Orwell'in kuşağında yazar olmak ne anlama geliyordu? Naif bir soru gibi
gelebilir bu. Pek çok insan yazarlığın kendi tanımını da içerdiğini düşünür.
Ama çözümleyecek olursak, bu tanımın toplumsal bir tarihi bulunduğunu ve
herhangi bir düşünce gibi bir düşünce olduğunu görürüz. Yazar olmanın
tanımı, Orwell’in durumunda yalnız elde ettiği başarıyı ve yaptığı etkiyi
anlamak açısından değil, yazmayı öğrenmekte olduğu tarihi anda toplumsal
bunalımın bir parçası olan edebi bunalımı kavramak açısından da özel bir
önem taşımaktadır. Bu dönem 1920’lerin sonlarıydı. Yedi yıl sonra Orwell
şöyle yazıyordu :
Punch dergisinde yer alan gerçekten gülünç son karikatürde —ki altı yedi yıl önceydi— zıpır bir delikanlı üniversiteyi bitirince «yazmak» niyetinde olduğunu söylemektedir halasına. «Peki hangi konuda yazacaksın tatlım?» diye sorar hala. «Sevgili halacığım» der delikanlı ezici bir edayla, «insan herhangi bir konuda yazmaz, sadece yazar.»
Orwell, karikatürün, «edebiyattaki güncel koroya yönelik tamamen haklı bir eleştiri» olduğunu ekler sözlerine. Yıl İse 1936’dır. Aslında bu, Orwell’in hiçbir zaman kesin bir sonuca ulaştıramadığı ve çözümüne, dönemindeki edebi tartışmaların da yardımcı olamadığı bir sorundur. Orwell, son yıllarında bile daima, örneğin düzyazıyla ya da koşukla yazmak arasında bir niyet ayrımı yapmak eğiliminde olmuştur. İncelendiği zaman bunun, içeriğin etkisi için yazmakla sözcüklerin etkisi için yazmak arasındaki ayrım olduğu ortaya çıkıyor. Düzyazıda —tümünde olmasa bile— birincisinin egemen olduğu varsayılır.
Fakat bu ayrımın kendisi, dili bir deneyim kaynağı değil bir aracı olarak kabul eden bölünmüş bir estetik anlayışının ürünüdür. Başka bir deyişle, içerik dilden önce gelmekte ve yazar, içeriği doğrudan açıklamayı mı yoksa sözcüklerle oynamayı mı seçeceğine bundan sonra karar vermektedir. Bu katı bir ayrım değil, sadece bir önemseme sorunu olsa bile çek yanıltıcıdır. Çünkü gerek yazarda gerek yazarın içinde yaşadığı toplumla paylaştığı dil ve biçimlerde belirleyici olan, deneyimle anlatım arasındaki ilişkidir daima.
Orwell kendi gelişimini anlamaya ve yönlendirmeye çalıştıkça bu soruna da tekrar döndü. «Niçin Yazıyorum’da (1946) kendisinin kahraman rolü oynadığı düşlerden «giderek yaptığı ve gördüğü şeyleri salt betimlemeye» dönüşen başlangıç gelişimini anlatır. Buradaki «salt» sözcüğü önemli. Çünkü onu, ilk gençlikteki gelişiminin ikinci aşaması dediği dönemde, birdenbire «salt sözcüklerin, yani onların ses ve çağrışımlarının zevkini» keşfettiği zaman yine kullanmaktadır. Salt betimleme, salt sözcükler... Orwell'in edebi sorunu böyle görmesi sadece kendi gelişim sürecinde değil, döneme damgasını vuran toplumsal bunalımın tipik bir yansıma biçimi olarak da önemini korumuştur.
İşin en dikkat çekici yanı, Orwell’in kendi yazarlığını haklı çıkarma isteği, anımsadığı bir karikatürden hareketle gündeme getirdiği haklılık, ciddiyet sorunudur. Çünkü Orwell yazma eyleminin başlı başına bir sorunsal olduğu bir dönemin ve sınıfın içinde yazıyordu. «Eğlendirmek için yazmak» (yani başkalarının tüketeceği ve hoşlarına giderse değer biçecekleri bir yazılı meta üretmek) bir yana bırakılırsa, yazmaya ilişkin tavırlar bu dönemde katılaşmış hatta kutuplara ayrılmıştı. Kendinden emin orta sınıf, titizlikle sarıldığı yararlılık anlayışı içinde, yazmayı yararsız bir ikincil etkinlik, «gerçek bir iş yapmaya» karşı bir seçenek olarak görüyordu. Ama bu yararsız etkinliğin pratik sonuçlar vermesi —yani para getirmesi— durumunda açık kapı yok değildi. Sıradan «yazar»dan tamamen farklı bir kişi sayılan başarılı «müellif» öteki üreticilerle aynı düzeyde takdir görüyor ve ödüllendiriliyordu. Ne var ki işin zor yanı sadece yazarlıktan «başarılı müellif» olmaya giden aşamaları geçmekte değildi. Bu yolu tutan yazarın özerkliği de kalmıyor, yapacağı iş baştan dışsal ve yabancılaşmış ölçütlerle biçimleniyordu. Aynı toplumsal sınıf İçinde giderek büyüyen bir azınlık ise bu yaklaşıma bağlı ama görünüşte ona karşı bir soyut tepki oluşturmuştu. Yapılan iş geleneksel olarak «toplumsal» kabul görmeye ve başarıya göre sınanıyorsa basit bir yadsımayla buna karşı çıkılabilirdi. Gerçek «yazanın ticari amaçları olmadığı gibi, temelde toplumsal bir işlevi ve bunun türevi olan toplumsal bir içeriği de olamazdı. O sadece «yazacak» ve böylece kendi kendine tanımlanmış bir ünle toplumun «dışında» yaşayan bir bohem, bir «sanatçı» olacaktı.
Gerçek bir toplumsal tarih olan bu gelişim ve kutuplaşma, on dokuzuncu yüzyıl burjuva yaşamı ve düşüncesinde önemli bir aşama oluşturmuş, 1880-1890 yıllarında Avrupa'nın büyük bölümünde ilk doruğuna ulaşmıştı. 1920'lerde biraz katılaşmak ve zaman zaman tutuculaşmakla birlikte etkinliğini sürdürdü. Teoride ve pratikte birçok etkileri oldu. Modern anlamlarıyla «içerik» ve «biçim» arasındaki tutucu ayrımın kökünde de bu vardır. Orwell’in (hiçbir zaman özgün bir teori oluşturacak boyutlarda irdelemediği) teorik sorunları, aynı zamanda, ne yapması gerektiği konusunda yaşadığı acil bunalıma karşı pratik tepki işlevi görürler. Orwell’in, sınıfının geleneksel yaşam biçimini yadsıması; sınıfın kurbanlarıyla toplumsal özdeşleşme girişimi, sınıfın be
liflediğinin ötesinde bir kimlik arayışı ve sınıfın başarı anlayışının reddi gibi nedenlere dayanır. Fakat aynı zamanda, en azından başlangıçta, sınıfın hazırladığı seçeneklerden birini benimseme eğilimi de vardır Orwell’de. Bana kalırsa Paris'e «yazar olmaya», yani toplumun «dışında» yaşamaya ve «yazmaya» gider. «Balinanın İçinde» adlı denemesinde o günlere dönerek Punch'daki karikatürle ilgili anısını tekrarlamakta, «sanatçı, yazar, öğrenci, meraklı, gezgin, sefih ve işsiz güçsüz sürüsünü anımsayıp ideolojilerini şöyle anlatmaktadır: «‘Kültürlü’ çevrelerin sanat sanat içindirciliği pratikte anlamsızlığa tapınmaya varmıştı. Edebiyatın sözcüklerle oynamaktan ibaret olduğu kabul ediliyordu.» Bu belki abartmalı ve geç kalmış bir genelleme ama Orwell’in içinde geliştiği edebi ve toplumsal bunalımı göstermesi açısından ilginç.
Bugün baktığımızda, Orwell'i, 1920'lerde önemsenenin karşıtı yönde bir yazarlığı seçmiş gibi görebiliriz. Biçimden önce içeriği, sözcüklerden önce deneyimi seçtiği, 1920’lerin estetikçi yazarından çok 1930'ların toplumsal bilinçli yazarı olduğu söylenebilir. Kendisinin olayı büyük ölçüde böyle gördüğü kesin. Fakat en az bunun kadar önemli bir başka nokta, Orwell'in zaman zaman bu seçimi yapmış olmaktan pişmanlık duymasıdır. Örneğin «Niçin Yazıyorum»da bir yazarın dört güdüsü olduğunu söyler: Salt bencillik, estetik arayış tutkusu, tarihi dürtü, siyasi amaç. Orwell'e göre bazen birbirleriyle çelişen bu güdüler her yazarda değişik ölçü ve oranda bulunur, içinde yaşadığı çağa göre de değişirler. Kendisi bir başka çağda yaşamış olsa ilk üç güdü dördüncüye üstün gelecek, «süslü, salt betimleyici kitaplar» yazacaktır. Ama «nasıl olmuşsa olmuş, bir tür broşür yazarı olmaya zorlanmıştır.» Burada ilginç olan «zorlanma» kavramıdır. Orwell kendisinin başka bir zamanda ne olabileceğini açıkça görmektedir. «İnsanın 'doğa’sını yetişkinliğe erdiğinde ulaşmış olduğu durum»1» olarak kabul ettiği için de. gerçek yazılarını bazı yönlerden doğasıyla çelişkili bulmaktadır. Bambaşka bir çağın varsayılan doğası değildir bu, dönemi bellidir. Orwell'in yetişkinliğe erdiği yıllardaki, 1920'lerdeki «doğasıdır.
Bu anlatılanları kabul edersek, kaçınılmaz bir toplumsal ve siyasal gerçeklik Orwell’in doğal kişiliğini, doğal yazılarını açıkça istila etmiştir. Bunu kaçınılmaz görmesi, dönemin olayları karşısında kenara çekilmenin olanaksızlığını kabul etmesi açısından önemlidir elbette. Ancak ilginç bir kabul ediş biçimi bu, çünkü toplumsal ve siyasal gerçekliğin yazarı etkilemesinin onun iznine bağlı olduğunu varsaymaktadır. 1930’ların hayıflanılacak yanı ise, hiçbir dürüst insana kaçma olanağı bırakmamış olmasıdır.
Bu, Orwell’in özgün —ve sürekli diyebileceğim— dünya görüşünün özel bir biçimde tekrarından başka bir şey değil. «İnsanların doğuştan değil yetişkin kişilikleriyle oluşan bir doğası vardır ve bu doğa siyasal ve toplumsal gerçeklik tarafından istila edilir.» Orwell'in görünüşte sadece yazmak üstüne ileri sürdüğü bu görüşün, biraz düşünülünce bireyler ve toplumlarla ilgili genel bir görüş olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü «yazmakla «gerçeklik» arasındaki ilişki, insanlarla tarihleri arasındaki ilişkinin bir başka biçimidir.
Eric Blair aslında Orwell değil bir başkası olabilirdi. Orwell’i —ad değil iş olarak— seçmesi genel ve kişisel tarihin zorlamasıyla olmuş, bir yazar olarak gelişmesi iktisadi durgunluk ve faşizm yıllarında gerçekleşmişti. Dönem boyunca kendisini her noktada bu olgularla yüzyüze getirdi. Kısmen yazar olmanın başlangıç güçlüklerinden, kısmen de kabul etmek istemediği kurulu düzenle ilişkilerini koparmanın bir yolu olarak gördüğünden işsiz ve beş parasız kaldı. Yine kısmen yazar olmak amacıyla ama kısmen de yıkıcı bir toplumsal güce karşı yaşamı pahasına karşı koymak isteğiyle faşizme karşı savaşmak için İspanya’ya gitti Zamanının en zorlu olgularıyla yüzyüze gelmekte gösterdiği cesaret ve ısrar hangi ölçütle bakılırsa bakılsın takdire layıktır. Ne var ki, bütün bu olaylar içinde, olmak istediği oto kİ kişi, öteki yazar sorunu varlığını sürdürüyordu.
Bu İsteğin gücü neydi, asıl sorun burada. Pek çok insan, pek çok yazar kendi seçmedikleri, kendi dışlarında olan rahatsız edici bir tarihin «istila»sına uğramışlardır. Orwell'in durumu ise farklıdır. O, «istilayı etkin bir biçimde aramış, hatta davet etmiştir. Ama bu kaçınılmaz «içeriknin ardında bir başka imge, başka sözcükler, başka tür bir «yazar olma» isteği varlığını hep sürdürmüştür.
Orwell en sonunda bu sorunu, son denemelerinden «Yazarlar ve Ejderha»da genelleştirdi:
Edebiyat er geç siyasetin istilasına uğrayacaktı. Totalitarizm gibi özel bir sorun hiç çıkmasaydı bile gerçekleşecekti bu. Çünkü bizlerde büyükbabalarımızda bulunmayan bir tür vicdan azabı oluştu. Dünyadaki büyük haksızlık ve sefaletin farkındayız ve suçluluk duygusu içinde bu konuda bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu duygularla hayata karşı tamamen estetik bir tavır almak olanaksızdır. Bugün artık hiç kimse, Joyce ya da Henry James'in yaptığı gibi başka hiçbir şey düşünmeden edebiyata adayamaz kendisini.»
İstilanın böyle açıklanması dikkat çekici. «Totalitarizm, yani yazarlara etkin müdahale özel bir sorundur. Bunun altında daha genel bir şey, toplumsal vicdan yatar.» Ve bu bir istila öyle mi? Orwell genellikle duygularını o kadar doğru aktarır, ne demek istediğini öylesine açık söylediği izlenimini verir ki yazılarının anlamını yorumlamaya pek gerek kalmaz. Ama bu kez durum farklı. Burada asıl söylemek İstediği, yazarın «toplumsal vicdanının bugüne kadar başıboşken artık zorunlu olarak bir davaya bağlandığı ve bunun «edebiyat»ın istilaya uğraması anlamına geldiğidir. Edebiyatı da, günümüzde olanaksızlığım kabul etmekle birlikte hala «hayata karşı salt estetik bir tavır» olarak görmektedir. Joyce örneği olaya bir açıklık getirmiyor. Joyce yazdığı gibi yazdı ama sürgünde ve yoksulluk içinde. Flnnegans Wake 1939’da tamamlanmıştı. Haydi buna, doğru ya da yanlış, tarihi olarak kullanılabilir bir örnek diyelim. Ama bizi sorunun değil, sorunu bu biçimde koymanın normal kabul edilmeye başlandığı bir döneme götüren James örneğini vermenin su götürür yanı yoktur.
Orwell'in yorumunu hızla okurken Dickens ve Elizabeth Gaskell’dan George Eliot ve Hardy'ye uzanan İngiliz romancıları akla gelmeyebilir. «Büyükbabalarımız»ın çağdaşı olan bu insanlar «dünyadaki büyük haksızlık ve sefaletin» pekala farkındaydılar ve sadece bu deneyimden, her biri kendine göre bir edebiyat çıkarmayı başarmıştı. Yazarlarda toplumsal uyanıklık olması hiç de yeni bir şey değildir. Hele 19. yüzyılda bu, hızla ve özellikle yazarlar arasında yayılmakta olan bir nitelikti. Fakat yüzyılın sonuna doğru İngiltere'de Henry James’i örnek alan ve «toplumsal» İle «estetik» arasında karşıtlık yaratmayı amaçlayan yaygın bir girişim oldu. Bunun savunucuları toplumsal deneyime içerik, edebiyata biçim olarak bakmakla kalmıyor, daha da tehlikelisini yaparak toplumsal deneyimi sadece genel ve soyut bir şey olarak görüyorlardı. Sonuçta edebi içerik tanımı, soyut «kişisel ilişkilerse ağırlık verilmesiyle sınırlandı. Bu arada şunu belirteyim ki, bu görüşlerin James'in, toplumsal ve kişisel deneyimlerin (sınırlı bir dünyada kalmakla birlikte) karşılıklı etkileşim ve zaman zaman bütünlük içinde bulunduğu yapıtlarıyla fazla bir ilişkisi yoktu. James’in yaptığı, «malzeme» sini kullanırken, yani «tarz»ı «madde»ye uygularken, anlayışla karşılanabilecek bir teknik bilincini, tümüyle soyut bir «estetik»e ağırlık vermenin akla uygun görüneceği bir noktaya götürmekti. James’le Wells (yani dingin, arı, özünde edilgin sanatla ileriye yönelik, bağlı, özünde amaçlı yazmanın yeni türleri) arasındaki önemli kavga, romanın 20. yüzyıl koşullarında nasıl gelişeceği tartışıldığı bir sırada çıktı. Bu dönemde toplumsal karmaşıklıklar da psikolojik karmaşıklıklar da daha derinlemesine algılanmaya başlanmıştı
Herkes ortak bir bunalım duygusunu yaşıyor ama bunu anlatırken farklı yollar kullanıyordu. Dolayısıyla edebi biçim köklü değişikliklere uğrarken birbirine tamamen karşıt yönlere çekiliyordu.
Yani estetik alanında biçim ve deneyim seçiminin birbirinden ayrılamadığı gerçek ve büyük bir sorun vardı. Fakat bugün bile çözüme kavuşturulamamış olan bu temel sorun, terimlerin bir anlamda tutsak edilmesi, yani «estetik», hatta «edebiyat» teriminin yapılabilecek seçimlerden yalnız birisiyle ilişkili tutulmasıyla gözlerden saklanıyor, öteki seçenekler «antiestetik» ya da «sosyolojik» diye tanımlanarak dışlanıyordu. Bu vahim görüş bir de sanat asalaklarının ağzına düşünce öyle bir durum doğdu ki, Orwell gibi insanlar bile, toplumsal vicdan ve toplumsal bilinç gibi kavramları dışladığı besbelli olan «hayata karşı estetik tavır»dan söz etmeye başladı. Sanata, onun elle tutulur, ciddi ve değişken sorunlarına yönelik estetik tavır elbette önemliydi. Ama «hayata karşı estetik tavır», sanatsal seçeneklerden birine ilişkin olmanın ötesinde belli bir toplum yorumuna bağlı bir bilinç kaydırmasıydı. Sanatsal bir bilinç değil, bu kılığa bürünmüş bir toplumsal bilinçti. Başkalarıyla ilişkilere girmekten, bir davaya bağlanmaktan yan çizmenin ve bunu onaylamanın mantığıydı. «Yazar olma»nın, toplumsal deneyimi ve toplumla ilgilenmeyi dışlayan bir başka tanımıydı.
Orwell, içinde eğitildiği toplumsal sınıfın düşünce biçimini reddetmek için ciddi ve uzun bir çaba gösterdi. Büyük kişisel zararlara uğramak pahasına bu çabasında bazı yönlerden başarılı da oldu. Fakat ne garip çelişkidir ki, söz konusu edebi sorunların bazılarım pratikte başarıyla ve çoğu kez başkalarım da etkileyecek biçimde çözen bu insan, hala bunları çözemediğini (yazarlığı sürdüren birisi için yeterince doğal bir duygu aslında) düşünmekle kalmadığı gibi edebiyattan kaçtığını, onu bıraktığını düşünüyor ve kendisine öğretilmiş olan aşağılayıcı tavır içinde burun kıvırarak «bir tür broşürcülük» yaptığını söylüyordu.
Orwell’in yaptığı seçimlerin bütünsel olması gerekliydi, çünkü tümü temelde tek bir seçime bağlanıyordu. «Hayata karşı estetik tavır» yalnız belli bir türde roman yazmak değil, aynı zamanda 20. yüzyıl deneyiminde çok kritik bir nokta olan burjuvazinin sanatı dar bir çerçeveye indirgeme girişiminde devreye giren bir formül hatta bir tür anlaşmaydı. Geriye baktığımızda, edebiyatı salt edebiyat olsun, toplumsal gerçeklikle dolaysız bir ilgisi bulunmasın diye bir odacığa kapatmanın ne kadar işe yaramış olduğunu (ve hala da yaradığını) görebiliriz. Bu, edebiyatı pratik değeri yok diye hor gören, ayrıca etkinlikle yönetip biçim verdikleri toplum üstüne ne tür olursa olsun bağımsız gözlem yapılmasını istemeyen kişilerin işine geliyordu. Dar kafalının basit sözleri ardında çoğu kez denetimcinin ya da sansürcünün katı sözlerinin bulunduğunu unutmamak gerek. Öte yandan görünürde buna karşı olanlar, yani edebiyata değer verdiklerini söyleyenler de, onu pratikte tehlikesiz bir alana hapsettikleri gibi kullanımını dokunma ve tatmayla sınırlayacak tavırların propagandasını yapıyorlardı. Hangi tür olursa olsun gerçek hiçbir sanat böylesine indirgenemezdi ama genel bilinç için önemli olan yapıtlar değil tavırlardı —yani bir dizi vurgulama, gözardı etme, teşvik, cesaret kırma, öğüt ve uyarı. Bunların ne kadar etkili olduğunu görmek İçin, gerçekte başarı olan gelişmesinden pişmanlık duyan, bağnaz edebiyat dünyasından nefret ettiği halde onun yönergelerini, yaratıcı enerjisini didikleyip zayıflatsınlar diye kafasında taşımayı sürdürmüş olan Orwell’e bakmak yeter.
Orwell’in değer verdiği modem edebiyata gösterdiği karmaşık tepkilerle bu edebiyatın bazı yöntemlerini kendi yapıtlarında kullanması da bir başka sorun. Bunu edebi gelişimini izleyeceğimiz gelecek bölümde ayrıntılarıyla ,ele alacağız. Ama burada toplumsal ve siyasal «istila» ile «yazar olmasının zorla değiştirilen tanımı üstüne söylenmesi gereken birkaç söz daha var. Orwell’in seçimlerinin bütünsel olması gerektiğini (emperyalizmin memuru ya da onun İngiltere’deki karşılığı olarak yaşamayı reddetmesi gibi), toplumsal ve siyasal seçimlerinin yazmaya ilişkin seçimleriyle derinden bağlantılı olduğunu söylemiş, edebiyat konusunda pratikte çelişme içinde olduğu varsayımlardan kurtulmakta başarısız kaldığına işaret etmiştim. Ama yapıtlarının çok derinlerinde yatan bir şey var ki, başka yönleriyle sadece yüzeysel görünen başarısızlığının temel nedeni de olabilir.
Orwell’in önemli yapıtlarının çoğunda, insanı ezen bir normallikten kaçan kişilerin işlendiğini kolayca söylemek mümkün. Papazın Kızı, Zambak Sokmasın, Soluk Almak İçin Yüzeye Çıkış ve Bindokuzyüzseksendört'ün tüm başkişilerinde bu uyanış, red ve kaçış süreci tekrarlanır. Ancak Orwell’in önemli yapıtlarının çoğunda kaçmaya çalışan fakat bunu başaramayan kişilerin anlatıldığını söylersek daha doğru bir tanım yapmış oluruz. Uyanış, red ve kaçış deneyimi okurda önemli bir iz bırakır, ama başarısızlık ve yeniden özümsenme de adı geçen romanların hepsinin sonunda gerçekleşir.
Orwell’in gerçek paradoksunu şimdi daha berrak görebileceğiz. Uyanış ve red eylemi olmasaydı hiçbir zaman yazar olamazdı herhalde. Bu nedenle, bu eylem üstünde önemle durması doğaldır. Ama ya bu eylemde hep başarısız kalmaya mahkum olduğunu, ya kaçmanın hem zorunlu hem de yararsız olduğunu hissettiyse?
Bu, birçok şeyi açıklayabilir. Çünkü Orwell'in, sadece yeni bir yolu seçmiş bir insan ve yazar olmakla kalmayıp aynı zamanda «doğası» istemediği bir gerçekliğin istilasına uğramış, böyle yaşamak ve yazmak zorunda olan ama başka türlü yaşamayı yeğleyen bir insan ve yazar olduğunu göstermektedir. Olduğu, olmayı seçtiği bambaşka İken, bir başka ad altında (yeni ad alma çok önemli) ne olabileceği imgesi ısrarla yerinde durmaktadır. Vurgu zorunlu olarak «seçim» kavramı üstündedir. Ama Orwell’in çok somut zorlamalar altında bilinçli olarak oluşturduğu kişiliği, doğasının istilaya uğraması olarak görmesinin tek nedeni sadece yaptığı seçimin güçlüğü ve bunun, asıl olmaya niyetlendiğinden farklılığı olmayabilir. Aynı zamanda, ve kanıtların çoğunun aksine, her durumda başarısız kalacağını, o güçlü ve bağnaz dünyaya geri sürüklenerek yeniden özümseneceğini hissetmesi nedeniyle de böyle düşünmüş olması mümkündür. «Yazar olmak», bir tanımıyla olası bir çıkış yoluydu Orwell için. Ama gerçekteki yazar olması, onu, yaptığı seçimle kaçınabileceğim sandığı her türlü zorluk ve gerilime sürükledi.