Edebiyat

 

 

On Dokuzuncu Yüzyıl İngiliz Edebiyatı: Düz Yazı

Jorge Luis Borges

On dokuzuncu yüzyıl başlarında Protestan inancı, Fransız klasisizmine karşı Romantiklerin başkaldırısı, Napolyon’un giriştiği savaşlar, Prusyalılarla İngilizlerin silah arkadaşlığı yaptıkları Waterloo’da kar sanılan ortak utku, bir de ortak bir kökenin anıları. İngiltere ile Almanya’yı bir araya getirdi. Bu uzlaşmanın* yazın alanındaki en etkili temsilcisi denemeci ve tarihçi Thomas Carlyle’dı (1795:1881). Carlyle, John Paul Richter’in biçeminin etkisi altında, 1836’ da Sartor Resartus (yani Terzi Elinden Çıkma. Terzi) adlı çarpıcı ve şaşırtıcı kitabını yayımladı. Bu kitapta, Diogenes Teufelsdroeckh adlı düşsel ve ülkücü bir filozofun' yaşamöyküsü anlatılır, öğretisi açıklanır ve yapıtlarından uzun bölümler sunulur. Carlyle, evren tarihini, sürekli olarak okuduğumuz ve yazdığımız, «ve aynı zamanda bizim de yazıldığımız» kutsal bir şiire olarak düşünüyordu. Demokrasinin, oy sandığıyla gerçekleştirilen bir kargaşadan başka bir şey olmadığı kanısındaydı, bu yüzden de yetke ilkesini savunuyordu. Cromwell’e, Büyük Friedrich’e, Bismark’a, Fatih William’a ve Paraguay diktatörü Dr. Francia’ ya saygı duyuyordu. ABD’de' 1860-61'de , Güneylilerin Birlik’den ayrılmak için verdikleri savaşta, kölecilikten yana çıktı. İnsanın bütün yaşamı boyunca aynı kölelere sahip olmasını, kölelerini arada sırada değiştirmesinden daha uygun bulduğunu açıkladı: İngiltere’nin durumunun acıklı olduğunu, ama her kentte hoşuna giden iki şey bulunduğunu söyledi: Askeri garnizon ve hapishane. Carlyle’a göre, hiç değilse buralarda  düzen vardı. Başlıca yapıtları arasında Kahramanlar, Kahramana Tapınma ve Tarihte Kahramansı Olan. Üstüne (On Heroes, Hero Worship, and Jthe Heioic in History); Fransız Devrimi, Bir Tarih The French Revolutioh, a History); Oliver Çromwell’in Mektupları ve Konuşmaları (Oliver Cromwell's Letters and Speeches) ve Geçmiş ve Şimdi’yi (Past and Present) sayabiliriz. Bir de, İzlandalı Snorri Sturlusön’un klasik yapıtını büyük bir coşkuyla özetlediği Norveç’in İlk Kralları (The Early Kings of Norway) adlı bir tarih kitabı vardır. Cariyle, Nordik ırkların üstünlüğüne inanıyordu ve Fichte’yle birlikte Nazizmin atalarından biriydi. Özel yaşamındaysa mutsuz ve nevrozlu bir adamdı.

Charles Dickens (1812 1870) ile ilgili olarak, yaşamöyküsüne ilişkin birkaç ayrıntı dışında söylenebilecek tek şey, deha sahibi bir insan olduğudur. Sonraları Stevenson onu «dosdoğru duygusallığa dalmakla» suçlayacaktır, ama Dickens’ın yalnızca duygusal olanı değil, gülmeceli, grotesk, doğaüstü ve trajik olanı' da işlediğini unutmamamız gerekir. Fransız çağdaşı Victor Hugo gibi Dickens da büyük: bir romantik romancıydı. Dünyaya bir kişiler sergisi armağan etti; çoğu Zaman birer karikatür olmaktan ileriye gidemeyen, ama hiçbir zaman yok olmayacak kişiler. Borçlarını ödeyemediği için birkaç kez hapse düşen ve David Copperfield’de Mt. Mica'wber adıyla karşımıza çıkan cebi delik bir katibin oğlu olan Charles Dickens yoksulluğun yabancısı değildi. Çocukluğunda bir depoda çalıştı; daha sonra parlamento muhabiri, gazete yazarı, dergi yönetmeni ve kitaplarını taksit taksit yayımlayan bir romancı oldu. Amerika Birleşik Devletleri’ni gezdi ve orada dinleyicilerinin şaşkın bakışları arasında yazarların haklarını ve köleliğin kaldırılmasını savundu. Byron, Scott ve Wordsworth denizin ve dağların güzelliğini keşfetmişlerdi; Dickens kenar mahallelerin duygu ve coşkularını keşfetti. Daha da önemli bir başka keşfi de, çocukluğun yalnız büyüsüydü. Suç izleği de çekici geldi Dickens’a Dickens’ın anlattığı ve Dostoyevski’yi de etkilemiş: olan cinayetler unutulmazdır. Birçok örnek verilebilir, ama burada, dolaylı bir biçimde anlatılmasına karşın bir daha akıldan çıkmayan Montague Trigg’in Jonas Chuzzlewit’in elinden ölümünü anımsayabı' liriz. Dickens öldüğünde zengindi. Edwin Drood’uu Esrarı (The Mystery of Edwin Drood) adlı tamamlanmamış bir dedektif romanı bıraktı ardında; Chester' ton, bu romandaki düğümün ancak Dickens’la cennetle karşılaştığımız zaman çözülebileceğini, ama o zaman da Dickens’ın büyük bir olasılıkla hiçbir şey anımsamayacağını söylemiştir. Dickens’ın babasında Binbir Gece Masalları ile Don Kişot’unbirer nüshası vardı. Dickens’ın kendisini ünlü kılan Bay Pickwick’ in Maceraları (The Posthumous Papers of the Pickwick Club) adlı kitabında, serüvenlerin hep yollarda gerçekleştiği Don Kişot’dan etkilenmiş olması uzak bir olasılık sayılmamalıdır.

Dickens, kişiler yaratan bir yazar olmasının yanı sıra, bugünkü deyimiyle toplumun dışladığı kişilerin bir yandaşı, bir savunucusuydu aynı zamanda. Okulların ve hapishanelerin düzeltilmesini savunuyordu.

Dickens, polisiye türüne, yakın dostu William Wilkie Collins’in (1824 1889) etkisiyle yönelmişti. Collins, daha birçok kitabın yanı sıra, Aytaşı (The Moonstone), Beyazlı Kadın (The Woman in White) ve Armadale’in yazarıydı. T.S. Eliot, Beyaz Kadın’ın, o güne kadar yazılmış dedektif romanlarının yalnızca en uzunu değil, aynı zamanda en iyisi olduğu kanısındaydı. Onsekizinci yüzyılın mektuplardan oluşan romanının etkisi altında kalan Collins, öyküyü romandaki kişilerden birinin ağzından anlatan ilk romancıydı. Çeşitli bakış açıları getiren bu yaklaşım, sokraları Robert Browning ve Henry James tarafından kullanıldığı ve geliştirildi.

Menendez y Pelayo’nun kişiliğinde olduğu gibi, Thomas Babington Macauley’de (1800 1859) de, büyük bir yazar ile az rastlanır bir zeka bir aradadır. İkisinin de şaşırtıcı bir belleği vardı. İkisi de okurda bütün kitapları okudukları izlenimi bırakır. Ama bu kadarla kalır benzerlikleri. Menendez y Pelayo ateşli bir Katolikti; Macauley ise soğuk ve liberal bir Protestan. Düşgücü açısından da farklıydılar: Macauley, karışık olayları ve savaşları canlı bir dille anlatabiliyordu.

Köleliğin kaldırılması düşüncesinin önde gelen savunucularından Zachary Macauley’in oğlu olan Thomas, kendi dönemine de uygun düşen babasının düşüncelerini kalıt aldı. Daha genç yaşlardan bir tarihçi olacağını biliyordu. Tarih yazmanın, önceden kitapları ve belgelikleri incelemeyi gerektirdiğini anlamıştı. Ekonomik olanakları sınırlı olduğundan Hindistan’da bir devlet görevini kabul etti ve orada yaşadığı beş yıl boyunca para biriktirdi. İngiltere’ye döndüğümde, zorlu bir araştırmadan sonra, parlak olmakla birlikte hiç de yansız sayılamayacak bir İngiltere tarihi yazmaya girişti, ama yarım bıraktı. Çok iyi bir denemeciydi aynı zamanda, Daha birçokları yanı sıra, Samuel Johnson, Hindistan’daki İngiliz egemenliğinin yaratıcısı Clive, Joseph Addison, Milton, Petrarkus ve Dante üstüne yazılarını anmadan edemeyiz. Macauley, Dante’nin yapıtlarının somut ayrıntılarında, Milton’ın bütün o parlak bilgiçliklerinden daha büyük düşgücü bulunduğunu gözlemledi; şiir yazma çabaları popüler bir başarı kazandı. Romalıların, Horatius ve Vergilius’larının yanı sıra, romanlarına ve baladlarına sahip olmaları gerektiğini düşünüyordu; bu düşünceden esinlenerek, bugün hala İngilizce konuşulan bütün ülkelerde yaygın bir biçimde okunan Eski Roma Ezgileri’ni (Lays of Ancient Dome) yazdı. Macauley, daha sonraları Kipling’in de yaptığı gibi, bütün imparatorlukların temel kimliğini gözler önüne serdi ya da en azından sezdirdi Eski Roma Ezgileri’nde.

Macauley’in tersine, John Ruskin (1819' 1900) çok karmaşık bir adamdı. Mimarlık, toplumsal sorunlar ve düzyazı sanatıyla ilgilendiği kadar, deneyimli bir resim düşkünüydü de. Seçkin bir İngiliz biçemcisi olarak görülür. Son yıllarında, yapıtlarında Wilde ve Proust’un çok hoşuna giden o uyumlu ses iniş çıkışlarını bir yana bıraktı, estetik bakımdan çok yalın ve inerdeyse çocuksu bir düzyazıyı benimsedi. Zengin bir adamdı; servetini kamu parasının bir parçası olarak görüyor ve gelirini başkalarının zararına çarçur etmediğini anlasınlar diye hesaplarının dökümünü her yıl The Times gazetesinde, yayımlıyordu. İşçiler için bir okul yaptırdı. En kapsamlı yapıtı Modern Ressamlar’dır (Modern Painters). Modern Ressamlar’ın ilk cildi 1843’de, beşinci ve son cildiyse 1860’da yayımlandı. Ruskin, baştan sona konudışı garip bölümlerle dolu olan bu yapıtına, dünyanın en büyük peyzaj ressamı olarak gördüğü Turner’ın bir savunusu olarak başlamıştı. Hemen hepsi de birer kalem kavgası niteliğindeki öteki yapıtları arasında Mimarlığın Yedi Lambası (The Seven Lamps of Architecture), Venedik’in Taşları (The Stones of Venice), Çizme Sanatının Temelleri (Element of Drawing), Perspektifin Temelleri (Elements of Perspective), Sanatın Ekonomi Politiği (The Political Economy of Art), Tozun Aktöresi (The Ethics of Dust), Susam ve Zambaklar (Sesame and Lilies), Kartal Yuvası (The Eagle’s Nest) ve Praeterita’yı sayabiliriz. John Ruskin, ilerde epeyce söz edeceğimiz Prerafaelit ressamların ve ozanların koruyucusuydu.

Ruskin, eskilerin ve Ortaçağın doğa duygusundan yoksun olduğu kanısındaydı. Güzel bir yerin Homeros’un gözünde bereketli bir yer olduğunu; romantikleri büyüleyen dağların ve ormanların Dante’yi ürküttüğünü söylüyordu. Resimlerin yarımdaire biçiminde yapılması gerektiğini, çünkü görme biçimimize böylesinin uygun düşeceğini düşünüyordu. Ruskin’e göre dikdörtgen biçiminde resim yapma alışkanlığı duvarların, kapıların ve pencerelerin kötü etkisinden kaynaklanıyordu. Kutsal Kitap’da demir yapılardan söz edilmediği gerekçesiyle gar yapımına karşı çıktı. Amerikalı ressam Whistler’ı sahtekarlıkla. suçladı.

Matthew Arnold’ın (1822 1888) yapıtları da karmaşıktı. Kitabımızın bir özet niteliğinde oluşu, Arnold’ın yaşamının bir bölümünü adadığı siyasal ve tanrıbilimsel tartışmaları incelemeyi bir yana bırakmamızı gerektiriyor. Middlesex kontluğunda doğan Arnold, her zaman bağlı kaldığı Rugby ve Oxford’da öğrenim gördü, Hem eğitim müfettişiydi, hem de Oxford’da şiir kürsüsü sahibiydi. Gözde yazarları Renan, Sainte-Beuve ve Wordsworth’du. O yıllarda Cariyle’ m etkisi sonucu İngiltere kendini safkan Cermen görüyordu; ama Arnold Kelt Yazınının İncelenmesi Üstüne (On the Study of Celtic Literature) adlı ünlü denemesinde, Kelt öğesinin Cermen öğesinden daha az önemli olmadığını ileri sürdü, MacPherson’ın bütün Avrupa’yı büyülemiş olan özlemini anımsattı ve Saksonlukla hiçbir ilişkisi olmadığını düşündüğü Shakespeare ve Byron’ın yapıtlarından örnekler verdi. İngiliz yazarların yakasını bırakmayan günahın keyfilik olduğu düşüncesindeydi. Fransızları, Yunanlıları ve Romalıları incelerken «güzellik ve ışık» arıyordu. Goethe’ye hayranlık besliyor, buna karşılık izdeşi olması beklenen Carlyle’ı kendisini hiçbir zaman anlayamamakla suçluyordu. Ülkesinin taşralılığını az eleştirmedi. Heine ve Maurice de Guerin üstüne yazılar yazdı. Bir dizi konferans vererek Amerika Birleşik Devletleri’ni dolaştı, ama Yeni Dünya onda pek fazla coşku uyandırmadı. Yapıtlarının en ünlüsü olan Homeros’un Çevrilmesi Üstüne’de (On Translating Homer), yazınsal çevirinin genellikle güvenilmez olduğunu ileri sürer çünkü Arnold’a göre yazınsal çeviri özgün metne uygun düşmeyen ve okuru yanlış bir biçimde engelleyip, şaşırtan vurgulamalar ve etkiler yaratır. Nitekim, Arnold’a bakılırsa, Yüzbaşı Bur.., ton yaptığı çeviriye Binbir Gece Masalları adını verdiğinde Arapçasına denk düşmeyen bir çeviri ortaya koymuş oluyordu, çünkü Arapçada yerleşik olan deyim «bin gece ve bir gece» idi. Matthew Arnold’ın düzyazısı kadar önemli olmayan şiirini T.S. Eliot şiddetle eleştirdi. Ama Arnold kendi kuşağını olumlu bir biçimde etkiledi: Seçkinliği, alaycılığı ve çelebiliği su götürmez. Stevenson, bir yazarın bütün niteliklerinden yalnızca birinin, albeninin değerli olduğunu söylemişti: Arnold’ın albenili bir yazar öldüğünü kimse yadsıyamaz.

Peder Charles Lutwidge Dodgson (1832-1898). Arnold’ın hiçbir zaman olmadığı ve hiçbir zaman olmak istemeyeceği yabansı bir İngilizdi. Olağanüstü utangaç olduğundan, yetişkinlerle ilişkiden kaçtı ve dostluğu çocuklarda aradı. Alice Liddell adlı küçük bir kızı eğlendirmek amacıyla, Lewis Carroll takma adıyla kendisini ünlü kılacak iki kitap yazdı: Alice Harikalar Ülkesinde (Alice’s Adventures in Wonderland)' ve Aynanın İçinden (Through the LookingGlass). İlkinde, Alice beyaz bir tavşanı kovaladığını düşler. Tavşanı kovalarken Alice ormanlardan geçerek düşlemsel yaratıkların ülkesine varır; aralarında. İskambil destesindeki krallar ve kraliçeler vardır; en sonunda Alice yalnızca kağıt oynadıklarını fark eder ve uyanır.. İkinci kitapta, bir aynanın içinden geçer ve garip yaratıkların yaşadığı bir yöreye gelir. Bunların birçoğu canlanmış satranç taşlarıdır. En sonunda, Alice’nin vardığı yörenin bir satranç tahtası olduğu ve her serüvenin' bir hamleyi yansıttığı anlaşılır. Lewis Carroll’ın, birbirine dönüşüp duran figürlerden. oluşan bu gelgeç dünyada bir karabasan başlangıcının var olduğunu sezip sezmediğini hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Yıllar sonra Silvie ile Brono'sunu yayımladı. Lewis Carrollğu doğrudan doğruya düşlerken kaynaklandığını söylediği bu yapıt, karmaşık ve neredeyse çözülmesi olanaksız, bir. romandır.

Dogdson, bir matematik hocasıydı. Az önce belirttiğimiz yapıklarından başka, gülmeceli makaleler, mantık üstüne bir inceleme ve Eukleides’e yöneltilen eleştiriler üstüne bir inceleme de yazdı. O güne kadar sanatçıların nefret, ettiği fotoğrafçılık, Dogdson’ın. merakları arasındaydı.

Amerikalı ana babadan olma Arjantinli William Henry Hudson (1841 1922), Buenos Aires dolayında Quilmes yakınlarında bir çiftlikte dünyaya geldi. Goşolar arasında yetişen Hudson çok iyi bir biniciydi, ama çok genç yaşlarda yakalandığı ateşli romatizma yüzünden toprakta çalışmayı bırakmak zorunda kaldı. Dört bir yanını dolaşıp gördüğü ülkedeki bitkileri, hayvanları, kuşları, ovaların, renklerini ve biçimlerini o şaşırtıcı belleğine kazıdı. Yirmi sekizinde bir daha dönmemek üzere İngiltere’ye gitti; ama, Ezequiel Martinez Estrada’nın belirttiği gibi, ülkesini de yanında götürdük Yaşamını ülkesini düşleyerek ve yurt özlemiyle geçirdi. İngiltere’de, gençlik günlerini anımsatacak ıssız yerler aradı hep. Erguvani Ülke (Purple Land) 8 [1885] adlı romanında, erotik sahneler ile Uruguay devriminde geçen ve beyazlar ile kızıllar diye bilinen siyasal gruplarla ilgili öyküler iç içe geçer. Gene Güney Amerika’da geçen Yeşil Konak (Green Mansions) adlı yapıtı düşlemsel bir romandır. Hudson ayrıca Patagonya’daki Aylak Günler (Idle Days in Patagonia), İngiliz Kuşları (British Birds), Londra’daki Kuşlar (Birds in London), La Plata’daki Doğalcı (The Naturalist in La Plata), Richmond Parkı’nda Bir Dişi Geyik (A Hind in .Richmond Park), Bir Çobanın Yaşamı (A Shepherd’s Life) ye yurtözlemiyle yüklü Çok' Uzaklarda ve Çok Eskiden (Far Away and Long Ago) adlı kitapları yazdı. Duru ve canlı biçemi için Joseph Coiirad şöyle demişti: «Ot nasıl büyür, öyle yazıyor.»

Hudson ve Conrad’ın dostlarından biri, yazar, politik kışkırtıcı, masalcı, gezgin ve kaşif Robert Bontine Curininghame Graham’dı (1852) - 1936). CurıninghameGraham, gençliğinin bir bölümünü Entre Rios’da geçirdi ve bir çiftlik sahibi olarak topraklarını Brezilya sınırına kadar genişletti. Kitapları arasında Mogreb el Acksa, River Plate’in Fethi, (The Conquest of the River Plate), Fetih Atları (The Horses of the Conquest), Brezilyalı Bir Gizemci’yi (A Brazilian Mystic) ve soylu İskoç kanından gelen atlarının yaşamöykülerini sayabiliriz. George Bernard Shaw, onu Yüzbaşı Brassbound’un Konuşması (Captain Brassbound’s Conversation) adlı güldürüsüne yazdığı önsözde canlı bir biçimde anlatmıştır.

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült