Edebiyat

 

 

Hölderlin Şiiri

Stefan Zweig


Bir bilmecedir içe doğan. Şarkı da
onu açıklayamaz.
Çünkü nasıl başladıysan öyle kalacaksın.

Ana unsurların Grek’deki dörtlü sayısından ateş, su, hava ve toprak Hölderlin şiirinde yalnız üçü vardır: toprak eksiktir burda, bulanık ve yapışkan, bağlayan ve şekil veren, biçim alıcılığın ve sertliğin sembolü. Onun şiiri alevlenerek yukarı çıkan, yükselmenin ve sonsuz göğe çıkışın sembolü ateşten yapılmıştır, hava gibi hafiftir, sonsuz esinti, bulut gezisi ve uğuldayan rüzgardır ve su gibi saftır, saydamdır. Her renkle ışıldar, hep hareketlidir, sürekli bir aşağı bir yukarıdır, yaratıcı ruhun sonsuz bir nefesidir. Mısralarının aşağıya doğru kökleri yoktur, yaşantıya bağlı değildir, ağır, verimli topraktan hep düşmanca uzaklaşırlar: biraz vatansızlık, biraz huzursuzluk nasiptir hepsine, kah hayranlığın şafak kızıllığıyla yanan, kah hüznün gölgesiyle kararan ve gökyüzünde dolaşıp duran bulutlardan bir şeyler vardır ve onların karanlık iç içe girmiş yoğunluğundan çoğu kez falcılığın parlayan şimşeği ve gökgürültüsü çıkar. Ama hep yukarda, daha yükseklerde, hava bölgesinde dolaşırlar, hep topraktan çözülmüş, duyusal yüklenmenin ulaşamayacağı, yalnız duyguca hissedilebilir. "Şarkıda eser onların ruhu" der Hölderlin bir keresinde şairler hakkında ve bu esmede ve yüzmede, yaşantı müzikte, aynı dumanda ateş gibi tamamıyla çözülür. Her şey ileri yönelmiştir: Isıyla ruh yükselir yanmayla, buharlaşmayla, maddesel olanın bozulmasıyla duygu yoğunlaşır. Şiir Hölderlin anlamında her zaman sağlam, toprak gibi maddenin çözülüp ruh olmasıdır, dünyanın yoğunlaşıp dünya ruhu olmasıdır, ama asla yoğunlaşma, toparlanma ve dünyevileşme değildir. Goethe’nin şiiri, en düşünseli bile, hala bir öze sahiptir, bir meyve gibi gelir insana, onu bütün duyularıyla algılayabilir insan (oysa Hölderlin’inki uçar gider). İstediği kadar özümlenmiş olsun, onda o sıcak tenselliğin kalıntısı, bir zaman, bir yaş rayihası, tuzlu bir toprak ve kader tadı asla eksik değildir: Joharın Wolfgang von Goethe’nin kişiliğinden bir bölüm daima vardır içinde ve onun dünyasından bir parça. Hölderlin’in şiiri bilinçli olarak bireysellikten uzaklaştırır" Bireysel olan, onu kavrayan saflığa ters düşer" der muğlak, ama yine de açıkça. Bu malzeme eksikliği sayesinde şiirinin özel bir durgunluğu vardır, bir çember gibi kendi içinde kalmaz, bir uçak gibi ancak hamleyle tutar kendini: insanı daima melek gibilik duygusu sarar bu saf, beyaz, cinsiyetsiz, yüzen şey, bu yalnız dünyada gibi dünyanın üstünden uçuş, bu, melodisindeki mutlu ağırlıksızlık ve özgürlük. Goethe, yeryüzünden hareketle şiir yazar, Hölderlin yeryüzünü aşarak: onca şiir (Novalis, Kiets, bütün dahiler, erken ölenlerce olduğu gibi) yerçekiminin aşılması, ifadenin tınlamada erimesi, çağlayan öğeye geri dönüştür. Ama toprak, evrenin ağır, sert olan bu dördüncü öğesi ise daha önce de söylemiştim Hölderlin şiirinin kanatlı biçiminde yer almaz: bu, onun için yalnızca aşağı, adi, kaçtığı düşmanca şeydir, ona hep dünyaya bağlılığını hatırlatan bir ağırlıktır. Ama toprak da sanatçı için kutsal yaratma gücü içerir, yararlanmasını bilene sağlamlık, çizgi, sıcaklık ve somutluk, tanrısal bolluk verir. Tamamıyla dünyevi malzemenin somutluğundan, aynı düşünsel tutkuyla yaratan Baudelaire belki de burda Hölderün’in şiirdeki tam karşı kutbudur. Bütünüyle yoğunlaşmadan yaratılmış şiirleri (oysa bunlar çözülmeden) sonsuz karşısında düşünce biçimleri olarak aynı Hölderlin’in müziği kadar dayanıklıdır, billur oluşları ve şiddetleri Hölderlin’in beyaz saydamlığından ve uçuculuğundan daha az saf değildir onlar yeryüzüyle gökyüzü gibi, mermerle bulut gibi yüz yüze karşı karşıyadırlar.

Ama her ikisinde de hayatın biçime plastik veya müzikale, mükemmele doğru yükseltilmesi ve değişimi vardır: Onlar arasında bağlılık ve çözülmenin sayısız çeşitlemeleri içinde akıp giden şeyler, fevkalade bir geçiştir. Ama onlar sınırdır, toplanmanın en aşırısı, çözülmenin en aşırısıdır. Hölderün’in şiirinde somutun bu erimişliği ya da kendisinin Schillervari dediği gibi: "ariziliğin yadsınması" öyle kusursuzdur, somutluk öyle kökünden yıkılmıştır ki başlıklar, mısralar üzerinde çoğu zaman tamamıyla boş ve tesadüfi iliştirilmiştir: bir denemek için Ren, Main ve Neckar’a üç övgüye bakılsın, görülecektir ki kişiselleştirmeden uzaklaşma onda manzaralarda da yol almaktadır: Neckar onun rüyasının Adriatik denizine akar ve Grek tapınakları Main’in kıyılarından bakarlar. Kendi hayatı sembolde erir, Susanne Gontard, Diotima’nin belirsiz resmi olur, Alman yurdu mitolojik bir Germanya: lirik oksitlenme sürecinden ne bir dünyevilik izi geri kalmıştır, ne de özel kaderinden bir artık. Hölderlin’de (Goethe’dekinden farklı olarak) yaşantı, şiire dönüşmez, şiirde kaybolur, buharlaşır, tamamıyla ayrışır, hatta iz bırakmadan buluta ve melodiye çıkar. Hölderlin hayatı şiire dönüştürmez, hayattan şiire kaçar, şiiri varlığının daha yüksek, daha hakiki gerçekliği sayarak.

Bu duyusal belirlilik, plastik biçimlerdeki yer gücü eksikliği ise Hölderlin şiirinin yalnız nesnelliğini, somutluğunu bozmaz: araç, yan idil de artık öyle dünyevi, verimli, lezzetli, renk ve ağırlıkla doyurulmuş öz değildir, yalnızca hayal meyal görülen, bulutlu, yumuşak bir maddedir. "Dil büyük bir berekettir" dedirtir bir keresinde Hyperion’una, ama yalnız özlemli bir anlayışla; çünkü Hölderlin’in kelime hazinesi gür sulardan yararlanmaktan çekindiği için hiç de zengin değildir: Yalnızca saf kaynaklardan, idareli ve soğukkanlılıkla alır seçkin kelimeleri. Onun lirik dil varlığı belki de Schiller’in ondabir, Goethe’nin etimolojik kelime hazinesinin ancak yüzde biridir; Goethe halkın ve pazar yerinin konuşmasına ustaca ama asla amiyane olmamacasına el atmış, onun biçimlemesini almış ve kendisi sanatkarca yenilemiştir. Hölderlin’in kelime pınarı, istediği kadar söylenmeyecek derecede saf ve süzülmüş olsun, hiç de çağlamaz, her şeyden önce çeşitlilikten, nüanstan yoksundur.

O kendisi bu keyfi sınırlamadan ve duyusal olandan vazgeçme tehlikesinin iyice bilincindedir. "Benim eksikliğim güçten çok hafifliktedir, düşüncelerden çok nüanslardadır, ana sesten çok çeşit çeşit düzenlenmiş seslerdedir, ışıktan çok gölgededir ve bütün bunların nedeni tektir: ben gerçek hayatta adi ve bayağı olandan çok fazla iğreniyorum." Tıkış tıkış dünyanın dolgunluğundan, kendi kutsal alanına bir katrecik almaktansa yoksul kalır daha iyi, dili belli bir çevrede bırakır daha iyi. "Onun için herkesin kendi bütünü olduğu, nerdeyse bağıran seslerde herhangi bir süssüz ahenkle değişerek ilerlemek", lirik dili dünyevileştirmekten daha önemlidir: onun görüşüne göre şiire dünyevi bir şey gözüyle bakmamak gerekir zaten, şiiri tanrısal bir şey olarak sezmek gerekir. Tam saf olmayan şiirdense tekdüze olma tehlikesine katlanır; sözün saflığı, onca zenginlikten yüksektir. Bu yüzden (ustaca çeşitlemeler içinde) "tanrısal", "göksel", "kutsal", "mutlu" sıfatları durmadan tekrarlanır; aynı şekilde yalnızca antikite tarafından kutsallaştırılmış, düşünce yönünden asilleştirilmiş kelimeleri de şiirine alır ve çağın nefesi kıyafetine yapışmış, kalabalık halkın vücut ısısından ısınmış ve birçok aşındırma ve kullanmada incelmiş olan ötekileri geri iter. Kasıtlı olarak bulutlu kelimeleri seçer, yorumlanabilirleri, tütsü gibi etrafına ruhani, bayramlık bir rayiha, biraz kutsama havası saçanları. Bu esintili birleşik kelimelerde özlü, ele gelir, biçimleyici, plastik, duyusal her şey eksiktir: Hölderlin kelimeleri asla ağırlık güçlerine göre, renk güçlerine göre, yani duyusallaştırma araçları olarak seçmez ki hep uçuş güçlerine, coşturma güçlerine, alt dünyadan üste, kendinden geçişin 'tanrısal" dünyasına götüren bir soyutlamanın taşıyıcıları olarak seçer. Bütün bu kısa ömürlü sıfatlar, "mutlu", "göksel" gibi, benim deyişimle bu meleksi, cinsiyetsiz kelimeler boş bir keten beyaz perde gibi, bir yelken gibi renksizdir: ama işte bir yelken gibi de ritmin fırtınasıyla, heyecanın nefesiyle doludur, fevkalade yusyuvarlak kabarır ve yukarı kaldırırlar. Onun şiiri asla resim gibi olmak istemez, iyiden iyiye ışık gibi olmak ister (bu yüzden biçimli bir gölge bırakmaz), tasvir ederek dünyanın gerçek bir şeyini göstermek istemez, anlamsız bir şeyi, düşünsel duygudan bir şeyleri sezerek göğe taşımak ister. Bu yüzden, bütün Hölderlin şiirlerinin önemi, yukarıya doğru bir hız alıştır; bir zamanlar trajik od hakkında dediği gibi, bunlar "en yüksek ateşte başlar, saf düşünce, saf içtenlik bunların sınırlarını aşmıştır": övgülerinin ilk satırlarında, itişin hep kısa, güdük, ateşleyici özelliğinden bir şeyler vardır, mısra kelimesinin, hep var oluşun nesrinden uzaklaşması gerekir önce, havasına girmesi için. Goethe’de şairane nesirden (özellikle gençlik mektuplarında) keskin bir geçiş, mısraya, şiire bir ara hissedilmez: her iki dünyada, nesirde ve şiirde, ette ve ruhta iki yaşayışlı gibi yaşar. Oysa Hölderlin, konuşmada tutuk dillidir, mektupta ve kompozisyonda nesri, felsefi kalıplarda tökezler durur, ona tabii gelen nazımdaki tanrısal hafiflikle karşılaştırılınca, düpedüz beceriksizdir: Baudelaire’nin şiirindeki "Albatros" gibi o da bulutlarda mutlu uçup dururken, yerde olsa olsa beceriksizce sürünür. Ama Hölderlin bir de coşmaya görsün, o zaman ritim aynı alevli bir nefes gibi dudaklarından akar, sanat dolu dolambaçlarda o ağır cümle yapısı harika bir şekilde bağlanır, en göz kamaştırıcı evirtimler, parlak, büyülü bir kolaylıkla karşı kutupla eşleşirler: en ince kumaş gibi saydam, böceğin camsı kanadı gibi "esen şarkı" onun tınlayan, parlayan kanatlarından havayı ve sonsuz mavisini hissettirir. İşte başka şairlerde en ender olan şey yüce durumun genelliği, ahenkli şiirde ara vermemek, bu Hölderlin için en tabii şeydir: "Empedokles"de, "Hyperion"da ritm, asla tökezlemez, bir satır bile bir anlığına olsun yere sarkmaz. Bu coşan adam için nesircilik yoktur artık: şiiri yabancı bir dil gibi kullanır, hayatın nesriyle karşılaştırılırsa.

Bu fevkaladelik, bu her türlü nesircilikten mutlak kurtuluş, havada ve serbest uçuş, Hölderlin’e başından beri verilmiş değil’ dir; içinin temel gücü, o ifrit, içindeki bilinç bastırdığı ölçüde şiirinin gücü ve güzelliği büyür. Hölderlin’in şiirde başlangıçları pek dikkate değer değildir, her şeyden önce de son derece "gayri şahsi"dir iç tavanın üstündeki kabuk henüz çatlamamıştır. Acemi Hölderlin doğrudan doğruya taklitçi, hatta müsaade edilmeyecek bir ölçüde duygu birliği eden bir kişi olarak gösterir kendini, çünkü bu öğrenci Klopstock’dan yalnız kıta biçimi ve düşünsel kılığı ödünç almaz, şiir defterine odlardan bütünüyle, mısraları, kıtaları düşüncesizce aktarır. Ama hemen ardından Tübingen Vakfına Schiller etkisi gelir, kendisine "değiştirmeden bağlı" olduğu bu adam, onu kendi düşünce dünyasına, klasik atmosferine, ölçülü vezinli tarzına, kıtaya dayalı ritmine çeker alır. Bard usulü odlar yerine çabucak kulağa hoş gelen, yontulmuş, mitolojik havalı Schiller "Hynıne"si gelir, uzun nefesli ve tınlamalı: burada taklit, değil orijinale ulaşmak ustanın en öz biçimlerini geçer (en azından bana, Hölderlin’in 'Tabiata"sı en güzel Schiller şiirinden daha güzel görünür). Ama çok yavaştan bir ağıt tonu, bu şematik eserlerde bile Hölderlin’in en kişisel melodisini ele vermektedir: onun yapacağı iş, yalnızca bu havayı güçlendirmek, bu daha yükseğe, ideale doğru hamleye kendini tamamıyla vermek, antikitenin biçimini bırakmak, buna karşılık tam antik olanı seçmektir, yani özgür ve çıplak, artık kafiyeye sığmayanı ve işte Hölderlin şiiri doğmuştur artık, "esen şarkı", saf ritm.

Ama son sistematik kalıntıyı, aldığı Schiller tarzı yapısallığı da sonunda üstünden atar. O muazzam kuralsızlığı, «hakiki şiirin ritmde başına buyruk çağıldayışını fark eder ve meğerki Bettına’nın haberleri hep güvenilirdir, o Sinclair hikayesinde ona en doğru sözleri söyletir: "Ruh, yalnız heyecanla sağlanır, yalnızca içinde düşüncenin canlandığı kişiye ritm baş eğer. Tanrısal anlamda şiir eğitimi alan insan, en yücenin düşüncesini kendisi üzerinde kuralsız kabul etmek zorundadır ve yasayı ona feda etmek zorundadır, benim istediğim gibi değil, senin istediğin gibi." İlk olarak kurtulmaktadır Hölderlin kendini akıldan, edebiyatta rasyonalizmden kurtarmakta ve bağrını temel güce açmaktadır. Kendini kuraldan kurtarıp ritme verdiğinden bu yana tabiatüstü coşkunluk köpürerek, ritmik olarak ortaya çıkar. Ve şimdi işte varlığının, dilinin derinliğinden, ona özgü müzik, ritm, bu karmaşık yabani ve kişisel guç çağlar, kendi deyişiyle "her şey bir ritmdir, insanın bütün kaderi göksel bir ritmdir, aynı her bir sanat eserinin bir tek ritm olması gibi" şiirsel kurgunun her türlü düzenliliği kaybolur gider, Hölderlin şiiri yalnız kendi melodisine Orfeusvari seslenir: bütün Alman şiirinde, Hölderlin'inki gibi tamamıyla ritme dayalı olanlar yok gibidir. Oysa Schiller’in şiirleri, satır be satır ve Goethe’ninkierın çoğu özü itibarıyla yabancı bir dile aktarılabilirken Hölderlin şiiri, Alman dili içinde bile duyusal ifadenin ardında kendini ortaya koyduğu için, her türlü yayılmaya direnir. Son sırrı bir büyü olarak şunu hissetmek için gördümkalır, yenilenemez ve kutsal dilde bir kerelik bir olaydır.

Bu Hölderlin tarzı ritm ise, mesela bir Walt Whitman’ınki gibi (geniş akan, dalgamsı kelime aramada ona çok benzer) hiç de sağlam değildir. Walt Whitman daha başlangıçta hemen şiirsel dil biçimini bulmuştu: işte bu bir tek ritmik nefes gücünde bütün eserleri boyunca konuşur, on yıl, yirmi, otuz; kırk yıl. Buna karşı konuşmanın ritmi durmadan yayılır, gittikçe akıcı, köpürücü, başına buyruk, ani, dağınık, özlü ve fırtınamsı olur. Bir pınar gibi başlar, ince şakıyarak, heyecanlı bir melodi halinde ve son verişi fışkırarak ve fevkalade köpürerektir, bir çağlayan gibi. Ve ritmin bu kurtuluşu, bu başına buyruk ve bencil oluşu coşması ve patlaması esrarengiz bir şekilde (Nietzsche’deki gibi) ruhsal kendini yıkmayla, aklın karmakarışıklığıyla el ele ilerler Ritm, düşünce alanında mantık bağı gevşediği ölçüde özgürleşmektedir: sonunda şair içinden şiddetle kabaran coşkuya set çekemez ve onun selleri altında kalır, kendi cesedi halinde şiirin köpüren sularında yüzer. Özgürlüğe doğru bu gelişim, bu kendini koparış, ritmin bu bencilliği (bağlanma ve düşünce düzeni hesabına) Hölderlin şiirinde çok yavaş ilerler: önce kafiyeyi, tıngırdayan ayak bağını üstünden atmıştır, sonra geniş, nefesli göğsün dar elbisesi kıtayı parçalamıştır; şimdi şiir antikite çıplaklığında tensel güzelliğinin tadını çıkarmaktadır ve bir Yunan atleti gibi sonsuza doğru koşmaktadır. Bütün nazım biçimleri bu esinlenmiş adama yavaş yavaş çok dar gelir, bütün derinlikler fazla sığ, bütün kelimeler fazla kof bütün ritmler fazla ağır lirik yapının en temel klasik düzenliliği kabarır ve yıkılır, düşünce imajlardan gittikçe daha karanlık, daha güçlü ve daha fırtınalı yükselir, aynı zamanda da ritmik nefes alış daima daha derin ve daha dolu dolu olur, muazzam cesur cümle altüst edişleri çoğu kez bütün kıta dizilerini bir cümleye bağlar şiirlerden şarkılar oluşur, övgü seslenmeleri, peygamberce görüşler, kahramanlık bildirileri. Dünyanın efsaneleştirilmesi, Hölderlin için başlamıştır, bütün varoluşun tüm şiirleşmesi. Avrupa, Asya, Germanya, düşüncenin rüya gibi manzaraları adeta bulutlar gibi, çok gerçekdışı bir uzaklıktan aydınlanır, majik ilişkiler, çarpıcı doğaçlamalarla uzakla yakını, rüyayla yaşantıyı kardeş ederler. Şairin son eriyişi hakkındaki Novaüs sözü şimdi Hölderlin için geçerli olmaktadır. Kişisel alan aşılmıştır. "Aşk şarkıları yorgun bir uçuştur" diye yazar o günlerde "Vatan şiirlerinin yüksek ve saf çekiciliği bambaşka bir şey." böylece yeni bir coşku başlar. Mistik alana taşma başlamıştır: Zaman ve mekan leylaki bir karanlığa bürünmüştür, akıl tamamıyla esine kurban edilmiştir, bunlar artık şiir değil, "şür yazan dualardır, şimşeklerle aydınlanmış ve muğlak buğularla sarmalanmış: başlayan Hölderlin'in gençlik heyecanı tabiatüstü bir sarhoşluk olmuştur, kutsal bir çılgınlık. Bu büyük şiirlerde acayip, yolu olmayan birşeyler vardır: sonsuz bir denize dümensizce sürmektedirler, tabiatın yasasından, öbür dünyanın tınlamasından başka hiçbir kimseye boyun eğmeden, her biri kırık kürekle akıntıyı şarkıyla geçen bir "bateau ivre". Sonunda Hölderün ritmi öylesine gerilmiştir ki yırtılır, dil öyle yoğunlaştırılmış ve doyurulmuştur ki anlamsız olmuştur, artık yalnızca "Dodona Peygamber Ormanlarından Nağmeler" kalır ritm, düşünceyi ait etmiştir, "şarap tanrısı gibi çılgın, tanrısal ve kuralsız" olur. Şair ve şiir, her ikisi de güçlerinin en aşırı taşkınlığında, en aşırı harcanmasında sonsuza açılırlar. Höldeüin’in düşüncesi geçer, iz bırakmadan eser şiirde, şunu hissetmek için gördüm ve her türlü dünyevi şey, her türlü kişisel şey, her türlü biçimsel şey bu en kusursuz kendini harap etmede erir gider: tamamıyla boş, artık sırf Orf müziği halinde eser son sözleri vatan semalarında geriye.


 

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült