Kısa öykü, oldukça geniş bir yazı ailesi oluştururken, yazınsal
sorunları da çepeçevre kuşatarak önümüze getirir. İlkin, başlıca düzyazı
türlerinden ve anlatı biçimlerinden biridir ve belli bir yazınsal
kavrama gönderir bizi, ama eştürden bir yaratım biçimi olduğu da
söylenemez. Kendine enikonu bağımsız bir yazınsal alan kurduğu ve burada
güçlü dayanaklara tutunduğu da söylenebilir; yanı sıra, çok zengin ve
canlı bir ortamda devindiği için kesintisiz bir değişime, bazen
kopmalara, giderek yeni türlere evrilmeye açık bulunur.
Kısa öyküyü doğuran etmenler o denli somut ve can alıcı duruyor ki, bugüne dek olduğu gibi, yarın da geniş bir okur çevresinin ilgiyle izleyeceği bir yazın türü olarak varlığını sürdüreceği şimdiden kestirilebilir. Bir yazın türü olarak vareden gerçeklik daha eskitilemediği için, kısa öykü de pırıltılarını korumayı sürdürüyor. Gelgeldim kuramsal ilgiler ne roman, ne de şiir için gösterdikleri ataklığı kısa öykü için göstermişlerdir. Oysa ki, başlangıcından bu yana çizdiği yazınsal gelişme eğrisinin düzeyine bakıldığında, bir kısa öykü estetiğinden söz etmek zorunda olduğumuzu açıklıkla görebiliriz.
Kısa öykü, bir yaşantının, yaşanılan bir anın donduğu-dondurulduğu yerde bitiveren bir yazınsal müdahale mi? Kuşkusuz evet. Söz konusu o yaşantı ya da yaşanılan o an bireysel bir sorunun; bilincin çatışmalar içinde akıp gidişinin; toplumsal, siyasal ya da bireysel bir durumun; herhangi bir olayın; dahası, akla gelebilecek her şeyin yaşandığı yerde ortaya çıkabilir ve yaratım sürecinin harekete geçmesini gerektirebilir. İşte bu hareket sonunda dondurulmuş olan o küçük yaşantının kurmaca dünyanın içine çekildiği, irdelendiği, yoğunlaştırdığı, yalınlaştırdığı ve sonra alımlama sürecine iletildiği bir yazınsal zincir oluşur. Kısa öykü, o yaşantının çok yoğunlaşmış biçimde algılanmasının zihnimizde yarattığı etki anlamına da gelir artık. Bu etkiyle zihnimizin karanlığına ışık düşürülür... Yaratım süreci içindeki bu arınma ve oluşma süreçlerine bakıldığında, kısa öykünün bütünüyle kendine özgü, yazınsal yaratımın soyluluğuna en yakın türlerden biri olduğu söylenebilir.
Kısa öykünün gerek yaratma, gerek alımlama süreçleri bakımından günümüz dünyasının sabırsızlığına tam denk düştüğünden ve çok okunurluğunun da buna bağlı olduğundan söz edilir bazen. Günümüzde ne yazarın büyük oylumlu romanlar yazmak, ne de okurun sonu gelmez bu romanları okumak için yeterince zamanı bulunmaktadır... Günlük yaşamın güçlükleri ve tüketici etkileri içinde görsel ve işitsel kültürün her şeyin önüne geçmesi ve insanların okumaya ve yazmaya çok az zaman ayırabilmesi yüzünden, kısa öykü de en geçerli yazın türüne dönüşmektedir...
Kitap okurluğunun neredeyse büsbütün yok olmaya yüz tuttuğu bir toplumda, bu düşüncelerin gerçekliği de oldukça tartışılır görünüyor; giderek, söz konusu kültürel yıkımın yazınsal yaratımı biçimlendirmesi gibi bir sakınca da önümüze geliyor. Kısacası, kısa öykünün gerek yazın kültürü, gerek bu kültürle ilişki içindeki insanlar için vazgeçilmezliğinin yaşadığımız çağın gereklerinden ötürü olduğunu öne sürmek haksızlık olur. Değil mi ki kısa öykü odak noktasına insanı alan en etkin yazın türlerinden biridir, bütün toplumsal değişikliklerin ötesinde ya da onlarla birlikte varlığını duyumsatacağı da kuşkusuz değil midir?
Çağdaş Türk yazını içinde de Memduh Şevket Esendal dan Sait Faik’e, Orhan Kemal’den Vüs’at O. Bener’e, Oktay Akbal’a, Nezihe Meriç’ten, Adalet Ağaoğlu ve Tarık Dursun K.’ya, I evla Erbil’den Tahsin Yücel, Oğuz Atay, Demir Özlü, Erdal Öz, Füruzan, Ferit Edgü, Sevgi Soysal, Tomris Uyar, Necati Tosuner, Selim İleri, Hulki Aktunç ve Cemil Kavukçu’ya dek bütün değerli öykücülerimizin sorunu her şeyin başında insanı, küçük insan ı anlatmak; onun sorunlarını, yalnızlığını, iyilik ve kötülüklerini, bazen kahredici olan yaşam karşısındaki varolma kavgasını, aşklarını ve düşmanlıklarını, ama birbirinden farklı bakış açıları ve kurmaca teknikleriyle dile getirmek olmuştur.
İnsan yaşamı, denebilir ki sonsuz çoklukta küçük öykülerle tamamlanmaktadır ve kısa öykü işte bu tekil etkilerin en yoğun ve çarpıcı yazınsal karşılığını buluşudur. Demek ki kısa öyküyü oluşturan etmenler yalnızca bilişsel ve estetik amaçlara uygunlukta değil, insanın içini kıpırdatan yaşantıların umulmadık gizilgüçlerinde, ürpertisinde de aranmalıdır.
Yazınsal yapıtın —burada kısa öykünün— yaratım sürecinde tepeden tırnağa tamamlanamayacağı ve yalnızca" yazarının başlangıçtaki tasarımıyla bire bir örtüşecek biçimde gerçekleşemeyeceği düşünülürse, okurun yazınsal üretime katılımının gittikçe daha çok önem kazandığı da belirtilebilir. Hem sonra, son yıllarda yazınsal eleştirinin gündemini enikonu dolduran bir sorundur bu.
Okurun önemi gittikçe artıyor; çünkü bugünün okuru okuma etkinliğini geçen dönemlerle karşılaştırılamayacak bir düzeyde kuruyor. Yazınsal kültürün gelişme eğrisi yükseldikçe, okurun yazınsal yapıtları yeniden üretme yetisinin de sürekli gelişmesi şaşırtıcı olmamalı. Yazar-yapıt-okur arasındaki ilişki bugün oldukça etkin bir alışverişe dönüşmüş durumda. Karşılıklı bir ilişkiden söz edildiğine göre, yalnızca okurun yazar ve yapıttan bağımsız etkinliğine değil, yazınsal yapıtın okurun katılımını gerektiren, dahası, gereksinen niteliğine de değer biçmek gerekir.
Al imlama sürecinin kazandığı bu yeni biçimlere kısa öykünün de kendini açık tuttuğu belirtilebilir. Kısa öykü, okuma etkinliğini çoğullaştıran, düzeylerini ölçen bir laboratuar olarak sınanabilir Pekala. Demek ki bir yapıta yönelik her yeni okuma yeni anlamlara ulaşılan, keşfedilen yeni gizlerin tadına varılan bir yazınsal serüven olarak alınabilir. Susan Sontag’ın, "Bir sanat yapıtında en yüklü öğeler, çoğu zaman onun suskularıdır,” dediği durum, sanırım en çok kısa öyküye yakıştırılabilir. şiirin bile yükü suskularında değil de, öncelikle sözcüklerin ve imgelemin çoğul anlamında ve derin yapısındadır. Romanın anlam yükü ise, gene öncelikle suskularında değil de, düzeyleri arasındaki ilişkilerde, derin yapısına giden yollar üstünde aranacaktır.
Okur ile yazarın bulundukları kültür basamakları birbirine yaklaştıkça, karşısındaki yapıtı kendisinin de anlamlandırabileceği bir nesne olarak algılamaya başlayan okur, kendini birdenbire yeni soruların ve kuşkuların izini sürerken bulacaktır. Bu noktaya "geldikten sonra yazarın bıraktığı açık kapılardan içeri süzülmek çok kolaylaşmıştır artık.
Kısa öykü,bir ana sığdırılabilse bile bir yaşantıyı ne ölçüde köşeli biçimde kurgulayabilir, tamamlanmış bir yapı örebilir?
Ya da bir okumada tüketilen bir oylum içinde, kendi anlamlarını tüketebilir mi kısa öykü'?
Eleştirel okuma etkinliğiyle anlatının kapıları birer birer kapandıkça, kısa öykü de kısa öykü olarak belirmeye başlar. Öykü yazarı küçücük bir düzyazı oylumu içinde ne her şeyi açığa vurabilir, ne de böyle bir kaygı duyabilir. Yazılmayanlar, yani anlatı metninin suskuları okur tarafından anlamlandırılmaya açık dururlar. Bilge Karasu, Leyla Erbil gibi yenilikçi Türk yazınının önemli yazarları okurun yeniden üretebilir etkinliğiyle daha çok değerlenirlerken, Sait Faik, Vüsat O. Bener ya da Onat Kutlar’ın öyküleri her yeni okunuşta yeni ayrıntılar ortaya çıkarırlar. Özellikle yeni gerçekçi yazının temel çabasına dönüşen yalınlık, çıplak gerçekleri çıplak bir dil ve anlatım biçemiyle dile getirme, kısa öykü yazınımızda da seçkin örnekler vermiştir. Giderek minimalist biçimlere götüren bu öykü anlayışı, Esendal ve Sait Faik ten sonra Lerit Edgü, sonra da Sevim Burak’ta sınıra dayanır. Kısa öykünün doğasınca da zorlanan bu indirgeyici tutum onu şiire yaklaştırmış, şiirsel dilin anlam biçiminden ve sözdiziminden epeyce yararlanmaya götürmüştür. .
Bu dil tutumunun kısa öykünün doğasında içkin bulunduğu, en önemli kısa öykü yazarlarımız göz önüne getirildiğinde daha kolay anlaşılabilir. Yalnızca öykü yazınımızın doruğu olan Sait Faik bunun sayısız örneklerini vermiştir. Son kertede indirgenmiş bir dil, yoğunlaşmış anlamları ayrıntılara yüklemek, tümce yapılarını çarpıcı anlamlar üretecek biçimde kurmak Sait Faik’in başlıca özellikleri arasında olduğu gibi, kısa öykü estetiğinin de temel taşlarındandır.
Bu arada, bu ölçüde yoğunlaşma yazın dışı oyunlara, hilelere başvurmayı da önleyici bir etkene dönüşür. —Bir roman içinde bu tür yazın dışı yollara rastlamak çoğun şaşırtıcı olmuyor! Oysa ki kısa öyküde bu yazınsal sapmaları gürültüye götürmek oldukça güçtür, hemen sırıtır, tedirgin eder okuru. Kısa öykü türünün yaratını süreci boyunca dayattığı güçlüklerin asıl nedeni de bu olsa gerektir.
Kısa öykünün her zaman kurmacanın iç yasalılığına uymayabileceği, enikonu tasarlanmış bir kurgunun çerçevesini tastamam doldurmayabileceği de bir kısa öykü gerçeği olarak belirtilebilir. Dolayısıyla, değişik düzlemlerde oluşan psişik değil, yazınsal gerilimin kısa öyküde belirleyici bir yer tutmadığını, giderek bazen hiç yeri olmadığını söyleyebiliriz. Çoğun ansızın başlayan öyküler kesin bir bitime de ulaşmazlar. Bir konu seçimi de önemsizleşir. Demek ki öyküleme zamanı önceden harekete geçtiği gibi, öykünün bitiminden sonraya da sarkabilir. Okuma sırasında bunun bir eksiklik olup olmadığı akla bile gelmez. Çoğu kez çarpıcı tümcelerle sonlan getirilen öyküler, herhalde okurun bilincinde alımlama sürecini, bir anlamda, oluşmayı sürdürürler. Yüzey yapıda tamamlanan zaman, derin yapıda yaşantısını sürdürür... Öykünün ortaya attığı soyutlamalar yeni soyutlamalar üretir... Tümceler birbirlerine bağlanıp belli bir anı kurgularken, kendilerinden, belki kısa öykünün kendisinden de büyük bir yaşantıyı gerçeklemektedirler...
Kısa öykü: bireyleşmiş insanın tekil varlığının ürettiği sorunlara bir bakma biçimi, eleştirel bir göz atış: küçük yaşantıların, gizleri çözülmemiş ayrıntıların dile gelişi: gerçekliğin, anlatının başka hiçbir biçimince dile getirilemeyecek biçimde oluşması...
Çok etkili olduğu Türk yazını içindeki yerinden ve kısa öyküye gönül veren yazarların toplamındaki göz kamaştırıcılıktan anlaşılıyor.