Mektuplarda Aşk, Aşkta Mektup

Feridun Andaç


Size aşk ipiltilerinden, bunun mektuplara yansıyan sevgi demlerinden söz edecek değilim. Ama mektup yazmanın bir insan ömründe ne anlama geldiğini, gelebileceğini anlatmak, aşkta mektup, mektupta aşkı, bir de mektup yazma aşkını anlatmak isterim doğrusu.

Mihrali Usta, ömrü, vefasız bir kuş gibi nitelendirmişti.

16-17 yaşlarındaydım onu tanıdığımda. İller Bankası Sarıkamış Su İşleri Şantiyesi’nde, o, su ustası, ben de puantördüm.

O, vefasızlığın ne olduğunun ve daha birçok şeyin bilgesiydi benim gözümde. Birlikte geçecek dört ayın, benim için, dört insan ömrüne sığabilecek bir zaman dilimi olabileceğini sonra sonra öğrenecektim.

Mihrali Usta ile kardeşi Mizrahi apayrı kişiliklerdi. Onları tanıdığımda ilk gurbetin hüznü, ilk sıla özleminin acısı ve ilk aşkı yaşamanın sevinci vardı bende. Hayat, dokundukça, ellerimi yakacak gibi duruyordu karşımda! Yok, hayır hayır, ben ona doğru yürüdükçe yangınları gösteriyordu bana. Sevgiyi, bağlılığı, çalışmakla güzelleşebilen bir ömrü, bahar çağlarının anlamını, sevgi demlerinin yolunu, dostluğun ne olabileceğini, doğayı, insan sıcaklığını, özlemi, yokluğu, yoksunluğu, aldanışı ve hüznü, ayrılığı ve bir de acıyı...

Evet, Mihrali Usta, bir hayat bilgesi gibi duruyordu karşımda. Satrancın dilini öğretiyordu bana, “Hayatı kavramanın bir yoludur,” diyerek.

Mizrahi Usta ise, bugün bile o unutamadığım bir anıyla: Uzaktan, okyanus ötesinden gelen bir mektupla adeta benleştiği, ellerinden alev ateş, buğu çıkarcasına tuttuğu, döne döne okuduğu o mektubu güne, geceye, kirpiklerinin duldasına taşıyıp durduğu günle ve bunun sonrasındaki bir anla yaşar durur bende.

Kasaba ile sınır kenti arasındaki bir dağın uçsuz bucaksız engebeli yollarındayız. İşçiler kanal kazıyorlar. Mizrahi Usta, kanal boyunca gidip geliyor. Bense, bir ağacın duldasında Van Gogh’un Theo’ya Mektuplar'ını[I] okuyorum. Öğlen molasında herkes bir yana sere serpe dağılınca, o, yanıma gelmiş, nicedir gömüldüğü suskunluğunu çözerek, “Bana oradan bir mektup oku,” demiş, yanıma oturmuştu. Ben de, hiçbir şey söylemeden, ilk açtığım sayfadan Van Gogh’un kardeşi Theo’ya yazdığı 3 Eylül 1881 tarihli mektubu okumaya koyulmuştum. Karşımda bir Rodin heykeli gibi duruşuyla o kısa an içinde, renkten renge, biçimden biçime giriyordu sanki. Son sözcükleri daha beklemeden, eliyle işaret ederek, “Şurayı, şurayı bir daha baştan al,” demesi, benimse, ses tonumu hiç değiştirmeden o satırlara dönmem: “Ama anlarsın ki ona yaklaşmak için elden geleni yapacağım; beni sevinceye kadar onu sevmeye kararlıyım.

Sen de zaman zaman aşık oluyor musun, Theo? Olmanı isterdim, çünkü, inan bana, küçük dertlerin de bir değeri var. İnsan kimi zaman üzgündür, öyle anlar olur ki cehennemde sanırsın kendini, ama başka, daha güzel şeyler de vardır.

Üç aşaması var bu işin:

1. Sevmemek ve sevilmemek

2. Sevmek ve sevilmemek (benim durumum)

3. Sevmek ve sevilmek.

Bence ikinci aşama birincisinden güzeldir, üçüncüye gelince, onun üstüne yoktur.”

Sonra, “Bana öyle bir mektup yazar mısın? Şu İkinciyi anlatan?” deyip, yanıtımı beklemeden gitmişti.

O günkü ‘ben’/bana göre orta, bugünkü benim yaşımdaki Mizrahi Usta’nın derdinin ne olduğunu kolayca anlamıştım. Van Gogh’la üçümüz bir yerde buluşmuştuk; bu ıssız yerde, acının sağanağına tutulmuşçasına bitirmiştim Mektuplar11. Van Gogh, bir derdi olduğu için yazıyordu, resim yapıyordu. Onun ellerinden çıkan buğu gibi, Van Gogh’un her mektubu da benim ellerimi, yüreğimi tutuşturuyordu. Onun yazmak isteyip de yazamadığı, benimse bir türlü yazma cesaretini bulamadığım mektubu yazmıştım.

“Bunları oku ve unut. Onun için yaz,” demişti, onu günlerdir uykusuz bırakan mektubu bana uzattığında.

Ulaşılamayan, hiçbir zaman da kavuşulmayacak olan bir sevgiliye yazar gibi yazmıştım. Yazdıkça kendime dönmüş, o ilk aşkın ipiltilerini anlatabilmek için yalnızca mektup yazılabileceğini görmüştüm. Bir elimden Van Gogh, ötekinden ise Mizrahi Usta tutmuş; onların ulaşılamayan ‘sevgilileri ise içimdeki ses olmuştu.

Ömrüm, bayram sevincine dönmüştü o günlerde.

Mektup yazmak bir sıcaklık, bir ileti, bir şeyi anlatmak, birtakım şeyleri dile getirmek, bir sevgiyi söze dökmek, yazılandan söz etmek, duygu havuzlarında kulaç atmanın ne anlama geldiğini yansıtmak, tıpkı geceyle gündüzün, acıyla sevincin, ayrılıkla kavuşmanın buluştuğu yeri anlatabilmekti. Paylaşmaktı, ‘sevdim’ diyebilmenin anlamını görebilmekti mektup. Hayata dokunmak, dönüp hayatın öte yakasına bakabilmekti. Bir yüreği açmanın, ele geçirmenin en güzel yolu!.. Hayatımızdan asla çıkıp gidemeyenlerin neler olabileceğine bakmak, bağlanmaktı hem de.

* * *

Mektup, o gün bu gündür, benim için, hayatı kavramanın bir yolu oldu. Binin üzerinde mektup yazdım. Karşılıklı, karşılıksız. Aşkta, ayrılıkta, kavuşmanın sevincinde, özlemde, acıda, paylaşma coşkusunda, gidip gidip dönüşlerimde, savrulduğum anlarda, yürek çıngınlıklarında, yolculuklarımda...

Sonra, ne çok mektup okudum: Çehov’dan, Gorki’den, Kafka’dan, Halil Cibran’dan, Zweig’dan, Nazım Hikmet’ten...

Bir mektup edebiyatının olabileceğini öğrendim sonra.

Zweig’ın şu sözlerine gönülden bağlandım: “Oysa mektuptan sevgimizi esirgemekle ne büyülü bir şeyi yitirdiğimizin bilincine varabilseydik! Her mektup hep tek bir kişiye, duyguların paylaşılması için öngörülmüş belli bir insana yöneldiğinden, ister istemez konuşanın ikinci bir portresine dönüşürdü. Kendisine seslenilenin sesi de bilinçaltında olmak üzere yanıt verirdi; bu ortak atmosfer, aynı zamanda hem açık hem mahrem, hem konuşkan hem suskun, güven aşılayıcı ve sır saklayıcı bir içtenliği sergilerdi.”

Ataç’ın, ‘her yazı bir mektuptur’ deyişine katıldım hep.

Çehov’un mektuplarına yansıyan sözleri yazı yurdumu genişletti demeliyim. Yalnızca bu da değil; yazmanın ne anlama gelebileceğini en çok o mektuplardan öğrendim dersem, abartı sayılmasın. Kendinizi genç bir ‘yazar adayı’ olarak gördüğünüz günlerde, onun, Gorki’ye yazdığı şu sözlerine nasıl bağlanmazdınız: “İnsan, yazı yazdığı için toprağa kakılmaz; gömüldüğü için, başka bir yere gidemediği için yazar.”

Sonra, Nazım Hikmet’in sesi bir bulut gibi gelip buldu beni o aşk kavşaklarında. “Ayşe’nin Mektupları’nda şiire dönüşen bir mektubun anlamını çözmeye çalışırken, iç coğrafyamızın yolculukları için mektubun eşsiz bir dil olduğunu gördüm. Ve elbette ki Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar bu yolun önünü açanlardandı.

Gene mektup yazmaktayım. Uzaktakine, ulaşılamayana. Hayat, bu kez, avuçlarımdan yakalamış beni. Yazdığım her sözcük bir sevinç, bir özlem, bir acı gibi yüzümün özlemle solduğunu anlatıyor ona.

Başka türlü olamazdı; eğer mektupsuz bir hayat sürseydim, ne aşk olurdu hayatımda, ne mektup yazma aşkı, ne de sanat! Yoksa, ben de, ömrü vefasız bir kuş gibi nitelendirip avunup duracaktım şimdi.

Hep, ‘mektup yaz ki, mektupsuz kalmayasın’ demem de biraz bundandır.

Bunun da, size, bir mektup gibi gelmesini diler, sevgi ve dostluk duygularımı iletirim sevgili okurum.


[I] Theo’ya Mektuplar, Van Gogh, Çev.: Azra Erhat, Yankı Yay., 158 s.

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

Edebiyat

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült