Özeleştiri, kişinin kendi beynini ameliyat etmesi gibi, belki kötü bir fikir
olabilir. "Öz", "öz"e tarafsız bir gözle bakabilir mi? Zamanın acımasız,
pişmanlık yaratan havası, uyandırdığı kuşkuları geriye, yaratıcılıkla geçen
bütün bir ömre doğru serip dökebilir; hem de çetin sonuçlar doğurarak:
İngiliz dilinde yazan ilk büyük şair Chaucer, hayatının son demlerinde
yalnızca olağanüstü yapıtının değerinden kuşkulanmaya başlamaz, aynı zamanda
Hıristiyanların nefretinin üstesinden de gelemez ve dünyevi bir ürün
yaratarak günaha girdiğini düşünüp, yapıtını tümüyle reddeder. Benzer bir
biçimde yüzyıllar sonra Cizvit Gerard Manley Hopkins de gösterişli, duygusal
ve belirgin bir şekilde dizemli olan yapıtının papazlara ait yeminin
bozulması olduğuna gittikçe gelişigüzel bir şekilde inanmaya başlar. Franz
Kafka'nın her zaman sert olan özeleştirisi, yapıtlarındaki güçlü imgelerle
mazoşist cezalandırma fantezileriyle, kötürüm etmeyle, bozmayla benzeşen bir
tür kendini yaralamaya dönüşmüş gibidir. Kafka'nın arkadaşı Max Brod'dan
tamamlanmamış romanları Dava ve Şato da dahil tüm yapıtlarını yok etmesini
istemesi hiç şaşırtıcı değildir (Neyse ki Kafka'dan daha berrak ve verimli
bir sağgörüye sahip olan Brod, çok makul bir şekilde bunu yapmayı
reddetmiştir).
Yazınsal denemelerin uzun tarihinde, ne kadar da tuhaf bu kendi kendini yargılamalar! Şu bir sorundur ki, dolaysız, nesnel, teknik düzeltmeleri bir yana bırakırsak, yazarın tüm iyi niyetine karşın kendini yapıttan koparıp ayırma çabası, "yapıt" ını kötü kaderiyle baş başa bırakmaktır: Çok fazla bilmek, çok az bilmenin bir yolu da olabilir. Yoksa nasıl olur da kendimizi, bildiğimiz başka her şeyden daha çok bilmeyi umabiliriz?
Düşünün: Hiçbir ışık enerjisi göz sinirlerinin ucundaki ağ tabakayı uyaramaz: Her insanın görüş alanı içinde kör noktalar vardır. Denilebilir ki baktığımız her yerde görünmezlik noktaları vardır ve bunlar görünmez oldukları için de bir noksanlık olarak dahi hayal edilemez. Bu noktalar, bakan kimsenin gözlerindeki efsanevi "zerrecikler"dir. Bellekte bu noktaların bir benzeri vardır: beynimizin içinde bulutlar gibi bir araya toplanıp yığılan unutkan parçacıklar. Faal ve bilinçli olarak çok nadiren "unuturuz"; çoğu kez yalnızca unuturuz hem de unutmuş olduğumuzun bilincine bile varmadan.
Bireyler söz konusu olduğunda bu olgunun adı "yadsıma dır; tüm kültürler ve uluslar söz konusu olduğundaysa adı genellikle "tarih"tir.
Çehov, Tolstoy'dan başka hiçbir düzyazı yazarının kendisi kadar göklere çıkarılmadığı bir dönemde arkadaşı Ivan Bunin'e, "Kaç yıl boyunca okunmam gerektiğini biliyor musun?" diye sorar. Yedi yıl. "Neden yedi?" diye sorar Bunin. "Pekala, yedi buçuk yıl." Güzelliğin ve özgünlüğün ötesine geçen romanlar, Tess of the D'Urbervilles (Tess) ve Jude the Obscure'un (Adsız Sansız Bir Jude), yazarı Thomas Hardy, roman yazarlığından pek de önem vermeyerek sadece bir meslek olarak söz eder ve bunun şiir kariyerine "geçici" ama ekonomik olarak da zorunlu" bir ara verme olduğunu söyler. Nobel ödülünü aldıktan hemen sonra kendini beğenmişliğin ve alçakgönüllülüğün ölümcül birlikteliği Albert Camus' ye nasıl da musallat olmuş görünür: sanki meslek hayatının seyircilerce kutlanması özel hayatta bir felaket nedeniymiş gibi (Düşüş'te Camus'nün uydurma öykü anlatıcısı, "gülünç" bir kuruntunun kendisine acı çektirdiğinden söz eder: "İnsan kendine ait tüm yalanları itiraf etmeden ölemez... aksi halde ölüm gizlenmiş bir yalancılığı belirgin kılar... gerçeğin bu su götürmez suikastı başımı döndürüyordu...")
Sadece doğru heceyi uygun yere koy, Jonathan Swift'in bir uyarışıydı, bir mükemmelcinin inancıydı.
Ama bu inanç yazarın kabusu da olabilir. "İnsanı sevinçten havalara uçuran" bir güçle sürekli güzel, parlak ve özgün bir şekilde yazmaya çalışmanın gerginliği kendi kendini mahkûm edici ya da sakatlayıcı bir hal alabilir. En tutkulu romanı Nostromo'yu oluştururken mutsuzlaşan mükemmelci Joseph Conrad' m çaresizliğinde hem kendini beğenmişlik hem de alçakgönüllülük vardır: "Sarp bir kayalığın üzerinde duran 14 inçlik bir kalasın üstünde bisiklet süren biri gibi ilerliyorum Eğer sendelersem mahvolurum." İşinden tiksinti duyduğu bir öfke nöbeti sırasında Conrad, neredeyse bir ahmak olacak kadar gerilediğinden, beyninin sulandığını hissettiğinden ve yazmanın yalnızca "asabi bir gücün" sözcüklere "dönüşümü" olduğuna inandığından söz eder (Nostromo, yazarlara özgü böylesi bir gerginliği mi ortaya koymaktadır? Ne yazık ki evet, hem de bütünüyle).
Bununla birlikte ruhbilimsel sakatlanma olgusu, ustalıklı bir kuramsal dönemece de açılabilir; böylelikle yazmanın zorlukları üzerine düşünüp taşınan kimse aynı zamanda insanın evrensel konumu üzerine de uzun uzun düşünür: O zaman eylemsizlik, kararsızlık ve "güçsüzlük" sanatın özneleri haline gelir; Malarme'de, Baudelaire'de, T. S. Eliot'ta ve Samuel Beckett'ta olduğu gibi. Hayatın kendisini oyun dışı bıraktığı duygusu, dilin insanın konumuyla ilgili uzlaşmaz gerçekleri aktarmadaki yetersizliği. Neden devam? Yine de: devam ederiz. Beckett, bu sözde acıklı can sıkıntısını Şiirsel stenografi içinde oyunsallaştırmanın kariyerini yapmıştır: "Hiçlik anları, her zaman olduğu gibi şimdi de; zaman hiçbir zamandı, zaman sona ermişti; sonu düşünürken, öykünün sonunu." (Endgame)
Bazı yazarlara göre kişinin doğuştan getirdiği kuşkular, eleştirmenlerin olumsuz değerlendirmeleriyle daha da büyür: Eğer özünüzle ilgili değersizliğinizin doğrulanmasıysa aradığınız, bunu her an her yerde bulabilirsiniz. John Updike, yazarların iyi eleştirmenlerin yüce gönüllü olduklarına inanmaya başladıklarını, oysa diğerlerinin sizi gerçekten keşfettiğini söyler. Çokça yüceltilmiş bir yazar olan J.D. Salinger'ın meslek hayatının tam ortasındayken neden yayımcılığı bıraktığı 1965'ten bu yana daimi bir sır olarak kalmıştır, aslında Salinger açıkça yazmayı bırakmamıştır: Ama onun son yayımlanan kitaplarına verilen eleştirel yanıtların alay eden ve hafife alan tonu göz önüne alındığında yazarın ağırbaşlı bir sessizliğe gömülmesi anlaşılırdır. (Salinger'ın ölümünden sonra yapıtının yayımlanması eleştirmenlere göre nasıl da beslenmiş bir çılgınlıktı...)
Demek ki, incinmiş fakat meydan okumuş olmanın verdiği bir cesaret gösterisi söz konusu: "Eleştirmenler bana ait herhangi bir şeyi sevdiklerinde içimde bir kuşku uyanıyor" (Göre Vidal).
Çoğunlukla yazarlar, başkalarının yapıtlarını nasıl algıladığı ve yapıtlarının gerçekten ne olduğuyla ilgili olarak çok bulanık görüşlere sahiptir. Sözgelimi çok satan kitaplar Typee ve Omoo'nun genç yazarı Herman Melville durağan, çapraşık, yansılamalı Pierre ya da Belirsizliklerce (neredeyse kendi nefreti içinde boğulan bir roman olan ve kendinden önce gelen Melville romanı Moby Dick kadar kederli bir ticari başarısızlığa uğrayan) kadınlar için bir kase "köy sütü"ne benzettiği çok satan başka bir kitap daha yazmış olduğuna inanmış gibidir. Charles Dickens, açılış bölümünün "fazlasıyla gülünç" ve "budalaca" olmasıyla çoğu okuru dehşetli ve trajik bir biçimde çarpan bir malzemeye sahip olmasıyla gurur duyduğu Büyük Umutlar'ı içtenlikle bir güldürü olarak kabul etmiş gibi görünür. Scott Fitzgerald, geleneksel özellikler gösteren kusurlu yapıtı Tender Is the Night’ın yalnızca büyük bir roman olduğundan değil bununla birlikte James Joyce'un Ulysses'inden çok daha deneysel bir roman olduğundan da emindi. William Faulkner'sa, cansız ve donuk Bir Masal'ının daha önceleri yazdığı görkemli ve özgün romanlar olan Ses ve Öfke’den, Döşeğimde Ölürken'den ve Abşalom, Abşalo!'dan daha üstün olduğundan emindi.
James Joyce, üzerinde on altı yıl boyunca çalıştığı Finnegan'ın Uyanışı’nın İngiliz dilindeki en zor, çapraşık ve emek isteyen romanlardan biri değil de "sade" bir roman olduğuna inanmıştı ya da inanmak istemişti: "Eğer bir bölümü anlamazsanız yapmanız gereken o bölümü yüksek sesle okumak." (Sonra James, yeniden ama daha az abartılı bir edayla itiraf eder: "Belki de bu bir anlamsızlık. İnsanlar ancak bir yüzyıl içerisinde bundan bir anlam çıkarabilecek." Joyce, erkek kardeşi Stanislaus'un şu yargısına da bir karşılık vermez: Finnegan’ın Uyanışı, "İfade edilemeyecek kadar usandırıcı... Edebiyatın yok olmadan önceki budalaca sayıklamaları. Eğer seni tanımasaydım bu kitaptan bir paragraf bile okumazdım.")
Hiç kimse, kendi yapıtı söz konusu olduğunda, Virginia Woolf kadar kararsız değildi. Belki de bunun nedeni, yapıtını saplantılı bir biçimde düşünmesi ve analiz etmesiydi. Kasım 1936'da meslek hayatının kendisini en çok zorlayan romanı Yıllar’ın Elyazmaları’nı incelerken, güncesine şunları yazar: "Ümitsizce birinci bölümün sonuna kadar okudum: ruhsuz, kesin bir umutsuzluk... Öylesine şüphesiz bir biçimde kötü ki. Bir fiyasko olan baskıları L.'e götürmeli ve onları okumadan yakmasını söylemeliyim." Ama Leonardo Woolf yapıtı sevdiğini, hatta onu "olağanüstü güzel" bulduğunu söyler (Leonardo yalan söylüyordur ama bir önemi yok: Virginia bunu bilemez.) Virginia, güncesine belki de yapıtının kötülüğünü abarttığını yazar. Birkaç gün geçtikten sonra yeniden yapıtın kötü olduğunu yazar. "Bir daha asla uzun bir kitap yazma." Ama bundan birkaç gün sonra: "Yıllar’la ilgili olarak kafamda her ne olursa olsun mutsuz olmaya gerek yok. Bana öyle geliyor ki sonunda başarıya ulaşacak. Her şeye karşın sıkı, gerçek, güçlü bir kitap. Kitabı henüz bitirdim ve kendimi biraz yüceltilmiş hissediyorum" Daha sonra yenilgiyi kabullenerek sonunda bir başarısızlık olabileceğini de yazar ama artık kitapla işi bitmiştir. Ne var ki, ilk eleştiriler coşkundur: Woolf, "birinci sınıf bir romancı" ve "büyük bir lirik şair" ilan edilir. Aşağı yukarı herkesçe Yıllar’ın bir "başyapıt" olduğu söylenir. Bir iki gün sonra Virginia şunları yazar:
Kendimle ne kadar da ilgiliyim! Bugün az çok silkinmiş ve kendine gelmiş hissediyorum, zihnim tıka basa dolu. Çünkü cuma günü Listener'dan Edwin Muir ve Life and Letters'dan Scott James tarafından kolum kanadım kırılmışa ve yüzüme tokat yemişe döndüm. Her ikisi de güçlü bir şekilde haddimi bildirdi: E.M., Yıllar’ın ruhsuz ve düş kırıklığına uğratıcı olduğunu söylüyor. Aslında James'in de söylediği aynısı. Tüm ışıklar sönükleşti; kalemim yere düştü. Ruhsuz ve düş kırıklığına uğratıcı böylece kitabın iğrenç bir sütlaç gibi olduğunun farkına varıyorum küf kokulu bir başarısızlık. İçinde hayat yok... Şimdi, sabahın 4'ünde bu sızı beni uyandırdı, bu şiddetli sızıya katlandım... Ama [sonra] sızı kayboldu; Empire Review'da 4 satırlık iyi bir eleştiri vardı. Kitaplarımın en iyisi: bunun bir yararı oldu mu? Pek olduğunu düşünmüyorum Ama haz... tamamen gerçek. İnsan bir şekilde, övgüden çok keyif bütünlük, güç hissediyor.
(Yıllar, Birleşik Devletler'de hiç beklenmedik bir biçimde en çok satanlar listesinin başına yerleşir ve dört ay boyunca da orada kalır. Bugün yaşamın, bir Monet tablosundaki ışığın değişken inceliği gibi akıp gittiği özgün başyapıtları Deniz Feneri'nin, Bayan Dalloway'in ve Dalgalar’ın aksine, en başarısız Virginia Woolf deneylerinden biri olarak kabul ederiz ve garip bir şekilde donuk ve uyutucu" içinde hayat yok" buluruz.)
Pek çok sayıda seçkin yazar, eski yapıtları yeniden yazarak ve "geliştirerek" meydan okumanın cazibesine kapılmıştır: W.H. Auden, Marianne Moore, John Crowe Ransom hemen akla gelenler. Gençlik enerjisini geride bırakanlar, yaşlanmak üzere olanlar ve öyle görünüyor ki zaman zaman da intikam almaya niyetli yaşlılar eski çalışmaların hakkını vermek ister: Onlar, deneyimin kuşkulu bilgeliğiyle aynı oranda budamak, düzeltmek, yeniden gözden geçirmek ister. Meslektaşı şair George Seferis, özellikle de Auden'ın ”1 Eylül 1939"la oynamasını kınamıştır (Bu uyarlamada meşhur dize "Birbirimizi sevmeli ya da ölmeli" değişikliğe uğrayarak, "Birbirimizi sevmeli ve ölmeli" ye dönüşmüştür başka bir uyarlamada ise bu dizeyle birlikte dizeyi içine alan dörtlük de tamamen atlanmıştır). Seferis, böylesi bir düzeltmeyi "ahlaksızlık" ve "bencillik" olarak görür, çünkü bu şiir Auden'ın özel mülkiyetinden çıkalı çok olmuştur. Buna karşılık W. B. Yeats'in ömür boyu süren "düzeltme", kendi adlandırdığı biçimiyle "ruhunu anlama" saplantısı aşağı yukarı her zaman geçerli bir nedene dayanırdı; tıpkı Henry James'de ve bildiğimiz kadarıyla Emily Dickinson'da olduğu gibi (Dickinson, sözüm ona çabucak tamamladığı kısa mektuplarının bile sayısız karalamasını yapardı). D.H. Lawrence, Seçme Şiirler için ilk çalışmalarını yeniden yazarken belki de içtenlikli şiirleri başlangıç için çok kötü olduğundan onları epeyce geliştirmiştir. (Bununla birlikte Lawrence, kendi yapıtının şunları söyleyebilecek kadar sağgörülü bir eleştirmeniydi: "genç bir adam kendi kötü ruhundan korkar ve zaman zaman da eliyle bu kötü ruhun ağzını kapatarak onun yerine konuşur. Bu nedenle ben, kötü ruhun söyleyeceklerini söylemesine izin verdim ve genç adamın zorla burnunu soktuğu bölümleri de çıkarıp attım" Seçme Şiirler'e Notlar, 1928)
Katıksız bencilliğin cehaletine verilecek çok, denilebilir ki pek çok örnek vardır: Ünlü Amerikan yazarlarının en haşini Ernest Hemingway, düşsel bir boks / yazarlık maçında Turgenyev'i ve Maupassant'ı yendiği ve Stendhal'le de iki kere berabere kalarak dövüştüğü için böbürlenir: "Sanırım sonuncusunda benim üstünlüğüm vardı." Kısa kurmaca edebiyatın Thomas Mann, William Faulkner, Willa Cather, Katherine Anne Porter, Eudora Welty ve Hemingway gibi ustalarının çağdaşı John O'EIara, sık sık, "Kimse benden daha iyi kısa öykü yazmıyor," diyerek övünür. Daha eski ve çokça onurlandırılmış bir şair olan Robert Frost, seyircilerin arasında oturup bir başka şairin şiirlerini seslendirdiğini duymanın kendisi için çok zor olduğunu söyler, özellikle de şairin yapıtları çok kabul görmüşse. Ve (John Cheever tarafından) zekice şöyle denmiştir: Rus şair Yevtuşenko, "yirmi fit uzaktaki bir kristali kırıp dökebilecek" bir egoya sahiptir. Nabokov'sa kendisinin Dostoyevski, Turgenyev, Mann, Henry James ve George Orwell dahil diğer yazarlardan daha üstün olduğuna inanırdı.
* * *
Yaban Ördeği'nde Ibsen "hayat yalanı" ndan hayatı olanaklı kılan ve bize umut veren o kaçınılmaz düşten söz eder (her ne kadar bu mantıksız bir umut olsa da). Bazı yazarlara göre hayat yalanı gerekli: Onlar bir dehaya sahip olduklarına inanmak zorundalar, yoksa yazamazlar. Gerçek hayatla çok dramatik bir biçimde çatışmadığı sürece böyle bir görüşte yanlış olan bir şey yok.
İnsanın kendi hakkında güvenilir bir düşünceye sahip olması için özneyi tanıması gerekir, belki de bu olası değil. Kendimiz hakkında ne hissettiğimizi biliriz ama tıpkı pencereden içeri sızan ışığın koyuluğu gibi, ruhsal durumumuz da saatten saate değişir. Hissetmek, bilmek anlamına gelmez; güçlü hisler, bilginin önüne geçer. Bana kendim hakkında neredeyse hiçbir fikrim yokmuş gibi geliyor. Yalnızca yapabileceğimin en iyisi olduğuna inandığım yapıtları yayımlıyorum ve de bunun ötesinde bir yargıya varamıyorum. Hayatım benim gözümde bir bardak su kadar berrak ve artık hiç de çekici değil. Benim için üzerine düşünmesi çok daha sebatsız olan yazarlığımsa, başkalarının beyinlerinde (ya da Auden’ın daha etkili bir şekilde dile getirdiği gibi bağırsaklarında) yer edecek ama benim için hakkında yargıya varması güç, kaçamak bir konu olarak kalacak.