Georg Lukacs’ın Edebiyat Eleştirisi

Susan Sontag


Macar felsefeci ve edebiyat eleştirmeni Georg Lukacs günümüzde komünist dünyanın sınırları içerisinde yaşayıp Marksist olmayan zeki insanların da ciddiye alabileceği bir Marksizmden bahseden, önde gelen simalardan biridir.

Ben pek çok kişinin inandığı şekilde, Lukacs’ın günümüzde Marksizmin en ilginç ya da akla yatkın biçimini dile getiren kişi olduğuna inanıyor değilim; keza, onun “Marx’tan sonraki en büyük Marksist” olduğuna hiç inanmıyorum. Fakat Lukacs’ın özel ve dikkatimizi hak eden biri olduğundan şüphe edilemez. Lukacs, Doğu Avrupa ve Rusya’daki yeni entelektüel kıpırdanışların rehberliğini üstlendiği gibi, Marksist çevrelerin dışında da uzunca süredir sayılan bir ağırlığa sahiptir. Sözgelimi erken dönem yazıları, Karl Mannheim’in (sanat sosyolojisi, kültür ve bilgi alanlarındaki) fikirlerinin birçoğunun şekillenmesinin kaynağı olmuş ve Mannheim üzerinden bütün modern sosyolojiyi etkilemiştir; ayrıca Lukacs, Sartre’ı ve onun aracılığıyla Fransız varoluşçuluğunu derinden etkilemiş bir yazardır.

Lukacs 1885’te Macaristan’da zengin, soyluluğunu yeni elde etmiş bir Yahudi bankacı ailenin oğlu olarak ve Georg von Lukacs adıyla doğdu. En başından itibaren olağandışı bir entelektüel kariyere sahip oldu. Daha ergenlik döneminde yazılar kaleme almış, halka açık konferanslar vermiş, bir tiyatro kurmuş ve liberal bir dergi çıkarmıştı. Berlin ve Heidelberg üniversitelerinde öğrenim görmek üzere Almanya'ya gittiğinde Max Weber ve Georg Simmel gibi büyük hocaları parlak zekasıyla hayrete düşürmüştü. Esas ilgi alanı edebiyat olmakla birlikte her şeye ilgi duyuyordu. 1907’de verdiği doktora tezinin adı The Metaphysics of Tragedy'ydi (Trajedinin Metafiziği). 1908’de ilk önemli eseri The Development of Modem Drama’yı (Modem Tiyatronun Gelişimi) yayınladı. 1910’da edebi ve felsefi denemelerini Soul and form (Ruh ve Biçim), 1916’da The Theory of Novell (Roman Kuramı) çıkardı. Birinci Dünya Savaşı döneminde erken dönem felsefi görüşünü yansıtan neo-Kantçılıktan Hegel felsefesine, oradan Marksizme geçti. 1918’de (isminden ‘von’u çıkararak) Komünist Parti’ye katıldı.

O zamandan itibaren Lukacs’ın kariyeri, giderek kapalı bir sistem karakterine bürünen bir görüşe bağlanmış (ve ilaveten, entelektüellerin yazıp söylediklerine azami ağırlığı veren bir toplumda yaşayan) özgür bir entelektüelin çektiği zorluklar karşısında şaşırtıcı bir tanıklığa tekabül ediyordu. Zira Lukacs’ın Marksist teoriyi yorumlayışı en başından itibaren hayli serbest ve spekülatif nitelikteydi.

Lukacs Parti’ye katıldıktan kısa süre sonra hayatında iki defa başına gelecek olan bir olaya katıldı ve bir devrimin içinde yer aldı. 1919’da Macaristan’a dönüp, Bela Kun’un kısa süreli komünist diktatörlüğünde eğitim bakanlığını üstlendi. Bela Kun rejiminin devrilmesinin ardından, on yıl yaşayacağı Viyana’ya kaçtı. O dönemdeki en önemli kitabı, Marksist teoriyle ilgili felsefi bir tartışma olup, bugünlerde efsane katma çıkarılan History and Class Consciouss (Tarih ve Sınıf Bilinci, 1923) idi. Yazdığı tüm eserleri içinde Marksist olmayanların herhalde en fazla itibar ettiği bu kitap yüzünden, komünist hareketin güçlü ve aralıksız saldırılarına uğrayacaktı.

Tarih ve Sınıf Bilinci'nin doğurduğu tartışmalar, Lukacs’ın Viyana’daki sürgün yıllarında Macar Komünist Partisi’nin liderliği için Kun’la giriştiği mücadelede yenilgiye uğramasının başlıca sebebiydi. Lenin, Buharin ve Zinovyev dahil olmak üzere komünist dünyanın her cephesinin saldırıya geçtiği Lukacs, Macar Komünist Partisi’nin merkez komitesinden kovulacak ve kendi yönettiği dergisi Kommunismus'un editörlüğünden uzaklaştırılacaktı. Fakat Lukacs bu on yıl boyunca kararlılıkla ve hiç taviz vermeden kitaplarını savunmaya da devam etmişti.

Berlin’de bir yıl kaldıktan sonra 1930’da, ünlü Marx-Engels Enstitüsü'nün kadrosuyla ilgili bir araştırma yürütmek üzere bir yıllığına Moskova’ya gitti (enstitünün parlak yöneticisi N. Ryazanaoff 1930’ların sonlarındaki tasfiyeler sırasında ortadan kaybedilecekti). Lukacs'ın o dönemde neler yaşadığı tam bilinmiyor. Fakat 1931’de Berlin’e dönmesinin ardından 1933’te, Hitler iktidara geldiğinde yeniden Moskova’ya döndüğünü biliyoruz. Aynı yıl Tarih ve Sınıf Bilinci’ni ve daha önceki bütün yazılarını ‘burjuva idealizmi'ne düştüğü gerekçesiyle kamuoyu önünde ağır bir aşağılamayla reddettiğini de biliyoruz.

Lukacs Moskova’da on iki yıl boyunca sürgün hayatı yaşadı; pişmanlığını itiraf ettikten ve eserlerini komünist ortodoksinin çizgisine getirme konusunda daha fazla çaba harcadıktan sonra bile yetkililerin gözüne girmeyi başaramadı. Ama Ryazanoff’tan farklı olarak o korkunç tasfiyeler arasında hayatta kalmayı da başarmıştı. En iyi kitaplarından birisi olup The Young Hegel ( 1938’de kaleme aldığı, ama on yıl sonraya kadar yayınlanmayacak olan Genç Hegel) ile modem felsefeye karşı kötü, basitleştirici bir çalışma olan The Destruction of Reason (Aklın Yıkılışı, 1945) o dönemin ürünleridir. Lukacs'ın bu iki kitabı arasındaki zıtlık, daha sonraki metinlerinde görülecek olan muazzam dalgalanmalar bakımından tipik bir durumdur.

1945'te savaş sona erip Macaristan'da iktidara komünist bir yönetim geçince anayurduna kalıcı olarak dönmüş ve Budapeşte Üniversitesi'nde dersler vermeye başlamıştı. Lukacs'ın sonraki on yılda kaleme aldığı kitaplar arasından ikisi Goethe and His Time (Goethe ve Devri, 1947) ile Thomas Mann'dır (1949). Sonra, yetmiş bir yaşındayken ikinci defa ve inanılmaz bir şekilde devrimci siyasete atılmış; 1956 devriminin liderleri arasında yer almış, Imre Nagy hükümetinde bakanlığa getirilmiştir. Devrimin bastırılmasının peşinden Romanya'ya sürülüp ev hapsine alınan Lukacs’ın dört ay sonra, ders vermek ve gerek ülke içinde gerekse Batı Avrupa'da yayın çıkarmak üzere Budapeşte’ye dönmesine izin verilmiştir. Onu Imre Nagy'nin kaderine uğramaktan kurtaran muhtemelen yaşı ve uluslararası çaptaki muazzam prestiji olmuştur. Her koşulda, devrimin liderleri içinde bir tek Lukacs yargılanmamış ve açıkça pişmanlığını dile getirmek mecburiyetinde bırakılmamıştı.

Lukacs devrimin hemen ardından Realism in Our Time (Çağımızda Gerçekçilik, 1956) adlı çalışmasını, geçen yıl (1963) ise uzun zamandır beklenen iki ciltlik Aesthetics (Estetik) kitabının ilk cildini yayınlayacaktı. Üstelik bu dönemde, Kadar'ın giderek liberalleşen rejiminde ülke içinden daha fazla Doğu Almanya kaynaklı olsa bile, kültür bürokratlarının ve eski komünist eleştirmenlerinin saldırılarına uğramaya devam ediyordu. Yine aynı dönemde Lukacs’ın (şiddetle reddetmeyi sürdürdüğü) ilk dönem yazıları, İngiltere, Batı Avrupa ve Latin Amerika'da Marx'ın erken dönem yazılarına duyulan ilgi ışığında ciddi bir şekilde yeniden okunmaktaydı (çok sayıda metni Fransızca ve İspanyolcaya çevrilmişti). Doğu Avrupa'daki yeni kuşak entelektüellerin gözündeyse, Stalin'in fikirleri ve uygulamalarını ihtiyatlı ama kesin tutumlarla yadsımanın köşe taşı, Lukacs'ın sonraki dönem yazılarıydı.

Açıkçası Lukacs şahsen ve siyasal düzlemde (çok farklı kişilerin nezdinde çok değişik anlamlara gelecek şekilde) büyük bir hayatta kalma ustasıdır. Marjinal entelektüelin konumunu neredeyse katlanılmaz kılan bir toplumun hem kenarında hem merkezinde bulunmak gibi çok çetin bir sorunun üstesinden gelmeyi bilmiştir. Fakat bunun bedeli olarak hayatının ciddi bir kısmını şu ya da bu şekilde sürgünde geçirmiştir. Lukacs’ın ülke dışındaki sürgününden daha önce bahsetmiştim. Oysa bunun yanı sıra bir de, üzerine yazacağı konuları belirlemekte odaklanan iç sürgün söz konusudur. Lukacs'ın en çok bağlılık duyduğu yazarlar Goethe, Balzac, Scott ve Tolstoy'dur. Yaşı itibariyle ve komünist kültürün kanonunun yerleşmesinden önce şekillenen duyarlılığına bağlı olarak, kendini (entelektüel bakımdan) zamanının dışına taşımak suretiyle koruyabilmiştir. Kayıtsız şartsız benimsediği modern yazarlar, özünde romanda on dokuzuncu yüzyıl geleneğini devam ettiren kalemlerdir: Marın, Galsworthy, Gorki ve Roger Martin du Gard.

Fakat on dokuzuncu yüzyıl edebiyatı ve felsefesine bağlı kalması, salt estetik bir tercihi değildir (zaten Marksist ya da Hıristiyancı, ya da Platoncu bir sanat anlayışında salt estetik bir tercihten bahsedilemezdi). Lukacs’ın kendi zamanını değerlendirme ölçütü ahlaki bir ölçüttür ve bu ölçütün geçmişe dayandırılması kayda değer bir noktadır. Lukacs ‘gerçekçilik’ten bahsederken, geçmiş bakışının tümlüğüne işaret etmektedir.

Lukacs’ın kendi zamanından kaçmasının başka bir yolu, yazmayı tercih ettiği dildi. Lukacs sadece ilk iki kitabını Macarca olarak kaleme almıştı. Diğerleri (otuz civarında kitap ve elli civarında makale) Almanca yazıldılar. Günümüzün Macaristan’ında Almanca yazmaya devam etmek kesinlikle bir polemik eylemidir. Lukacs on dokuzuncu yüzyıl edebiyatına yoğunlaşmak ve yazma dili olarak Almancada ısrar etmek suretiyle, bir komünist olarak milliyetçi ve doktriner değerlerin karşısında Avrupalı ve hümanist değerleri öne çıkarmayı sürdürmektedir. Üstelik bu tutumunu komünist ve kenardaki bir ülkede ortaya koymak suretiyle hakiki Avrupalı bir figür olarak kalabilmiştir. Söylemeye gerek yok ki, onu tanımakta fazlasıyla geç kaldık.

Gelgelelim, Lukacs’ı Amerikalı okura tanıtan iki eserin de edebiyat eleştirisi olması ve ‘erken’ döneminden ziyade ‘geç’ döneminin ürünleri olması herhalde talihsizliktir. Ağırlıklı olarak Balzac, Stendhal, Tolstoy, Zola ve Gorki’yle ilgili sekiz denemeden oluşan bir derleme olan Studies in European Realism

(Avrupa Gerçekçiliğiyle İlgili İncelemeler) 1930’ların sonlarında Rusya da, tasfiyeler döneminde kaleme alınmıştı ve kaba bir siyasal içeriğin olduğu pasajlarıyla o berbat dönemin izlerini taşıyordu (Lukacs bu kitabını 1948’de yayınladı). Çağımızda Gerçekçilik daha kısa bir kitap olup, 1950'lerin sonlarında yazılmıştı ve daha az akademik üslûpta, tartışmanın hızlı geçildiği bir metindi. Lukacs kitaptaki üç denemede günümüz edebiyatının alternatiflerini değerlendirip, kendisinin ‘eleştirel gerçekçilik’ diye adlandırdığı (özünde on dokuzuncu yüzyıl roman geleneğini yansıtan) çizgi lehine, ‘modernizm’i de ‘sosyalist gerçekçilik’i de reddediyordu.

Bence bu kitapların seçilmesi talihsizlikti; çünkü burada, felsefi yazıları kadar okunması zor olmayan, görece daha anlaşılır bir Lukacs’la karşılaşmakla beraber, onu salt edebiyat eleştirmeni yönüyle tanımak mecburiyetinde kaldık. Lukacs'ın bir edebiyat eleştirmeni olarak içsel değeri ve niteliği nedir? Sir Herbert Read ona övgüler yağdırmıştır; Thomas Mann onun için “günümüzün en önemli edebiyat eleştirmeni” demiştir; George Steiner'a göre “çağımızın tek önemli Alman edebiyat eleştirmenidir ve “eleştirmenler arasında Lukacs’ın edebi çapına ulaşabilen sadece Sainte-Beuve ve Edmund Wilson’dan bahsedilebilir”; Alfred Kazin de Lukacs’ı açıkça büyük on dokuzuncu yüzyıl roman geleneğine çok yetenekli, güçlü ve önemli bir rehber saymaktadır. Fakat elimizde bulunan kitaplar bu iddiaları destekliyor mu? Sanmıyorum. Hatta ben, şimdilerde Lukacs’ın tutulmasının kesin edebi ölçütlerden ziyade kültürel bir benimsemeye bağlı olduğu kanısındayım (George Steiner ve Alfred Kazin'in bu çevirilere önsöz olarak kaleme aldıkları metinlerdeki coşkuları da bu eğilimi doğrular niteliktedir).

Lukacs’a övgü yağdıranlara yakınlık duymak kolaydır. Zaten kendim de, son on yılı aşkın süredir Marksizmi ciddi bir kapsamda tartışmayı imkansız kılan Soğuk Savaş'ın kısırlıklarını protesto etmek amacıyla da olsa, Lukacs'a olumlu bir gözle bakıyorum. Ancak ‘geç’ Lukacs’a karşı cömertlik etmenin yolunun onu her şeyiyle ciddiye almamaktan; ahlaki coşkusuna (fikirden ziyade üslûp temelinde) estetik bir açıdan bakmaktan geçtiğinin de bilincindeyim. Bence Lukacs’ın sözlerini esas almak daha yerinde. Peki böyle bir durumda, Lukacs’ın Dostoyevski, Proust, Kafka, Beckett ve neredeyse bütün modem edebiyatı yadsımasını nereye koyacağız? İşte bu yüzden, Steiner’in sunuş yazısında belirttiği şekilde, “Lukacs’ın Victoria çağı eleştirmenleri gibi radikal bir ahlakçı olduğu”nu, “bu büyük Marksistle eski usul bir püriten yattığı”nı vurgulamak yeterli gelmiyor bana.

Radikalizmleri uslandırmayı amaçlayan bu tipte sığ, bilgiççe yorumlar, yargıda bulunma eyleminin teslim bayrağını çekmesine varır. Lukacs’ın (Marx gibi, Freud gibi) ahlaken uzlaşımsal, hatta olumlu anlamda namuslu bir çizgide durduğunu keşfetmek (entelektüel bir gulyabaniyle ilgili bir klişeyle yola çıkıldığına işaret etse bile) önce eğlenceli ya da cazip gelebilir. Oysa burada önemli olan şudur: Lukacs edebiyata, ahlakçı bir argüman dalı gözüyle bakmaktadır. Peki, Lukacs’ın bu yaklaşımı akla yatkın, kuvvetli bir içerikte midir? Bu yaklaşımı duyarlı, gerekli ayrımları ortaya koyucu ve doğru edebi yargılarda bulunmaya imkan tanımakta mıdır? Ben kendi payıma, Lukacs’ın 1930'lu, 1940'lı ve 1950'li yıllarda yazdıklarının Marksizminden dolayı değil ama, argümanlarının kabalığından dolayı ciddi biçimde sorunlu olduğunu düşünüyorum.

Tabii ki her eleştirmen hatalı yargılara varabilir. Fakat yargıda bulunurken düşülen bazı hatalar, bütün bir duyarlılıkta köklü bir isabetsizliğin bulunduğunu akla getirir. Lukacs’ın yaptığı gibi Nietzsche’yi salt Nazizmin habercisi sayan, Conrad’ı ‘hayatın bütünselliğini resmetmediği’ gerekçesiyle eleştiren (“Conrad aslında bir romancı olmaktan ziyade bir kısa hikaye yazarıdır”) bir yazar, tek tük yanlışlara düşmekle kalmamakta, benimsenmemesi gereken ölçütler ortaya atıyor demektir.

Kaldı ki ben, Kazin’in önsöz yazısında vurguladığı üzere, Lukacs nerede yanılıyor olursa olsun haklı olduğu noktalarda kendisine güvenilebileceğini de söyleyemem. Romanda on dokuzuncu yüzyılın gerçekçilik geleneği ne ölçüde hayranlık uyandırıcı olsa da, Lukacs’ın gündeme getirdiği beğeni ölçütleri yersiz bir kabalığı içermektedir. Zira Lukacs’ın görüşünce her şey, “Eleştirmenin işi ideoloji (Weltanschauung, yani dünya görüşü anlamında ideoloji) ile sanatsal yaratı arasındaki ilişkiye eğilmektir,” düşüncesine bağlıdır. Lukacs, mimetik sanat teorisinin fazlasıyla kaba kalan bir versiyonuna inanmıştır. Ona göre, bir kitap ‘resmetme’dir; kitap ‘tasvir eder’, kitap ‘bir resim çizer’ ve sanatçı bir ‘sözcü’dür. Oysa büyük gerçekçi roman geleneğinin hiç de bu terimlerle savunulmaya ihtiyacı olamaz.

Lukacs’ın söz konusu kitaplarının, ‘geç’ dönem yazılarının ikisi de entelektüel zarafetten yoksundur. Bu ikisinden Çağımızdaki Gerçeklik kesinlikle daha iyi olandır. Özel olarak kitaptaki ilk deneme “Modernizmin İdeolojisi”, kuvvetli ve pek çok açıdan parlak bir saldırıdır. Modernist edebiyatı (kendisi Kalka, Joyce, Moravia, Benn, Beckett ve başka bir sürü yazarı hemen bu kategoriye dahil eder) aslında alegorik karakterde gören Lukacs, bu saptamasına devamla, alegori ile tarih bilincinin yadsınması arasındaki bağı geliştirmeyi sürdürür. Bir sonraki denemesi “Franz Kafka mı, Yoksa Thomas Mann mı?” aynı tezin daha kaba ve daha az ilginç bir ifadesidir. Son deneme olan “Eleştirel Gerçekçilik ve Sosyalist Gerçekçilik” ise, Stalin çağının parçası olan sanat doktrinlerini Marksist bir açıdan çürütme girişimi sayılabilir.

Ne ki bu kitap bile çeşitli açılardan hayal kırıklığı uyandırmıştır. İlk denemedeki alegori yaklaşımı Walter Benjamin'in düşüncelerini esas alır ve Lukacs'ınkinden çok daha incelikli bir yazım ve akıl yürütme örnekleri olarak, Benjamin’in alegori üzerine denemesinden yapılan alıntılar sayfayı kaplar. İroniktir ki, 1940'ta hayatını kaybetmiş olan Benjamin, ‘erken’ dönemindeki Lukacs’ın etkilediği eleştirmenlerden birisidir. Fakat ironi bir tarafa gerçek şudur ki, Benjamin büyük bir eleştirmen iken (“çağımızın tek önemli Alman edebiyat eleştirmeni” unvanını hak eden odur), ‘geç’ Lukacs öyle değildir. Benjamin bize, bir edebiyat eleştirmeni olarak Lukacs'ın ulaşabileceği çizgiyi gösterecektir.

Fransa'da Sartre gibi yazarlar, ayrıca en tanınmış mensupları Benjamin’in yanı sıra Theodore Adomo ve Herbert Marcuse olan Alman yeni-Marksist eleştirmenler okulu, başka şeylerin yanında en azından modem edebiyatın bazı yönlerinin hakkını temsil edebilecek bir felsefi ve kültürel analiz tarzı olarak Marksist (daha doğrusu, radikal Hegelci) konumu geliştirmişlerdir. Lukacs işte bu yazarlarla karşılaştırılmalı ve eksiklikleri bunlara göre değerlendirilmelidir. Ben, Lukacs’ın gerici estetik duyarlılığının arkasında yatan sebeplerle deneyimlere sempati besliyorum; dahası kronik ahlakileştirici yaklaşımına, dar görüşlülüğü törpülemekte kısmen yardımcı olsun diye sırtladığı ideoloji yüküne saygı duyuyorum. Fakat onun beğenisinin entelektüel öncüllerini ya da sonuçlarım, modern edebiyatın en büyük eserlerini yerden yere vuran metinlerini kabullenmem söz konusu olamayacağı gibi; kendi payıma, bu metinlerinin daha sonraki eleştirel çalışmalarını yok saydıracağını da düşünemem doğrusu.

Amerika’daki yeni okur kitlesini dikkate alarak ona yapılabilecek en iyi hizmet, Lukacs’ın daha önceki kitapları olan Ruh ve Biçim'i (trajediyle ilgili tezini de kapsayan bir eserdir), Roman Kuramı’nı ve elbette Tarih ve Sınıf Bilinci'ni tercüme etmek olacaktır. Bunun dışında sanattaki Marksist konuma içerili canlılığı ve kapsamı su yüzüne çıkarmaya yapılacak en iyi hizmet, yukarıda sözünü ettiğim Alman ve Fransız eleştirmenlerin (öncelikle, Benjamin’in) eserlerini tercüme ettirmektir. Ancak bu grubun bütün önemli metinleri biraraya getirildiği zaman Marksizmi, sanatın ve kültürün karşısında önemli bir konum işgal eden akım olarak doğru bir şekilde değerlendirebiliriz.

NOT:

Karl Mannheim, Lukacs’ın Roman Kuramına ilişkin (1920'de yayınlanan) eleştirisinde, çalışmayı “estetik fenomenleri, özellikle romanı daha yüksek bir bakışla, tarih felsefesinin bakışıyla yorumlama girişimi” şeklinde tanımlamıştı. Mannheim'a göre, “Lukacs'ın kitabı doğru bir istikametteydi”. Bense, doğru yanlış yargılarını bir tarafa koyan böyle bir istikamet açıkça sınırlayıcı bir yöneliştir, diyorum. Daha kesin olarak, sanatta Marksist yaklaşımın gerek kuvveti gerekse sınırlılığı, ‘daha üst bakış açısı’na bağlılıktan kaynaklanmaktadır. Adlarını andığım eleştirmenlerin (erken dönemindeki Lukacs, Benjamin, Adomo, vb.) metinlerinde sanatı kendi başına daraltıp, belirli bir ahlaki ya da tarihsel eğilimin hizmetine koşmaya zorlamak gibi bir sorun yoktur. Fakat bu eleştirmenlerin hiçbirisi, en iyi hallerinde bile, nihayetinde bir ideolojinin kalıcılaşmasına hizmet eden belirli anlayışlardan kendilerini kurtarabilmiş değillerdir, çünkü bu ideoloji, bir etik görevler katalogu sayıldığında ne ölçüde cazip görünürse görünsün, çağdaş toplumun dokusunu ve niteliklerini, özgül çıkış noktasını en fazla dogmatik ve onaylamaz bir tutumla kavrayabilmişlerdir. Burada kastettiğim ideoloji ‘hümanizm’dir. Yeni-Marksist eleştirmenler tarihsel ilerleme düşüncesine bağlı oldukları halde, sosyalist olmayan kültürlerdeki çağdaş kültürün ilginç ve yaratıcı özelliklerinin büyük kısmına karşı duyarsız kalmışlardır. Avangard sanatla ilgilenmedikleri, çağdaş sanat üslûplarıyla çok değişik nitelikteki (‘yabancılaşmış', ‘insanlıkdışılaşmış', ‘mekanikleşmiş' buldukları) hayat biçimlerine gözlerini kapattıkları gibi, on dokuzuncu yüzyılda yazan Arnold, Ruskin ve Burckhardt gibi modernitenin büyük muhafazakar eleştirmenlerinin ruhundan çok da uzak bir yerde durmadıklarını göstermişlerdir. Marshall McLuhan kadar güçlü apolitik eleştirmenlerin dahi günümüz gerçekliğinin dokusunu onlardan çok daha iyi kavramış olması tuhaf ve endişe verici bir noktadır.

Yeni-Marksist eleştirmenlerin belirli yargılarındaki çeşitlilik, benim iddia ettiğimden daha az ölçüde ortak duyarlılık bulunduğunu gösteriyor olabilir. Fakat tamamen benzer övgülerin tekrarlandığı göz önüne getirildiğinde bu farklılıklar daha önemsiz görünecektir. Doğrudur, Adorno Yeni Müziğin Felsefesi adlı çalışmasında Schoenberg'i savunmaktadır fakat ‘ilerleme’ adına. (Adomo, Schoenberg savunmasını, onu haksız yere tek bir dönemle, neoklasik dönemle özdeşleştirdiği Stravinsky’yi hedef alan bir saldırıyla tamamlar. Stravinsky geçmişe saldırdığı için,Picasso'nun da maruz kaldığı şekilde müzikal pastişler yaptığı için ‘gerici' diye yaftalanmış, hatta bu yaftalama ‘faşist’ demeye kadar vardırılmıştır.) Öte yandan Kafka, müzik tarihinde Adorno’nun terimleriyle aynı sebeplere bağlı olarak ‘ilerici' sayılacak özelliklerinden dolayı Lukacs’ın saldırısına hedef olmuştur. Kalka alegorik yazıları, metinlerinin tarihdışılaştırılmış dokusundan dolayı gerici, Mann ise gerçekçiliğinden. tarih anlayışından dolayı ilericidir. Oysa benim tasavvurumda, Mann'ın metinleri (biçim olarak geçmişte kalmış, anlaşılmaz parodi ve ironileriyle) başka bir tartışma düzleminde gerici olarak tanımlanabilir. Bir örnekte, yani Kafka’da ‘gericilik’ geçmişle hakiki olmayan bir ilişki kurmakla özdeşleştirilirken; diğer örnekte, yani Mann’da soyutlukla özdeşleştirilmiştir. Bireysel beğenilerin işaret ettiği istisnalara rağmen iki standarda da başvuran bu eleştirmenler, genel olarak modern sanata düşmanca ya da kayıtsızca yaklaşan bir yere konmalıdırlar. Çoğunlukla da modern sanata, kendilerini mecbur hissettikleri noktadan daha fazla yaklaşmazlar zaten. Fransız yeni-Marksist eleştirmen Lucien Goldmann’ın üzerine uzun uzun yazdığı tek çağdaş romancı, Andre Malraux’dur. Goethe, Leskov ve Baudelaire üzerine aynı derecede parlak yazılar kaleme almış olan olağanüstü Benjamin bile yirminci yüzyıl yazarlarına eğilmemiştir. Önemli bir denemesinde hayli yer verdiği yüzyılımızın tamamen yeni büyük sanat dalı olan sinema bile, Benjamin taralından yanlış anlaşılmış, hak ettiği değeri görememiştir. (Benjamin sinemanın geleneğin ve tarihsel bilincin ortadan kaldırılmasının örneklerini verdiği, dolayısıyla bir kez daha!faşizme çıktığını farz etmişti.)

Hegel ve Marx'tan gelen bütün kültür eleştirmenlerinin kabullenmeye yanaşmadıkları şey, sanatın (salt tarihsel düzlemde yorumlanabilirliğiyle kalmayan) özerk bir form olduğudur. Sanatlardaki modern hareketlere canlılık katan özgül ruh sanatın biçimsel özelliklerinin gücünün (duygusal güç dahil olmak üzere) yeniden keşfedilmesine dayandığı içindir de, aynı eleştirmenler modern sanat eserlerine‘içerikleri’ dışında pek yakınlık kuramayacak bir çizgidedirler. Hatta biçim, tarihselci eleştirmenlerce bir tür içerik olarak yorumlanmıştır. Bu yaklaşımı çok açık biçimde gördüğümüz yer, Lukacs’ın çeşitli edebi türleri epik, lirik, yeni-analiz ederken, ‘biçim’de yeniden doğan toplumsal değişime karşı tutumu izah ederek ilerlediği kitabı Tarihsel Roman’dır. Benzer bir önyargıya daha az belirgin, ama aynı derecede yaygın olarak, Hegelcilikleri kısmen Marx'a ama esas olarak sosyolojiye dayanan birçok Amerikalı edebiyat eleştirmenin metinlerinde rastlarız.

Tarihselci yaklaşımda kesinlikle çok değerli yanlar bulunur. Ancak biçim belirli bir içerik türü şeklinde anlaşılabilirse, her türlü içeriğin bir biçim yolu olarak değerlendirilmesi de aynı ölçüde mümkündür (belki bunu belirtmek şimdi daha da önem kazanmıştır). Tarihselci eleştirmenler ve onların bütün takipçileri ancak görüşlerini, sanat eserlerine (sosyolojik, kültürel, ahlaki ya da siyasal belgeler gözüyle bakmaktan ziyade) her şeyden önce birer sanat eseri olarak bağlanmaya uydurdukları zaman, yirminci yüzyılı simgeleyen büyük sanat eserlerine açık hale gelecek ve (günümüzde sorumlu her eleştirmenin yapmak mecburiyetinde olduğu gibi) sanatlardaki ‘modernizm’in sorunları ve amaçlarıyla akıllıca bir bağ kuracaklardır.

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

Edebiyat

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült