Onun adı nerede geçse, içinde bir şeyler kımıldar. Onun yeni kitabı yayınlandığında, ya da onun kitabını bir sahafta bulduğunda cebindeki tüm parayı çıkarıp sorgusuz sualsiz ona verirsin. (Verdiğin o paranın yol parası olduğunu kesin unutursun! Sonra o kadar yolu yürümek zorunda kalırsın. Hadi tabana kuvvet! Az kaldı topu topu beş kilometre.) İşte içinde bulunduğun bu duruma tam anlamıyla “hayranlık” denir. Hayranlık, rasyonel temellere oturtulmayınca, ölçüsüzleşir ve bir zaman sonra onu kusursuz görmeni, onun fanatiği olmanı sağlar. Bu da irade ve akıl taşıyan bir insan için, hiç de arzu edilen bir durum değildir.

İlk yazı denemelerinde baskın bir şekilde onu taklit ettiğini, arkadaşlarının eleştirilerinden sonra fark edersin. Önceleri bunu kabul etmezsin. “Ne alakası var ya!” diye başlayan izah cümleleri kurarsın. Ama kimseyi inandıramazsın. Bir zaman sonra kendin de inanmazsın söylediklerine. Sahadan tribüne çıktığında her şeyi daha net görürsün ve itiraf edersin: “Evet ya bu yazım, üstadın yazısına ne kadar benziyor. Hiç farkında değilim! ”

Ülkemizde birçok genç, ilk yazı denemelerini, en çok okuduğu yazar ya da şairden etkilenerek yapar. Ama bu yazı denemeleri devamlı olursa, bu sanatçının etkisinden yavaş yavaş kurtulduğunu fark eder. Aksi takdirde ucuz bir taklit olarak, birkaç gün sonra heyecanını kaybeder, söner ve gider. Tıpkı orijinal bir filmin korsanının seyyar satıcıda satılması, bir iki seyirden sonra da CD’nin çizilip atılması gibi. (Vayyy be, ne benzeme ama!)

Sevgili yazar adayı bir düşünsene, ülkemizde Necip Fazıl veya Nazım Hikmet etkisiyle şiir yazan arkadaşların sayısını. (Kim bilir sen de içinden “ben de onlardan biriyim" diyorsundur!) Çünkü gençlik yıllarında karşılaştığı ilk kalem büyük ihtimalle bu şairlerden biridir. Önceleri bu etkiyle bir şeyler de karalayabilirler. Buraya kadar normal. Ama kendini Necip Fazıl ya da Nazım Hikmet zannetmek hatasına düşmemelidirler. Çünkü onlar kendi sözleri ve tarzlarıyla konuşup, arkalarında muhteşem eserler bırakarak ayrıldılar aramızdan. Şimdi önemli olan, onlardan farklı, yeni ve onları aşan bir şeyler söylemeye çalışmaktır. Her yazar adayı mutlaka bu engeli aşmalıdır.

Sevgili yazar adayı, dizginlenemeyen hayranlık, o kadar ileri boyutlara gider ki, hayran olunan kişinin mükemmel olduğu zannedilir. Bu yanılsamada yazar; iyi yazmanın ve iyi düşünmenin yanı sıra ekstra birçok özelliğe de sahiptir. Örneğin; o mükemmel bir insandır, incedir, zariftir, insanüstü yeteneklere sahiptir. Onu görmek, onunla konuşmak, ona dokunmak yeryüzünün en ulaşılmaz şeyleri arasındadır.

Sana kendi başımdan geçen birçok örnek verebilirim. Ama konuyu uzatmanın anlamı yok. Yine de kafamdaki bir fenomenin (Felsefe) nasıl yıkıldığını anlatayım.

Gençlik zamanlarımızda bir şair, özellikle şiir kitabıyla gündeme damgasını vurmuştu. Üstelik o şair İstanbul, Ankara, İzmir’de falan da değildi. Bir taşra üniversitesinde hoca idi. Gizemli bir hali vardı. Galiba hepimiz ona hayrandık. Onun şiirleriyle ilanı aşk eder, sıralara, tahtalara ondan dizeler yazardık. Ona öykünerek yazdığımız şiirler de oldu elbette. Bazı yerlerde onun şiirlerinden okuyarak “karizma” yapardık. (Gerçi o zaman karizma kelimesi piyasaya yeni sürülmüştü.) Kısacası çoğumuzun kafasında malum şair, nerdeyse insanüstü bir hüviyete bürünmüştü. Derken yolum İstanbul’a düştü. Eyüp Sultan’daki Ramazan çadırına benim şairim gelecekti. Neredeyse uykularım kaçıyordu. Acaba efsane şairime ne sorsam diye, kemirilecek tırnak bile bırakmadım kendimde. Evet, sonunda kalın çerçeveli şairim karşımdaydı.

Konuştu, konuştu. Şimdi sıra sorularımdaydı. Titrek ses tonumla sorularımı sordum ve olanlar oldu... Koca şair, en basit sorularıma bile cevap verememişti. Benim bir okur olarak bile, bu sorulara verilecek bir sürü cevabım vardı. Kafamda koca bir balonun söndüğünü, bir efsanenin yerle bir olduğunu hissettim.

Eve gittiğimde o “mükemmel kitabı" yeni bir gözle okumaya başladım ve içimdeki gizemin yerle bir olduğunu, sınıf arkadaşlarımdan bazılarının şiirlerinin daha güçlü olduğunu fark ettim. Sonra o taşra kentinde şairimle bir markette karşılaştık. O da ne? O da benim gibi alışveriş yapıyordu. Hem de ucuz malları arıyordu. O an anladım ki, bizim birbirimizden hiç farkımız yok. O da benim gibi; yiyen, içen, uyuyan bir insandı. Yani onun benden tek üstünlüğü, onun şu an elinde bulundurduğu şanstı. Sonra şairim, Batı’daki üniversitelerden birine geçti. Telifi yüksek şiir şölenlerine katıldı, “fakir ama onurlu” şiir şölenlerinde maalesef onu göremedik. Sonra büyük şirketlere binlerce dolarlık seminerler vermeye başladı. Bu arada büyük yayınevlerinde düzinelerce şiir kitabı çıkmaya devam etti. Ama ben artık onun sınıf arkadaşlarımdan birine ısmarlama bir şiir yazmış olduğunu öğrenmenin de etkisiyle, ona gereken puanı vermiştim. (Kaç puan verdiğimi merak ettin değil mi? Ah şu merak!)

İşte yazar adayı, gördüğün gibi kendi kafamda oluşturduğum bir efsane, yine kendi gözlem ve yorumlarımla yerle bir edildi. Yani savaşı kazanan ben oldum. Bu savaş kendime ve çevreme bakışımı değiştirdi diyebilirim. (Kaderin cilvesine bak ki, yıllar sonra aynı şairin elinden, çok önemli bir ödül almak da nasip oldu. Ama artık onun yanında bir hayranı olarak değil, onurlu ve gururlu bir edebiyat işçisi olarak duruyordum. Türk filmi gibi değil mi?)

Bir yazarı sadece yazar olarak ele almakta fayda var. Onun farklı yönlerini öğrenme kaygısı, sonradan bizlere acı çekinebilir. Bizi hayal kırıklığına uğratabilir. Ondan yararlandıktan sonra, hemen onun cazibesinden kurtulmalıyız. Aksi takdirde bizim sesimiz onun sesinden daha cılız olduğu için, hiç kimse bizi duymaz. Oysa yazarlık, sesini duyurabilme girişimiydi değil mi?

Büyüsünden ve çekim alanından kurtulduğumuz yazarları okumayacak mıyız? Elbette okuyacağız. Onlara analitik yaklaştığımız sürece onlar, bizim için ciddi bir beslenme kaynağıdır.

Yazarların bazıları, kendilerini çok yukarılarda bir yerlerde görürler. Bu tip yazarlardan mümkün olduğu kadar kaçmalıyız. Çünkü ölçülerini kaybetmiş insanların vereceği, önereceği ölçülere itibar edilmez, edilemez. Hep alkış isteyen, ama başkalarını alkışlamayı akıllarından geçirmeyen, burunlarından kıl aldırmayan bu narsist tiplerin sonları hiç de parlak değildir. Bugün popüler olan bu kişiler, yarın tarihin karanlıklarında kendilerine yer bulurlar. Neticede tarih, ölü yazarlar müzesidir. Büyük yazar Sabahattin Eyüboğlu bu bağlamda son noktayı koyuyor:

“Yazarın burnu büyüdükçe kalemi küçülür. Büyük yazarlar (ve sanatçılar) arasında kendini büyük gören ve gösteren yok gibidir.”

Saygıdeğer yazar adayı, unutmaman gereken bir nokta da şu: Çok meşhur olmak, çok kitap satmak, popüler olmak, doğru ve güzel yazmak anlamına gelmez. Daha önce de belirttiğim gibi, şişirilmiş bir yazar ya da onun hormonlu kitabı, sana hiçbir şey vermez, veremez. O halde bu tip tüketim çılgınlığına asla kapılmamalı, kendini benzer durumlardan korumalısın.

Şimdi sana Selim İleri’nin kendisine bir gazetede sorulan “Nasıl yazıyorsunuz?” sorusuna verdiği cevaptan bir kesit vermek istiyorum:

“Roman güncesi, 21 Şubat 1976. Madame Bovary’den bir cümle: “Kadın eskiden neşeli, içten, sevgi doluydu, yaşlandıkça (açıkta kalan şarabın sirkeleşip ekşimesi gibi) huysuz, geçimsiz, sinirli biri olup çıkmıştı.” Charles’ın anasının tanımlanması, bellekte iz bırakmış. Emine için yedinci bölümde ilk tanımlama: “Bir zamanlar neşeli, sevecen bir insanken (bir mevsimlik çiçekler gibi, söz gelimi ateş çiçeği gibi) huysuz, içe dönük, hırçın biri olup çıkmıştı. ” Şaşılacak bir benzerlik değil, belleğin kesin hırsızlığı. Üslup yavaş yavaş kişiliğini kazanacak. Bu yedi bölümü yeni baştan yazıyorum. Flaubert’in cümlesinden etkilenmiş olmamla ilintili bir sorun yok. Yeni baştan yazacağım, çünkü, ilk altı bölümde Emine’yi belirleyen (iz düşümünü) şu cümle değildi, o olacak ama. Bellek değerli bir cümleye kapılmış.

Gördüğün gibi bazen etki altında kalmak, büyük yazarlarda da oluveriyor. Bu oldukça normal. Ama bunun böyle devam etmesi normal değil. Selim İleri, belleğindeki cümleyi kendi sözü gibi ifade ediyor. Sonra bunun bir etkilenme olduğunu fark edip, bu bölümü yeniden yazmaya karar veriyor. Yani doğru olanı yapıyor. Demek ki insan, öyle kolay Selim İleri olamıyormuş.

Eserlerinde evrensel insanı yakalamış, kendine mahsus bir duyuş ve düşünüş sistemi geliştirmiş, dile hakim, üslup sahibi yazarlar bizim için her zaman okunabilecek yazarlardır. Yazma aşamasında yolumuzu gerçekten aydınlatacak yazarlar işte bunlardır. Ama onlarla bardağımızı doldurmak, asla onlara öykünmemek, onları taklit etmemeliyiz. Çünkü birinin izinden devamlı yürünürse, onu geçmek mümkün değildir...

Son olarak tatlı bir bitiriş olsun diye şunu da belirteyim. Kendini kanıtlamış bazı yazarlara, kendini beğenmişlik yakışmıyor da değil. Al sana iki dev sanatçının yaklaşımı, ama kulvarları farklı:

1807 veya 1808’de Beethovenla Goethe, Karlsbard’da buluşmuşlardı. Beraberce bir fayton gezintisi yapmak istediler. Yollarda halk, faytonun içindekileri alkışlıyor, onlara büyük tezahürat yapıyordu.

Goethe:

“Bu kadar meşhur olmak da pek sıkıcı bir şey. Baksanıza, herkes beni selamlıyor.” dedi.

Beethoven teselli etti:

“Aldırmayın dostum, belki de beni selamlıyorlardı. ”

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

Edebiyat

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült