Guy De Maupassant Ve Fransız Hikayecileri

Anatole France


Evet, onların hepsini çağıracağım! Koşuk halinde yazılmış masallar, aşka, ahlaka dair hikayeler anlatanları, eski gülünçlü, şeytanlı oyunların, neşeli söyleşilerin oyuncularını, saz şairlerini ve eski Golva masalcılarını çağıracağım ve hepsine meydan okuyacağım. Gelsinler ve neşeli sanatlarının yeni zaman hikayecilerimizin bilgili ve ince sanatı yanında bir değeri bulunmadığını itiraf etsinler! Alphonse Dandeflere, Paul Arene’lere, Guy de Maupassant’lara yenildiklerini açıkça söylesinler! Dante’nin Cehennemin altıncı şarkısında sözünü ettiği turnalar gibi, Beyaz kraliçe zamanında aşk şarkıları söyleyerek şatodan şatoya giden orta çağ saz şairlerini çağıracağım. Bunlar, hikayelerini koşuk olarak anlatırlardı; ama koşukları bizim en beceriksiz insanlarımızın yazısı kadar bile zarif değildi. Ölçü ve ses uyumu onlar için sadece bir kılavuzdu. Küçük hikayelerini akılda tutup zorluk çekmeden söylemek için birinden birini kullanırlardı. Koşuk, yararlı olunca, güzelden vazgeçebilirdi. On üçüncü yüzyılda biri, içinde, ihtiyar ve sakat babasını evden kovan ve oğlu tarafından aynı muameleye uğrama korkusuyla babasını hatırlayan bir derebeyinin bulunduğu İkiye Bölünmüş Kılıf hikayesini anlatıyor, bir başkası, sarraf Guillaume'un karısını "baştan çıkartmayı” tasarlayan papazdan yalnız yüz frank almakla yetinmediğini üstelik bir de domuz aldığını hikaye ediyordu.

Bu devrin hikayelerinde şekil kaba idi, öz de ona göre idi. Bununla beraber içinde bir bülbülün kötü bir adama pek akıllıca öğütler verdiği yavru kuş hikayesiyle Marie de France’ın Graelent'ı gibi güzel aşk masalları, şurada burada, doğuyordu. Şu Graelent bizi hem hayrete düşürmesi hem eğlendirmesi bakımından hala o hoş etkisini devam ettirmiyor mu?

Bu bakımdan sizi hakem yapıyorum:

Şair Marie de France şöyle anlatıyor: "Şehrin yakınlarında içinden bir nehir geçen sık bir orman vardı. Şövalye Graelent, mahzun ve dalgın oraya gitti; ulu ağaçlar altında bir zaman başıboş dolaştıktan sora, beyaz bir dişi geyiğin, kendisine yaklaşıldığını duyunca fundalıklar içinde kaçtığını gördü. Yetişmeyi düşünmeden peşi sıra koştu. Böylece duru bir pınarın aktığı bir alana vardı. Pınarda çırılçıplak bir kız oynaşıp duruyordu. Onu bir fidan gibi, neşeli, narın, bembeyaz görünce Graelent dişi geyiği unuttu.”

Saf kalpli Marie masalının arkasını kusursuz bir tabiilikle anlatıyor: Graelent genç kızdan hoşlanır ve ‘on’dan aşk diler”, ama az sonra yalvarmaları kar etmediğini görünce kızı zorla ormanın içine sürükler. Hoşuna giden işi yapar. Kendisini mertçe seveceğini, hiçbir zaman bırakmayacağını söz vererek bu işe öfkelenmemesi için iyilikle yalvarır. Genç kız Graelent’nın iyi,nazik, akıllı bir şövalye olduğunu anlarsa da “Graelent, der, her ne kadar beni şaşırtıyorsanız da hani ya ben de sizi sevmiyor değilim Ama sevgilerimizi açığa vuracak bir söz söylemenizi yasak ediyorum. Size birçok güzel kumaş vereceğim. Mertsiniz, yiğitsiniz, güzelsiniz de.” Şair Marie de France Graelent'nın bundan sonra büyük bur mutlulukla yaşadığını ilave ediyor. İyi bir dost olmuştu.

Doğrusu on üçüncü yüzyıl hikayecileri vakaları eşsiz bir sadelikle anlatıyorlar. Bunun bir örneğini Amis ile Amiles hikayesinde bulurum:

“Arderay, Amiles’ın kiralın kızını kirlettiğini iddia etti. Amis de Arderay'ın yalan söylediğine yemin etti. Birbirinin üstüne atıldılar. Sabahtan ikindi vaktine kadar dövüştüler. Arderay yenildi ve Amis onun kafasını kopardı. Kral bir yandan Arderay’ı kaybettiğine üzülüyor öte yandan kızının her ayıptan temizlendiğini görmekle seviniyordu. Kızına birçok altın ve gümüş vererek Amis’le evlendirdi. Amis Tanrı’nın iradesiyle cüzama tutuldu. Obias adlı karısı ondan iğreniyordu. Birçok defa onu boğmağa kaktı....”

İşte hiçbir şeye şaşmayan bir hikayeci! Ancak on beşinci yüzyıldan itibaren artık gezici şarkıcılara değil de tam bir hikaye yaratacak kabiliyette gerçek yazarlara rastlıyoruz. Saintre’li Küçük Jehan’ın yazan böyledir. Papazları sevmiyordu. Bu hal bütün eski hikayecilerden ortak bir özelliktir. Ama söylemesini biliyordu. Brabant bölgesinde Genappe'da 1456 dan 1461 e kadar Kral XI. Louis'nin Yüz Yeni Hikayesi başlığıyla tanınmış derlemeyi meydana getiren kralın büyük oğlu Louis’nin soydan kişileri de bunlardandır. Eserde icat biraz zayıf görünür. Ama üslûp canlı, sağlam ve oturaklıdır. Güzel eski bir Fransızca ile yazılmıştır. Bu hikayelerde nükte de eksik değildir. Bunlar kısadır ve yüzde onu insanı bugün bile gerçekten güldürür. Mesela köpeğini şefkatle seven şu iyi kalpli köy papazının hikayesi ne güzel bir hikayedir değil mi? Zavallı hayvan ölünce bu s;il adam onu, hiç kötülük düşünmeden Hıristiyanların ' sessizce son yargı gününü ve vücudun dirilişini bekledikleri mezarlıktaki kutsal toprağa gömmüş. Yazık ki piskopos bunu duymuş. Piskopos, haşin ve cimri bir adammış. Köpeğini gömen papazı çağırtmış Onu öyle bir haşlamış ki, papaz sözü uzatmadan:

— Sayın büyüğüm, toprağı bol olsun, köpeğimi benim tanıdığım kadar siz de tanısaydınız, ona hazırladığım mezar için bu kadar şaşmazdınız, deyince piskopos, nerede ise onu hapse tıktıracakmış.

Papaz ayrıca köpeğin özelliklerinden söz etmeğe başlamış:

— Sağlığında olduğu kadar ölümünde de çok akıllıca hareket etti. Çok güzel bir vasiyetname hazırladı. İhtiyaç ve zorunluluklarınızı bildiği için şu getirdiğim elli altını size bağışladı.

Hikayeci, piskoposun vasiyetnameyi de, gömme törenini de doğru bulduğunu ilave ediyor. Bu hikayecileri, hele kendilerinden sonra gelenleri, yenilgiye uğradıklarını itiraf etsinler diye değil de daha ziyade sonradan gelenlerle birlikte sevimli ve zafer kazanmış bir kafile meydana getirsinler diye çağırıyorum.

On altıncı yüzyılda hikaye çiçeklendi, edebiyatın her alanına tırmandı, açıldı, birçok derleme kitaplarını doldurdu. Bilgince, hatta biraz da bilgisizce eleştirme yazıları arasından sıyrılıp en bilimsel eserler içine kadar sokuldu.

Beroald de Verville, Guillaume Boucher, Henri Estienne ve bu devrin en renkli, en zengin hikayecilerinden olan Noel du Fail inadına hikaye yazıyorlardı. Navarre kraliçesi, Heptameroriundan “Kadınların zavallı erkeklere oynadıkları bütün kötü oyunlar9* adlı hikaye kitabını meydana getirmişti. Rabelais’den de. Montaigne'den de söz açmıyorum Bununla beraber ikisi de herkesten güzel hikaye yazdılar. On yedinci yüzyılda hikaye İspanyol kılığına girer. Pelerin giyer, kılıç kuşanır, gülünçacıklı olur. Zavallı Scarron bu kıyafete bürünen kimselerden birçoklarını gösterdi. Başka hikayeleri arasında İki Yüzlüler"le Pintiliğin Cezalanması adlı iki hikayesi vardır ki bunlarda Moliere, Pintfsi’nin de, Tartufe'ünün de değerini azaltmayan, birkaç çizgi bulmuştur. Büyük insan bunları aşırmakla sakat adama büyük bir şeref kazandırdı. Hikayedeki İspanyol pintide oldukça gülünç bir hilekar edası vardır: “Şayet bir yerden çalınmış değilse odasındaki şamdan yanmazdı. Onu pek idareli kullanmak için daha sokakta, ışığı aldığı yerden soyunmağa başlardı. Odasına girince mumu söndürür, yatağına girerdi. Ama daha da az masraflı yatmak için icatçı zekasını kullanarak, odasını komşu odasından ayıran duvara bir delik açtı. Bile bile şamdanı yakmamış olan Marcos (pintinin adı) deliğini açıyor ve oradan işini görmeğe yetecek ışığı alıyordu. Soydan kişi olması yüzünden kılıç taşımayı ihmal etmeyerek çorapları aynı yerden eskisin diye bir gün soluna bir gün sağına takıyordu." Şu Scarron'un kötü yazdığında Racine'le bir fikirdeydim. Ama tasvir etmesini biliyor. Mesela işte güzel belirtilmiş bir çizgi: Kahramanımız aşıktır. Çok üzgün ama hiç bir şeyin kaybolmaması için yine de dikkatli, evine dönmektedir:" cebinden bir mum çıkardı. Kılıcının ucuna dikti. Onu civar bir meydanda bulunan çarmıha gerilmiş İsa heykeli önünde yanan lambadan tutuşturarak, evliliğinin hayırlı olması için kısa bir dua okumadan yattığı evin kapısını bir maymuncukla açtı. Uyumaktan ziyade aşkım düşünmek için kendini kötü yatağına attı. Bana öyle geliyor ki işte Henri Pille'in kalemine yakışır resme güzel bir taslak. Ne Doğuran kadının çığlıktan ile ne Charles Sorel’in uşak hikayeleriyle ne Furetiere’in orta tabaka hikayeleriyle, ne de peri masallarıyla vakit geçirmek istiyorum. On sekizinci yüzyıla gelince bu devir, hikayenin altın devridir. Kalem Antoine Hamilton’un, l'abbe de Voisenon’un, Diderot’nun, Voltaire'in parmakları arasında koşuyor ve gülüyor. Candide üç günde çırpıştırılıp ölümsüzlüğe kavuşturulmuştur. O zaman herkes filozofça, nükteli konuşurdu. Caylus’un küçük hikayelerini okumadınız mı? Galichet’yi biliyor musunuz? Galichet bir sihirbazdı. “Her gece bekçi papazı görmeğe gelen beyazlar giyinmiş bir genç kızı Saint Dominique rahibinin ruhuna çeviren odur, silahşörlerin geldikleri gün Montereau rahibelerinin manastın üstüne yarasaları yağmur gibi yağdıran odur. Rahibe hanımın odasında her gece beyaz bir tavşan belirten odur...” Ama Galichet’nin bana saçma sapan sözler söylettiğini sanıyorum. Ah! sevimli insanlar, hem de ne zeki ne neşeli insanlardı onlar! Evet, neşeliydiler. Siz, düşünen insanların neşesine ne denildiğini bilir misiniz? Zekanın cesareti denilir. Bunun için hadiselerin hiçliğini gülümseyerek meydana çıkaran ve evrensel ıstırap üstüne hikayeler yazan bu markilere, bu filozoflara sonsuz bir değer veririm. Mesela şair ve m acar atlısı olan Boufflers şövalyesi öyle ince, öyle felsefi, öyle hem ciddi hem hafif, öyle edepsizce aynı zamanda merhametlice bir küçük hikaye yazmıştır ki insan bu hikayeyi bir damla göz yaşı ile ıslanan bir kahkaha atmadan bitiremez. Buna Golconde Kraliçesi Aline’in hikayesi derler. Aline bir çoban kızı imiş. Bir gün süt kabıyla beraber saflığını da kaybetmiş ve zevklere dalmış. Ama ihtiyarlayınca akıllanmış. O zaman mutluluğu bulmuş. Aline diyor ki: “Mutluluk bir yerde karar kılan zevktir. Zevk su damlasını andırır, mutluluk bir elmasa benzer.” İşte on dokuzuncu yüzyıla gelebildik; Stendhal, Charles Nodier, Balzac, Gerard de Narval, Merimee ve adlan üst üste yığılan birçokları hakkında yazı yazmak için zaman ayırmadım; onları benimle beraber siz de görebiliyorsunuz.

Bunlar arasında, kinlisinde yumuşaklık, kimisinde kuvvet vardır. Ama hiçbirinde neşe yoktur. Fransız İhtilali ince güzelliklerin başını kopartmıştır. Kolay gülümsemeyi yasak etmiştir. Edebiyat yüzyıla yakın bir zamandan beri artık gülmüyor.

Biz Guy de Maupassant’a, yeni hikayecilerden oldukça parlak bir takım alayı verdik. Doğrusu da bu idi.

De Maupassant çok sayıda, çok güzel hikayeler yazılan bu yurdun gerçekten en samimi hikayelerinden biridir. Kuvvetli, sade, tabii dilinde bize kendisini derinden derine sevdiren bir toprak tadı vardır. Fransız yazarının üç büyük özelliğini kendinde toplamıştır: birincisi açıklık, İkincisi açıklık, üçüncüsü yine açıldık. Onda ırkımızda bulunan bir ölçü ve düzen ruhu vardır. Normandiyalı iyi bir çiftçi nasıl yaşarsa o da öyle tutumlu, neşeli yazıyor. Hilekar, kurnaz, saf, oldukça dalaverid, şıklığı içinde biraz kaba, yaradılışta bol iyiliğinden başka kusuru olmayan, ruhundaki en güzel şeyi saklamada titiz, sağlam ve yüksek zekalı, hiç hayallere kapılmayan, mezar ötesi hadiseleri pek merak etmeyen, ancak gördüğüne inanan, elle yokladığı şeylere güvenen bu insan içimizdedir. O bir ülkedir! Fransada okumasını bilen herkese ilham ettiği dostluk buradan geliyor. Sonra o Normandiyalı zevke, her eserinde duyulan o hoş buğday koşuna rağmen tipleri, bu zamanın herhangi başka bir hikayecisinden çok daha çeşitli, konulan çok daha zengindir. Hiçbir budala insan hiçbir külhanbeyi yoktur ki onun hoşuna gitmesin ve geçerken dağarcığına atmasın. İnsandaki yüz kırışımının büyük bir ressamıdır. Cimri köylüleri, sarhoş gemicileri düşkün kızları, dairelerin alıklaştırdığı küçük memurları, insanlık taraftarı güzellikten olduğu kadar erdemden de yoksun olan bütün acizleri kin duymadan sevgi beslemeden, kızmadan, acımadan tasvir ediyor. Bütün bu küçük insanları, bütün bu zavallıları bize öyle açık bir tarzda gösteriyor ki onları gözlerimiz önünde gördüğümüzü sanıyor ve onları gerçeğin kendisinden daha gerçek bir halde buluyoruz. Onları yaşatıyor, ama onlar hakkında yargıya varmıyor. Yarattığı, bizimle beraber düşüp kaldırttığı o kopuklar, o çapkınlar, o sokak serserileri için ne düşündüğünü hiçbir zaman bilmiyoruz. O, hayat verdiği zaman her yaptığını bilen usta bir sanatçıdır. Kayıtsızlığı tabiatın kayıtsızlığıyla eşittir. Bu kayıtsızlık beni şaşırtıyor, kızdırıyor. Bu insafsız, sağlam yapılı, ama iyi kalpli adamın içinden neye inandığını, ne duyduğunu bilmek isterdim. Ahmak insanları saçmalıkları için mi seviyor? Istıraptan, çirkinliği için mi hoşlanıyor? Neşeli mi? Kederli mi? Bizi eğlendirirken kendisi de eğleniyor mu? insanı ne sanıyor? Hayat hakkında ne düşünüyor? Acaba matmazel Perle’in o saf ıstırabı, miss Harriett’in gülünç ama öldürücü aşkı, ilk ekmek şarap ayinin hatırasıyla Virville kilisesinde Rosa kızın döktüğü göz yaşlan hakkında ne düşünüyor? Belki de kendi kendine her şeye rağmen hayat güzeldir, demiş olabilir. Hiç değilse şurada burada hayata verilen şekilden pek memnun görünüyor. Belki de içi. hikayelerini yazdığı kötü insanlarla, kötülük besleyenlerle dolu olduğuna göre kendi kendine dünya iyi yaratılmış, demiştir. Sonuç bakımından bu. bir hikayeci için iyi bir felsefe olurdu. Oysa insan, tersini düşünmekte, de Maupassant’ın için için kederli ve şefkatli bir acıma duyduğunu, gözümüz önüne son derece bir soğukkanlılıkla serdiği sefaletlere içten içe ağladım düşünmekte de serbesttir. O, bilirsiniz, köylüleri, Adem lanetlemesinin yaratıp mahvettiği gibi, tasvir etmekte eşsizdir. Güzel bir hikayesinde, köylülerden birini bize, baştan başa burun kesilmiş, yanakları görünmez olmuş, yuvarlak gözleri endişeli, vahşi, sabit bir hal almış, kabarık ve kızıltüylü eski bir şapka altında zavallı bir horoz kafası şeklinde gösterir. Sözün kısası hep gördüğümüz ve yanımızda görmekle şaşırıp kaldığımız köylü bize, kendimizden ne kadar başka görünür. Aşağı yukarı bundan on beş yıl önce, bir yaz günü, François Coppet ile ikimiz mavi deve dikenlerinin kum içinde kuruduğu, yarı ıssız, vahşi hazin bir küçük Normandiya kumsalında dolaşıyorduk. Gezintimizin yan yerinde bacakları eğri, çarpık çurpuk, üstü başı lime lime, bununla beraber ensesi çaylak gibi yoluk, gözleri kuş gibi yuvarlak, ama güçlü kuvvetli bir köylüye rastladık. Yürürken her adımda yüzünde kocaman ama gerçekte hiçbir şey ifade etmeyen bir buruşuk beliriyordu. Gülmekten kendimi alamadım, ama ne düşündüğünü anlamak için arkadaşıma şöyle bir bakınca, yüzünde öyle bir acıma ifadesi okudum ki pek az paylaşılan neşemden utandım.

Kendimi mazur göstermek için oldukça tatsız bir eda ile:

Brasseure’e benziyor, dedim.

Şair:

— Evet, diye cevap verdi, Brasseur güldürür, ama bu adam insanı güldürecek kadar çirkin değil. Bunun için gülmüyorum.

Bu karşılaşma arkadaşımı adeta rahatsız etmişti. Ayrıca bir şair olan de Maupassant, kafasının ve gözlerinin kendisine gösterdiği gibi sevinçleri, ıstırapları ve çaresi bulunmayan bir sefaletle cinayetleri içinde kapalı kalmış olan insanları böyle çirkin, böyle kötü, böyle alçak görmekle hiç ıstırap duymamış mıdır? Bilmem, ama sadece onun pratik bir adam olduğunu, kalabalığa alık alık bakmadığını, şifasız hastalıklara deva ariyan bir insan olmadığını biliyorum.

Felsefenin, yeryüzündeki insanların alınyazısı hakkında bildiğimiz bütün şeyleri fevkalade bir şekilde özetleyen ve sütninelerin yavrulara söyledikleri şu pek hikmetli şarkı içinde tamamıyla yer aldığına inanacağım geliyor:

Mini, mini kuklalar Neler neler yaparlar Hafifçe üç dönüş Sonra pır diye uçarlar.

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

Edebiyat

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült