Edebiyat

 

 

Gülmece Ve Öykü

Sulhi Dölek

Yıllar önce, yazmaya yeni başladığım sıralarda, kısacık bir haber okumuştum. Bir Avrupa kentinde, hangisi anımsamıyorum, bir soprano, belki de bir tiyatro oyuncusu, operanın ya da oyunun en can alıcı noktasında susmuş, sahneden çıkmış, bir daha dönmemek üzere gitmişti. Neden yapmıştı bunu; bilmiyorum. Neler geçmişti kafasından?.. Neye karar vermiş, nereye gitmişti?.. Evine mi kapanmıştı?.. Asıl istediğinin şiir yazmak, resim yapmak, ya da balık tutmak olduğunu mu anlamıştı?..

"Ölümün bilincinde olan tek canlı insandır," diyen Bergson’du yanılmıyorsam. Görüp geçirdiklerini sorgulayan tek canlı da insandır. Neden güldüğünü pek kestiremediğimiz kimi maymun türlerini saymazsak, gülen tek canlı yine insandır.

Ölümden sonra yaşam olduğunu kanıtlayabilen çıkmadı. Evrenin bile sonsuza dek var olmayacağını bilim bize gösteriyor. Kısacası bireyler olarak da, insanlık olarak da bizi bekleyen son, yokluk.

Öyle görünüyor ki, olup bitenleri sorgulamamız gibi gülmemiz de, kaçınılmaz sonumuzun bilince olmamızdan kaynaklanıyor. Karanlık bir boşlukta anlık bir şimşek gibi çakıp sönen varlık süremize bir anlam kazandırabilme çabalarımızdan doğuyor.

Kimileri beni gülmece yazarı sayıyor. Ben Joyce’u da gülmece yazarı sayıyorum. Duyarlılığıyla anılan yazarımız Sait Faik’in kimi öykülerinden eşsiz kara gülmece örnekleri seçip gösterebilirim isteyene. Burada mizah, hiciv, humor, satire, vb. sözcüklerden yola çıkarak bir köktenbilim tartışmasına girmek istemiyorum. Sadece, "gülmece" sözcüğünün dilimize Aziz Nesin’in bir azizliği olduğuna değinip geçeceğim. O bu sözcüğün "mizah"ı karşıladığına inanıyordu. Türkçe olduğu için hepimiz benimsedik. Sonuçta Mark Twain’in öyküleriyle herhangi bir gazetenin hafta sonu ekindeki dili ve çizgisi kötü bir karikatürü, ya da bir Laz fıkrasını güzelce aynı torbaya doldurmuş olduk.

Benim de katıldığım bir tartışmada, Nesin, gülmecenin başlıca işlevinin güldürmek olduğunu söylemişti. Oysa aynı konuda ve aynı toplantıda Haldun Taner, şöyle diyordu: "Mizah sevenler bile bazen insanı şaşırtacak kadar güdük dogmalara saplanıp kalırlar. Çoğunun kendine göre bir mizah anlayışı vardır ve bunun, mizahın biricik tek zorunlu yolu olduğunu sanırlar. Mizah ille güldüren bir türdür dogması bu iddialardan biridir."

Ülkemiz okurlarını absürt ile tanıştıran Suavi Süalp, "Ben gülünç olanı yakalamaya çalışırım," derdi. "Eleştiri kimi zaman kendiliğinden bunun içindedir." Öte yandan "Akbaba" dergisinin kapanışıyla yazınımızdan nerdeyse çıkıp giden "gülmece öyküsü"nü kitaplarıyla sürdüren tek yaşayan yazarımız Muzaffer İzgü de her güldüren yazının gülmece olmadığına, gülmece yazısının da insanı mutlaka gülmesi gerektiği yolunda bir kural bulunmadığına inanıyor.

Mizahı, verili gerçekleri onaylamamak ve alaya almak olarak tanımlarsak, Ortodoks mizahçıları bağımsız mizah dergilerinde aramalıyız. Onlar, yazınsallık amacı ve savı gütmeden; beklentisiz, önyargısız biçimde yazıp çiziyorlar ve topa tuttukları çılgın dünyanın çamuruna henüz bulaşmamış, arkalarında bir suçluluk zinciri taşımayalı gençleri, toplumun akıntılarına kapılıp masumiyetlerini yitirmelerine değin yanlarında tutmayı başarıyorlar. Karşılaştırma yaptığımızda bir zamanların "Akbaba"sı, "Doimuş"u, "Marko Paşa"sı, "Gırgır"ı; sözgelimi "Leman"ın yanında evcil ve ağırbaşlı kalıyor.

Günümüz gülmece dergilerindeki çarpıcı, düzeni temelinden sorgulayan yazıların hangisini gülmece öyküsü sayabilirsiniz?..

Bu arada gülmece öyküsü nedir?..

Resmin yanında karikatür neyse, öykünün yanında gülmece öyküsü o mudur?..

Zoşçenko’nun soluk kesecek denli gülünç öykülerinden, Rıfat Ilgaz’ın acılardan damıttığı kahkahalara, Bierce’in ucu zehirli okları andıran fable’lerine kadar değişen çok geniş yelpazeyi düşündüğümüz anda bir tanım yapmanın güçlüğü kendiliğinden ortaya çıkıyor. Haşek, Guareschi, Thurber, Pirandello, Mrozek, Saki... Orhan Kemal, Haldun Taner, Aziz Nesin, Adnan Veli, Vedat Saygel, Burhan Esen, Haşan Hüseyin Korkmazgil, Muzaffer İzgü, Orhan Duru, Nail Güreli, Kandemir Konduk, Ferhan Şensoy, Kenan Akıncı, Şakir Balkı, Fuat Örer, Muzaffer Abayhan, Mehmet Semih, Erhan Tığlı, Can Barslan, Atilla Atalay, Metin Üstündağ... Uzayıp giden bu çizgide gülmece öyküsü tanımına denk düşen nokta hangisi?..

Gülmece hayatın içinde de yadsınamaz oranda var olduğuna göre, mizah duygusundan tümüyle yoksun bir yazınsal yapıt düşünülemez. Öte yandan herhangi bir yapıtı sırf belli bir matematiksel oranın üstünde gülmece öğesi, diyelim paragraf başına üç kahkahadan fazlasını içerdiği için yazıdan dışlamanın abesliği de ortada. İlle bir ayırım yapmak gerekiyorsa; bu ancak yaratıcılık, özgünlük, biçim, kurgu ve dilin kullanımına gösterilen özen gibi ölçütlerle yapılabilir.

İşte bu noktada bir açmaz, bu satırların yazarının birçok kez yaşadığı bir ikilem var: Biçimsel kaygılar kimi zaman gülmecenin kendine özgü kıvraklığı, çarpıcılığı ve kestirmeciliğine ket vuruyor.

Öte yandan öykü, dünyanın her yanında romana oranla daha az ilgi gören bir yazı türüdür. Genelde çok satan kitaplar duygusal, tarihsel, dinsel ve cinsel kitaplardır. Bunlar bilgilendirir, duygulandırır, "ibret verir", tahrik eder ya da ağlamak gibi doğal bir yolla rahatlama sağlar. Oysa gülmece, sadece gülmenin yapay (toplumsal koşullanma sonucu kazanılmış) rahatlamasını sunar. Çoğu kez bunu da yapmaz; tersine olumsuzu öne çıkardığı için tedirgin eder. Kimilerinin gülmekten bilinçaltı bir suçluluk duyduklarını da unutmayalım.

Gülmece yöntemlerini kullanan bir yazarın ayak bağları keşke bunlardan ibaret olsaydı!.. Bizimki gibi bir Beckett oyununu ya da Kafka romanını çağrıştıran bir toplumda neyi, nasıl yazmalı?..

Sırf bir mizahçının değil, herhangi bir yazarın, bir sanatçının bu yer ve zamanda yansız olması düşünülemez. Birçok cephede sürüyor savaş: Akıl hurafeyle, insanca değerler parayla, özgürlük isteği baskılarla, dürüstlük yalanlarla çatışıyor.

Tarafsızım diyorsanız, karşı taraftansınız.

Mizahçı her şeyi anlıyor, tüm yanıtları biliyor değil kuşkusuz. Zaten gülmece teşhisi koyar, tedaviye karışmaz.

Oy verip başkente gönderdiğimiz vekillerimizin sözleri ve davranışlarına tanık olduktan sonra, Ionesco’uun İskemleler’indeki yaşlı adamın sesini dünyaya duyurmak için tuttuğu sözcünün dilsiz olması, acayip sesler çıkarıp anlaşılmaz karalamalar yapması bizi ne ölçüde şaşırtıp etkileyebilir?..

Gülmece tutarsızlıkların peşindedir. Tutarsızlık, toplum için bir yaşam biçimi olduysa ne yaparsınız?.. Sokaktaki ironiyi her gün yaşayan insanları nasıl bir yazınsal ironiyle sarsabilirsiniz?.. İstediğiniz kadar çırpının, gazete sayfalarındaki, televizyon ekranlarındaki haberlerin gülünçlüğünü aşabilir misiniz?

Ne yapmalı?.. Hangi yola baş koymalı?.. Umutsuzluğa düşüp vaz mı geçmeli?.. Tepesi atan soprano gibi sahneyi terk mi etmeli?..

Kuşkusuz hayır. Sözcükler tükenmedikçe, gülmece bizimle olacaktır. Siz bana kusursuz toplumu gösterin, ben size mizahçısı olmayan ülkeyi göstereyim.

Zeyyat Selimoğlu bir zamanlar, "Öykü bir yüz metre koşusudur," demişti. Gülmece öyküsü diye bir tür tanımlayabilseydik, bu koşullarda onu da her halde yüz on engelliye benzetmek zorunda kalırdık. Ama korkarım yok böyle bir tür. Değişik ölçülerde gülmece öğesi içeren anlatılar var. Bunların kimileri öykü tanımına uyuyor, kimileri uymuyor.

Bir okur olarak, sözcük oyunlarını, benzetlemeleri, aşırı abartmaları ilkel bulurum. Daha çok şaşırtmacaları, açmazları, sıradışı eğretilemeleri severim. Yazarın sözel ve dramatik ironilerden yararlanmasını, kör kör parmağım gözüne yaklaşımlardan kaçınmasını, benim de onun kadar akıllı olduğumu varsaymasını isterim. Yazarken de elimden geldiğince bunlara dikkat ederim. Gülmece, benim için bir amaç değil, bir yaklaşım, bir bakış açısı, bir anlatım yoludur.

Sopranonun sahneden çekip gittiği an bence çok önemli. Öykülerimde genellikle, biraz öncesi ve biraz sonrasıyla hayatın bu tür anlarına ayna tutmaya çalışırım: Dıştan bakıldığında şaşırtıcı, ürkütücü, aynı zamanda da gülünç görünen değişim, dönüşüm, karar anlarını... Bunlar, "Noktalan birleştirin, bakalım ne çıkacak?" türünden bulmacalardaki o sayılı noktalar gibi gelir bana.

Her birimiz Sait Faik kadar duyarlı, Sabahattin Ali kadar kararlı, Mark Twain kadar hınzır, Çehov kadar anlayışlı, Kafka kadar gizemli olamayız kuşkusuz. Ama her birimiz, kendi yolumuzu kendimiz seçeriz.

Ben de, yeryüzündeki şaşkın tanıklığımı aktarmaya en uygun gördüğüm yolu seçtim. Ama bunun kolay bir yol olduğunu söylersem, yirmi iki yılda beş romana karşılık sadece iki öykü kitabı verebilen bir yazar olarak, önce kendimle çelişkiye düşmüş olurum.

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült