Ernst Jandl ile 1977 kışında, İstanbul'da tanıştım: Alman Lisesi'nde öğretmen olan bir tanıdığın evinde bir plağını dinleyerek. Plak, herhalde en başta evin 56 yaşlarındaki oğlunca, o kadar çok sevilip sık dinlenmiş olacak ki, cızırtılarla doluydu. Bu cızırtıların ardında hiç de kaybolmayan bir erkek sesi bağırıp çağırarak, birtakım hırıltılar gürültüler, fısıltılar kükremeler, ıslıklar,‘homurtular çıkararak şiir okuyordu diyemeyeceğim, daha çok, benzerlerini olsa olsa kendi başımıza, en iyi ihtimalle aile içinde, arkadaşlar arasında, "laf olsun diye" yaptığımız cinsten dil oyunları okuyordu. Çiftlik hayatından söz eden bir metin vardı mesela, "kekekekekeçiler mememememeliyor / tatatatatavuklar gıgıgıgıgıdaklıyor" ve buna benzer bir dizi cümleden oluşuyordu ki, ortaya çıkan şey çiftliğin tasvirinden çok seslerinin aktarılarak canlandırılması gibiydi. Tabii, ailenin en genç üyesinin plaktaki bu gibi şiirleri ezbere bildiğini söylememe gerek yok.
Ernst Jandl ile ikinci karşılaşmam 1980 kışında Hamburg'ta, gene bir öğretmen evinde oldu. Plaktan bildiğim bir şiiri bu sefer kocaman bir afiş olmuş, bir oda kapısını süslüyordu. Jandl'ın şiiri bakımından tipik bir yönü olan bu afişli karşılaşmaya aşağıda gene döneceğim; ilk tanışmamın plak yoluyla olmasının da Jandl açısından tipik bir yönü var, çünkü Jandl'ın yazdıkları öncelikle "ses şiirleri". Gerçi şiir türünü zaten, ritm, asonans, aliterasyon, kafiye gibi değerlerinin hakkını verebilmek için sesli okumak gerektiği ileri sürülebilir. Ama Jandl'ın şiirlerinin belli bir bölümü için geçerli bir şey sesli okunmak zorunda olmalarıdır. Çünkü Jandl Alman yani Almanca konuşulan ülkeler şiirinde, ilk defa olmasa bile, ilk defa büyük bir tutarlılıkla dilin "sıfır noktası" diyebileceğimiz en temel düzeyini şiire sokmuştur; hem de gündelik dilin içine serpiştirilmiş bir yan öğe olarak değil, şiiri bu temel düzeye, seslere indirgeyerek.
Jandl'la bu kitapta (belki, daha önce Necatigil'in birkaç çevirisi yoluyla) karşılaşan Türk okuru bu şiirle Garip akımı arasında bir benzerlik görmeden edemeyecektir. İki tarafta da edebiyatın yerleşmiş ve bağlayıcı sayılan değerlerine karşı gündelik konuları ve dili şiire sokma çabası vardır. Orhan Veli ve arkadaşları şiirde "şairanelik" adını verdikleri tutuma karşı çıkarlarken sadece küçük bir üslup değişikliği getirmiş olmuyorlardı. Bu akımın yeniliği, halkı ilgilendiren konuları şiirin içeriğine layık görmesi veya şiiri halkın konuşma diliyle yazar olması da değildir; çünkü bunları Garip'ten önceki hececi şairler de, hiçbir yaygaraya yol açmaksızın, gerçekleştirmişti. "(...) Kesem diyor müskirat hiç / Sana yaramıyor Seyfi" türünden aleladeliklerden sonra Süleyman Efendi'nin nasırını aslında o kadar "garip" karşılamamak gerekirdi. Garip'in yaygaraya yol açan yeniliği şiirin vezin, kafiye gibi biçimsel özelliklere dayalı, içine girene korunmuşluk duygusu veren yapısını yıkmasıdır.
1943'te liseyi bitirdikten sonra silah altına alman ve çok geçmeden esir düşerek İngiltere'de bir kampa gönderilen Jandl sonradan kurtuluş olarak nitelediği esirlikten İngilizcesini bir hayli ilerletmiş ve Gertrude Stein'ın düzyasını tanımış olarak döner. şiir yazmayı ileriye bırakmış, lise edebiyat öğretmeni olmak üzere yüksek öğrenim görmeye koyulmuştur. Bir yandan da, G. Stein, Kurt Schvvitters, Hans Arp, August Stramm türü bir radikalliği nasıl geliştirebileceğini düşünüyor olsa gerektir. şiire başladığı 1952 yılında, yazdığı İşaret'te (s. 19) bir "durum muhasebesi" yapar: Geleneksel sanat biçimleri kırılmıştır; bu arada ifadesini bulmak isteyen bir şeyler de vardır, ne var ki bunun nasıl olacağı daha pek belli değildir.
Almanca konuşan ülkelere Nazi egemenliğinden miras olarak "müptezel bir dil" (bir diller üzre, 125) kalmıştır. Rejimin elinde Almanca, sadece Jandl için değil, savaş sonrasında yazmaya başlayan birçok Alman yazarı için Orwell'in 1984'te anlattığından geri kalmayanbir kirlenme geçirmiştir. Bu durumda en iyisi, sadece "yöntemlere, tekniklere" değil, cümlelere, kelimelere bile "topyekûn kaybolmuş" (ışıtmak üzre, 127) gözüyle bakmak olacaktır. Yeni şiirin nasıl olacağını deneyerek bulmaktan başka "çıkar yol" (nice yollar, 15) yoktur.
Ayrıca, şiir açısından, söz konusu dönem Theodor W. Adorno'nun "Auschwitz'ten sonra şiir yazılamaz" dediği dönemdir. Jandl'ın ülkesi Avusturya, halkının ezici çoğunluğunun isteğiyle Nazi Almanyası'yla birleşmiş, savaşı yarasız beresiz atlatmış, savaş bitince de, Nazi egemenliği dönemini uzun boylu bir hesaplaşmaya girmeden kapatmıştır. Kültür sahnesinin Nazilere karşı olan isimleri ülkeye dönmekte, dergilerin, yayınevlerinin, radyoların başındaki yerlerini almaktadırlar. Savaş sırasında da önemli bir kesintiye uğramayan kültür işletmesi eski minval üzre yürümeye devam etmektedir.
"Viyana Grubu" ve "somut şiir" akımları bu ortamda oluşur. Gerhard Rühm, H. C. Artmarın ve Jandl, aralarındaki farklar (ve kavgalar) bir yana, edebiyatın artık yepyeni bir şey olması gerektiği inancı içinde yazmaktadırlar. "Bu şiir 'somut'tur; çünkü dilin içindeki imkanları gerçekleştirerek dilden yapılma nesneler üretmektedir (didaktik soyut bir yaklaşımla, dilin dışında varsayılan nesneler üzerine ifadeler getirmez; yanılsamacısoyut bir yaklaşımla, dilin dışında varsayılan imkanların gerçekleştirildiği sanısını uyandırmaz)." Bu tanımın dilin kendi dışında çağrıştırdığı nesnelerden ayrı düşünülebileceği sonucuna varan aşırılığı ileride giderilecek, geriye şiirin öğretici ve yanılsamaca yaklaşımlarının reddi kalacaktır: "Kelimeler üzerinde çalışan kişi anlamlar üzerinde çalışıyor demektir. Anlam kelimeden ayrılmaz. (...) Kelimelerin herhangi bir bileşimi, metin belli bir içerik gözetilerek değil, içeriksiz bir dil kalıbı olarak yazılmış da olsa, anlamların bileşimi olur."
Kelimenin anlamından sarfınazar eden somutluk ile bu anlamla hesaplaşan somutluk anlayışı arasındaki fark bu derlemedeki ştsrıgrmm (35) ile başlayan şiir örneğinde görülebilir. Metni ilk okuyup Jandl'ın "ses şiirleri" için iyi bir örnek sayarak çevirmeye kalktığımda düştüğüm yanlış anlamayı belki açıklayacağı için, sessiz okuduğumu itiraf etmeliyim, anlamın ilk satırdaki yedi sesin tek başlarına ve bileşimler halinde yaptığı çağrışımlarda olduğunu düşünmüştüm. Belki Jandl’ın ihtiyarlık izlekli şiirlerinin, belki ölüler diyarından’ın da etkisinde kalarak, bu metinde sessizliğe çağrı, uyku, horlama, dişlerin takırdaması gibi çağrışımlar, yani anlamdışı somutluk, görüyordum. İkinci okuma biçimi ise, gene bu tür bir somut şiir okumasıydı ve ilkinin bütünüyle ters yönünde bir sesler çağrışımı getiriyordu: makina tıkırtıları, basınçlı hava hışırtısı, fabrika üretimi, vs... Almanca imlasıyla schtzngrmın'ı böyle birbirine aykırı iki yoruma açık olduğu için özellikle ilginç ve içerdiği sesleri Türkçe'nin imlasına aktarmak yoluyla pek de kolay çevrilebilir bularak bu derlemeye almaya karar verdim.
Meğer bu yorumlar bir "yanlış" anlamaya dayanıyormuş, verimli denebilecek cinsten bir yanlış anlamaya. Anadili Almanca olan biri için, hele savaş görmüş kuşaktansa, bu ses dizisinin bambaşka bir çağrışımı var: ştsngrın "Schützengraben [avcı siperi]" kelimesinin ünlülerinden arındırılmış hali; bu metinde "vokal" yok; çünkü "Savaş şarkı söylemez" (Jandl). Bu çağrışımla okumaya girince, karşımıza mitralyöz sesleri, füze ıslıklarıyla savaş aleyhtarı bir şiir çıkıyor yoksa bu seslerin "çelik fırtınası"na (Ernst Jünger) övgü olduğunu söylemeye imkan var mı?
Jandl’ın ilk şiirleri 19521956 arasında dergilerde yayınlanmaya başlar; ilk kitabı Andere Augen [Başka Gözler, 1956] kendi deyimiyle "hiç su yüzüne çıkmamış, batıp gitmiş"tir. 1956 martında İngiltere deneyimlerini işlemeye koyulur ve ortaya prosa aus der flüstergalerie [fısıltılar galerisinden nesir, 1956] çıkar. Dilin gündelik iletişim amaçlarından sıyrılmaya başladığı bu kitabın yayınlanışı, 'kuluçka dönemi' ifadesini doğrulamasına, bir üretim boşluğu izler. 1957 başında gene yazmaya başlar Jandl: Ocakta 6, şubatta, martta 22, nisanda 32 şiirden sonra üretim gene inişe geçer; mayısta 12, haziranda 11 ve yılın geri kalan yarısında toplam 15 şiir ortaya çıkar. Bu üretimin çarpıcı yanı sadece çokluğu veya çizdiği yükseliş düşüş eğrisi değildir. Söz konusu şiirlerin çoğu Jandl için klasik olmuş, onun söyleyiş biçimine damgasını vurmuş şiirlerdir; arkalarından gelen susuş dönemiyse herhalde şairin kendisini tekrarlamaktan kaçınmasıyla açıklanabilir.
Bu hızlı üretim dönemi Jandl için yazar olarak olumsuz bir gelişmeyi de beraberinde getirir. Nene Wege [Yeni Yollar] dergisi mayıs 1957 sayısında kısaltılmış olarak prosa aus der flüstergalerie'yi ve yeni şiirlerden yedi tanesini yayınlayınca, yukarıda tutuculuğundan söz ettiğimiz kültür ortamında kıyamet kopar. Karaçalıcı tonuna Türk okurların alışık olduğu türden bir kampanya başlar Jandl aleyhine: "Hakiki edebiyatın yanında, kendine böbürlene böbürlene 'edebiyat' adını veren bu tür ürünleri de okuyan genç insan zamanla, hele ki bunları tekrar ve tekrar okursa, sadece zevkini ve edinmiş olduğu muhakeme kabiliyetini değil, daha da fenası, güzele olan inancını da kaybedecek, biz öğretmenlerin içinden kendisini çekip kurtarmayı görevimiz ve hayatımızın öz hedefi bilmemiz icap eden, ucuz ve iddiasız edebiyat ürünleri seviyesinde dağılıp gidecektir." Gelen tepkiler sadece derginin editörü Friedrich Polakovics'in istifasına yol açmakla kalmaz: Jandl için tam on yıllığına radyo dahil olmak üzere her türlü yayın imkanı kapanmıştır. Edebiyat ortamı, anlaşılan Türkiye'nin karşılaştırdığımız döneminde belki çoktan kaybedilmiş bir özgüvenle, geleneksel değerlerine sahip çıkmaktadır; öyle ya, ne Garipçiler böyle bir otosansüre uğramıştır, ne Nazım Hikmet, şiirlerinin yeniliğinden ötürü.
Jandl’ın bir sonraki kitabı ancak on yıl sonra, 1966'da basılabilecektir: Otto F. Walter Laut und Luise’yi [Sessizce] yayınlamaya cüret eder. Anlaşılan, Avusturya'da on yıl içinde pek bir şey değişmemiştir. İzlediği yenilikçi yayın çizgisinden dolayı, yönettiği VValter yayınevinin sahipleri olan aile büyükleriyle arası zaten bir süredir gergin olan yönetmenin işine, Jandl’ın bu kitabının çıkmasından kısa bir süre sonra, derhal son verilir.
Böyle, on yıl süren bir 'susuzluğa' nasıl dayanabildiğini Jandl şöyle açıklıyor: "Andere Augen ile Laut und Luise arasındaki on yıldan ilk beşi yayınsız geçti denebilir. İkinci beş yılda, kısmen Almanya'da olmak üzere, küçük dergilerde bir şeyler çıkmaya başladı. Bu on yılı herhalde pek kazasız belasız atlatamazdım, eğer elimde öğretmenlik mesleğim, İkincisi de, Friederike Mayröcker'le ilişkim olmasaydı. 1954'te tanışmıştık; onun Larifari'si [Falan Feşmekan] benim Andere Augen ile aynı dizide çıkmıştı. Onun bir sonraki kitabıysa keza ancak 1966'da. Biz de bu on yıl birbirimize tutunduk. Yıllarca, ana konularımızdan biri 'Nasıl etsek de bir daha bir şey yayınlayabilsek?' oldu."
1966'yı izleyen yıllarda toplayacaktır Jandl uzun şairlik geçmişinin meyvelerini. 1968'de, MayröckeEle birlikte, Savaş Körleri Radyofonik Oyun Ödülü'nü, 1974'te Georg Trakl şiir Ödülü'nü, 1976'da Viyana Belediyesi Edebiyat Ödülü'nü, 1978'de Avusturya Devlet Ödülü'nü, 1980'de Mülheim Oyun Yazarlığı Ödülü'nü, 1983'te Steiermark eyaletinin "Manuskripte" ve Anton Wildgans ödüllerini, 1984'te Georg Büchner, 1985'te Alman Plak Eleştirmenleri, 1987'de Kassel Mizah, 1988'de Alman Küçük sanat, 1988'de Frankfurt Radyofonik Oyun, 1990'da Peter Huchel, 1995'te Friedrich Hölderlin ödüllerini kazanır.
Ama bu başarılar onyıllarca gecikmiş bir saygınlığın kuru meyveleri değildir. Bu ödülleri daha çok 68 sonrası hızla değişen kültür ortamında Jandl’ın birdenbire kazandığı popülerliğin ifadesi olarak görmek gerekir. Bir yandan politik sağın temsil ettiği otoriter yapılara karşı mücadele ederken geleneksel sol gerek reel sosyalizm, gerek Batı solunun otoriter yapıları karşısında da fena halde hayal kırıklığına uğrayan 68 hareketi Jandl’ın şiirine sahip çıkmıştır.
Yeri gelmişken, Jandl'ın aldığı, yukarıda sayılan ödüller arasında adı geçmeyen, ama şairin sonunda ulaştığı popülerliği göstermesi bakımından bir ödül sayılabilecek bir doğum günü hediyesini analım: Alman basınının yaramaz çocuğu, 68 hareketinin içinden gelen die Tageszeitung gazetesi 1 Ağustos 1990 günkü 1. sayfasını 65 yaşını dolduran "Elnst Jandr"a ithaf etmektedir: Bu sayfada bütün Elerin yerine 1, bütün l'lerin yerine r dizilmiştir, ikinci sayfada ise, çevirmeni şairle bir oda kapısında karşılaştıran o afişin içeriği, Jandl'ın lichtung[1] başlıklı şiiri yeniden basılmıştır (bkz. s. 5051). Bu metinde sadece rechts "sağ" kelimesinin Esi links "sol" kelimesinin Esiyle değil, bütün Eler bütün Elerle yer değiştirmiş bulunmaktadır: "ne büyük bir yanırgidil, kimirelinin dediği üzele, sağ ire sorun bilbiliyre kalıştılıramayacak kadal aylı şeyrel orduğu!"
Böyle bir popülerliğin şiirini "aydınlanmış kitle edebiyatı" olarak gören Jandl'ı hiç rahatsız etmediğini söylemeliyiz. Başından, ve özellikle 68 hareketiyle birlikte yeniden keşfedilmesinden sonra, metinlerini yalnız geleneksel dergi ve kitaplarda değil, afiş, plak, konser gibi 'yeni medya'yla da yayınlayan Jandl edebiyatçılar içinde, kolay okunurluğun sığlık demek olmadığını gösteren örneklerdendir. Jandl "politik" şiir yazmaktadır, belki gene 68 hareketinin politikayı partiler sahnesinde oynanan oyun değil, toplum tabanındaki ilişkilerin eleştirel olarak biçimlendirilişi anlamında yeniden değerlendirmesine paralel bir anlamda "politik": "İnsanın yazdığı şey, ola ki bir anlamı varsa, daima okurun tasavvurlarına el atan bir şeydir. Aynı şekilde yazar kendi de, her yeni metinle, ola ki bu metnin bir anlamı varsa, sadece sanat hakkındaki değil, dünya hakkındaki tasavvurlarını da genişletir, değiştirir. Bu, sanırım, politika oluyor."
Bu sonsözü, Jandl'ın bu derlemedeki çeviriler elverdiği ölçüde izlekleriyle, yöntemleriyle uğraşmayı okura bırakıp kitabın kapsamının bir hayli dışında kalan iki yönüne değinmeden bitirmek istemiyorum. Birincisi, caza Jandl. Daha 1966'da okurlarından olan bir cazcının çağrısına uyarak ilk konserine çıkar Jandl piyanoda: Dieter Glawischnig, basta: Ewald Oberleitner, vokalde: "ses şiirleri"nin ritmiyle Jandl. Bunu ikili, üçlü konserler izler; daha sonra, 80'lerin başında NDR Big Band ve yönetmeni Glavvischnig'le ortak yapımlar başlar; Vierına Art Orchestra'nın çeşitli müzisyenleriyle, yerine göre, ikili, üçlü, dörtlü, beşli oluşumlar halinde konserler düzenlenir; 95'te ise, Erich Meixner'in armoniği eşliğinde, rap'ten esinlenerek seslendiği stanzen'i [maniler] gelir. Bu arada, Jandl'ın "zımbırtı müziği" dediği ciddi müzik branşı da çoktan şairle ilgilenmeye, metinlerini seslendirmeye başlamıştır.
Jandl "bu yüzyılın en önemli müzik biçimi" diye baş köşeye oturttuğu cazda insan hayatının başka hiçbir alanında bulamadığı, cennete layık özellikler görür: "Caz bana bugünün ve geçmişin, edebiyat dahil, her çeşit sanat türünden daha çok heyecan ve sükunet, gerilim ve gevşeme, zihinsel ve duygusal keyif veriyor. Caz bizim Avrupa müziğimize hemen hemen kaybolmuş bir şeyi yeniden kattı: Doğaçlamanın yüce sanatını. Duke Ellington orkestrasının içindeki, diyelim Cootie VVilliams' ın bir solosu, klasik orkestra müzisyeninin üretmekle yetinmek zorunda olduğu türden bir yorum değildir; bu solo daha çok, bir bestenin parçası niteliğinde bir doğaçlamadır, öyle ki, Ellington'un besteci kimliğini zedelemeden, Cootie Williams'ı yaratıcı müzisyen yapar; besteci bestesini sadece seslerle, tınılarla değil, eşlik ve eşitlik temelinde, canlı ve kendi başlarına yaratıcı müzisyenlerle yapmıştır. Caz Batı demokrasisinin, bizim demokrasimizin müziksel ifade biçimidir. O yüzden de bizde [özellikle Nazi döneminde Ç.N.] hor görülmüştür."
Jandl’ın 'hayatı, sanatı, eserleri'nden söz ederken adı anılmadan geçilemeyecek birisi varsa, 1954'ten beri hayatını paylaştığı Friederike Mayröcker'dir. Jandl/Mayröcker çifti bu beraberliğin getirdiği işbirliğinden söz etmeyi pek sevmez, konuyu "sürekli özendirmeler", "karşılıklı denetim ve ortak üretim" gibi kısa ama yoğun ifadelerle özetler. Oysa ortaklaşa yazılmış şiirler vardır, bir dizi radyo oyunu, birbirine paralel olarak yazılmış radyo oyunları ve bütün bu radyo oyunlarındaki birçok öğenin gerek Jandl’ın gerek Mayröcker'in sonraki şiirlerinde yeniden ortaya çıkışı... Bir araştırmacı içinse, izledikleri temalar arasında yazar çiftlerde eşine ender rastlanan türden bir uyuşma vardır: "İnsanın yarılmışlığı, insanlık ütopyaları, çocukluk ve ölüm".
Romantizm'den bu yana yazar çiftler vardır ve bir o kadar zamandır böyle beraberlikler sorunlu olmuştur. Birinin çalışma ritmi öbürününkine uymaz, birinin üretken dönemi öbürünün içine kapanışına rastlar, birinin ünü arttıkça öbürü unutulur... Çoğu zaman da, hayat arkadaşından gelen eleştiri, hele iki yazar da aynı dalda çalışıyorsa, hiç hoş karşılanmaz, ne kadar nesnel de olsa, özel hayatı etkiler. Özel hayatın yakınlığından doğabilecek çatışmaları Mayröcker/Jandl çifti iki ayrı evde oturarak çözmüş görünüyor. Yazı hayatında ise, aynı türlerde yazmalarına rağmen, her biri özerkliğini yeterince koruyabilmiş. "O hafif sanatlardan YANA, ben buna KARŞI, o Somut Şübin pürist biçimlerinden YANA, ben buna KARŞI, o Serbest Caz'dan YANA, ben buna KARŞI, vs., yani onca anlaşmanın yanında aynı zamanda bir anlaşmazlık var" (Mayröcker). Farklılıkları kabul edip bunlarla başa çıkmanın yollarını aramak başarılı bir yazar beraberliğinin tek reçetesi olmasa da, herhalde önemli bir unsuru.
Elbet, bu çiftten her birinin eserinde ötekinin etkisiyle, katılmasıyla oluşan yerler gösterilebileceği gibi, ötekinin kastedildiği yerler gösterilebilirdi. Ama bu derlemenin amacı, ikilinin sadece bir üyesini kendi başına biraz tanıtabilmek. Öbür üye ise, dergilerde çıkmış tek tük şiirleri dışında, bizde zaten hiç tanınmıyor. Aralarındaki 'hukuk'a saygının bir işareti olarak bu yazıyı Mayröcker'den bir çeviriyle bitirelim:
Çağrı
Hayatım:
bir seyirkutusu,
küçük manzaralar
içinde, rahvan insanlar
geçip giden hayvanlar
dönüp dönüp gelen tanıdık tablolar
birden çağrılınca adım
kalmıyorum artık esintisiz görünüm
renkli pırıltılı sahneler içinde durduğum yerde
dönüyor dönüyorum kızışmış yanan bir teker gibi
iniyorum dik yamaçtan aşağı
dünün tekmil tabuları rüyalarından sıyrılıp
yabancı, devingen bir hedefe yönelik:
seçeneksiz
ama sabırsız bir yürek
Kaynak: du. 5 / 1995, s. 35
[1] Bu çeviri gerçi şairin ne yapmak istediğini ortaya koyuyor, ama Türkçe'de karıştırılan 1 ve r seslerinden yalnız biri sağ ve sol kelimelerinde bulunduğundan şiirin nüktesinden uzak kalıyor. Umarım, s.51'deki çeviriler daha başarılı olmuştur. - lichtung Almanca'da, Richtung olarak okunursa "yön", "Lichtung" olarak okunursa "kayran, ormandaki aydınlık alan" anlamına gelir.