“Şairler dünyanın meçhul yasa koyucularıdır.”
Shelley
Yıllar önce, hukukçu bir öğretim üyesi, “Edebiyat ve Hukuk” başlıklı bir seçimlik dersin hukuk fakültesi ders programında yer aldığını öğrenince, alıngan bir tavır ve ses tonuyla, “niye haberim yok peki; bu ders benim alanıma girer. Telif haklan değil mi?” diye sormuştu. Onunki sevimli bir yanlış anlamaydı yalnızca; ama ne tür bir dersin sözkonusu olduğunu sezen hatırı “sayılır sayı”da öğretim üyesi de hoşnutsuzluklarını çeşitli vesilelerle belirtmekten geri kalmamış, böyle derslerin icadını çok “fantezist” bulduklarını ifade etmişlerdi. Bu dersin verildiği fakültelerden birinde, zorunluluklar bazı derslerin kaldırılmasını gerektirince de, yönetim gözden çıkarılabilecek ilk seçimlik dersin bu olduğuna karar vererek, hukukçuya özgü edebiyat aşkının göz yaşartıcı bir örneğini sergilemişti. Yerden göğe kadar da haklıydı:
Gözyaşı da gözden çıkarılır, ama yine de değerlidir...
Bu tutkulu aşkta bugün de bir değişiklik olduğunu sanmıyorum. Ama köprülerin altından sular aktı ve de ruhen ona yakınlaşamasak bile, gözlerimizi içine girmeye çalıştığımız bir sistemin sergilediklerinden kaçıramıyoruz. Yaygın bir seçimlik ders yelpazesi içinde, geleneksel zihniyetle “fantezist” bulunan başka seçimlik dersler yanında, “Edebiyat ve Hukuk” gibi bir dersin de hukuk eğitimi içinde yer aldığını, bu konuda çalışmalar yapıldığını, kitaplar yazıldığını görüyoruz.
Tabii eski köye yeni adet çabuk gelmez. Daha on yıl kadar önce, otanazi üstüne bir hukuk doktora tezinin savunulması sırasında, jüri üyelerinden biri, kendisine özgü veciz üslubuyla, “yahu iyi hoş da, neden böyle uçuk bir konu seçtin?” diye, bu “hiç duyulmamış ve karşılaşılmamış” sorunu işleyen tez sahibini sorgulamıştı... Kendi tezi ise, ülkede aynı konuda yazılmış olduğunu tahmin ettiğim 13.228 hukuk tezinden biriydi...
Bu “direngen” zihniyet sayesinde, “eski köy” hala kendini koruyor: Yarıyıl esasına geçmiş gibi yapılıyor, ama klasik zorunlu derslerin sayısında azaltmaya gidilemediği gibi, bu dersler, iki yan yılın ayrı iki dersiymişçesine, aslında bir yıl okutuluyor ve adet yerini bulsun diye, garnitür olarak, yanlarına sınırlı sayıda seçimlik ders koyuluyor. Ama bu kredi sınırlamalarıyla ve bu iki yarı yıllık aslında bir yıllık ama iki sınavlı zorunlu derslerle, günün koşullarının dayattığı yaygın, zengin ve çok disiplinli bir ders yelpazesini devreye sokmanın imkansızlığı ortada. Dahası, içine girilmeye çalışılan sistemin yöneldiği üç yıllık hukuk eğitimine böyle nasıl ayak uydurulabileceği de belli değil. Ya da belli, ama kaçınılmaz son elden geldiğince ertelenmeye çalışılıyor; babadan kalma usulle... Bu milli bir haslettir; yanlış anlaşılmasın elbette tarihi koşullardan kaynaklanır: Tabiat uluslar yaratmaz, onları adetleri ve yasaları oluşturur.
Yöktü möktü, gül gibi geçinip gidiyoruz ulusça...
Neyse, bu girişle, bir “Edebiyat ve Hukuk” dersinin gerekliliğini kanıtlamaya çalışmıyorum. Yalnızca böyle derslerin, farklı zihniyetin hakim olacağı bir hukuk eğitiminde, başka dersler yanında makul bir yerleri olacağını söylüyorum. Yoksa, bu tür derslere şu sırada verilen göstermelik önem, içinde kalakaldığımız yoksa saplandık mı?yerde gerçekten de bir fanteziden öteye gitmez. Ama beni de kimse hali hazır durumun tamamını bir büyük “fantezi” olarak görmekten alıkoyamaz; çünkü günün gerçekliği bütünüyle es geçiliyor.
Bu büyük fantezi içinde, ona karşı fantezist olmak varsa kaderde, “telif’çi hukuk zihniyetini aşan bir “Edebiyat ve Hukuk” dersinde hangi yöntemin izleneceği araştırılabilir:
Ama dikkat! Eğer üniversiteye kapağı atmış hukuk öğrencilerine, “Edebiyat ve Hukuk” dersinde iyi yazmayı, konuşmayı ve düşünmeyi öğretebileceğinizi sanıyorsanız, hüsran sınav kağıtlarında sizi bekliyor olacaktır... Üniversite eğitimi bazı eksikliklerin artık kapatılamayacağı bir aşamadır... Demek istediğim şu: Her derste olması gerektiği gibi, derse ve kendimize yüklediğimiz önemden ve bundan kaynaklanan ölçüsüz bir misyon duygusundan kurtulmak şart her şeyden önce. Hayale kapılmayalım...
Bu dersin hukukçuya edebiyatı sevdirmek ve “ince ruhlu, çiçek sever hukukçular” yetiştirmek gibi imkansız ve anlamsız bir misyonu olamaz, çünkü zorla güzellik de olamaz; seven sever sevmeyenin üstüne fazla giderseniz, nefret eder. Zaten makul olan da, makul bir öğrenci için, az sayıda dersi sevip, diğerlerinden nefret etmektir (Tüm derslerini ve hocalarını seven, fakültesine, üniversitesine ve içinde bulunduğu her şeye tapan bir insandan daha sıkıcı bir yaratık olabilir mi dünyada?)... Edebiyatın ve genel olarak sanatın yüceliği ve vazgeçilmezliği üstüne bıktırıcı biçimde tekrarlanmış, sulu gözlü ve yavan bir söylemin de sözü edilen nefreti pekiştirmekten başka şeye yaramayacağını kabul etmek gerekir. “Edebiyat ve Hukuk” dersi bu yöntemsiz ve sahte amaçlı kısır çerçeve içinde kalacaksa, makul öğrenciyi bir de edebiyattan nefret ettirmemek için, en iyisi bu dersten vazgeçmek olacaktır. Şu “ilham perisi”ni de gömelim artık...
Bu dersten nefret eden hukukçular ise, savlarını temellendirebilmek için yukarıda söylenenleri gönül rahatlığıyla kullanabilirler; telif hakkı istenmeyecektir, çünkü konumuz “Edebiyat ve Hukuk”...
“Edebiyat ve Hukuk” bir telif hakları dersi değilse, öncelikle ve daha amatör edebiyat sever hukukçulara özgü bir çerçevede, “hukuk içinde edebiyat”ı düşünen bir hukukçunun dersi olabilir. Bir meslektaş, yıllar önce, “ben zamanında asistanken, entellektüel bir hukukçu arkadaşım sayesinde, ne kadar az edebi eser okuduğumu görmüş, bir yaz boyu oturup klasikleri hatmetmiş ve de bitirmiştim" demişti. Görev tamamlandı komutanım, kışlaya dönüyoruz! Klasikler yiyici bu hukukçunun vereceği bir dersten değil, bana kalırsa ona yanlış örnek —hem de pek nadir rastlanan bir tür— olan entellektüel hukukçunun verebileceği dersten söz ediyorum. İlk akla gelen yöntemi, yani hukuki sorunlara eğilen edebi metinleri, hukuk içinde kalmaya gayret ederek, seçip ayıran bir ders... O zaman adı da “Edebiyat ve Hukuk” yerine “Hukuk ve Edebiyat” olmalı1...
İki büyük örnek, bu zihniyetin şekillendirdiği bir derste, şaşmaz ve de komik biçimde hemen ele alınacaktır: Kafka’nın Dava’sı, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı... Olur mu olur da, ne kadar iyi olur acaba? Ders seçimlik değilse, öğrencilerin büyük bir çoğunluğunu bu kitaplardan da, yazarlarından da tiksindirir mutlaka. Hem de hukukun ve edebiyatın hayata ilişkin şeyler olduğunu göz ardı ettirip, özgül bir disiplin içine, onu ilgilendiren bir şeyi bütünden ayırıp çekerek, fazla kompartıman hukukçusu kalma ve kaldırma tehlikesi yaratır. Yani Kafka’nın Dava'sı “canım o da zaten bir hukukçuymuş” denilerek “hukuk içinde” bir kitap sayılabilir (Geçmiş olsun; değildir!). Öyle olduğu sanılırsa, hayata ilişkin müthiş bir kitap ve de hayatın müthiş zenginliği atlanmış olur. Çünkü onlar kompartımanın dışındadır ve aslında hukukun aranması gereken verimli yer de orasıdır.
Böyle bir arayışa uygun başlangıç örneği, Salah Birsel’in Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu’da “İki Tehlikeli Adam” bölümünde anlattıkları ya da bir şiiri yüzünden başına gelenler[1] [2] olabilir. 28 Şubat 1942’de Birsel’in “Bulut Geçti” adlı şiiri İnkılapçı Gençlik dergisinde yayınlanır:
Sen şimdi kocanın evinde oturursun Ve saçların artık eskisi gibi değil Geceleri yemekten sonra Çorap söküğü dikersin Belki de ellerin soğan kokar Senin kocan bir suratı çirkin adam Ağzı açık uyur
Ve senin vücudun bozulur çocuk doğurdukça.
Bu Şiirin neden olduğu edebi hukuki kavgayı uzun uzadıya anlatmaya gerek yok; Birsel çok güzel anlatıyor çünkü. Hukuki bir süreci bile anlatmanın bir üslup meselesi olduğunu ve bu konuda da iyi yazılabileceğini öğreterek... Sonuçta, “yok artık!” dedirtecek biçimde, Birsel’in bu şiir yüzünden verilebilecek hapis cezasını kıl payı savuşturduğunu öğreniriz. Aslında kamuoyuna ve kamuoyunu oluşturanlara, hakim siyasi ve hukuki zihniyete bakılırsa, Birsel hapse girmekten şans eseri kurtulmuştur. Çünkü Refik Halit Karay şiir hakkında şöyle buyurmuştur: “Bence bu şiir, yalnız evlenmeyi kötülememektedir; genç kızları ere varmaktan, evli olmaktan şiddetle tiksindirdikten başka, onları sadece bir eğlence ve nefis körletme vasıtası olarak tanıdığını da anlatıyor, oynaşlığa, sürtüklüğe heveslendiriyor”. İstanbul Cumhuriyet savcı yardımcısı Hilmi Davaslıgil de adaletin şaşmaz kılıcını kaldırarak haykırmıştır: Bu şiir “aile mevcudiyetini ve aile kurmak esasını sarsacak ve kadınlığın ana olmak hususundaki fikri temayülünü zayıflatacak” niteliktedir ve Birsel “açıkça çocuk doğurmamayı telkin” etmektedir. Bilirkişiler Orhan Seyfi ve Mithat Cemal ise tiz perdeden ahlakçılar korosuna katılmışlardır: “Bulut Geçti” ahlak —ve aile bozucudur.
Bulut ve ahlak! Bilin bakalım hangisi daha gerçek! Ama buluttan nem kapanlar da mazur tabii; ahlaktan değil, hep buluttan yana olan bir “Edebiyat ve Hukuk” dersi almamışlar ki! Sahi, dersin adını “Bulut ve Hukuk” diye değiştirmeli mi acaba? “Sevgilinin saçma dokunmamak” için, “hangisi daha gerçek” diye sormaktan kaçınıyorum...
Bu olay, öğrenciler için iyi bir örnek sayılabilir... Şiiri yüzünden Birsel’in başına gelen hukuki ahmaklık saçmalık karışımına gülüşürlerken, onlara tehlikenin ortadan kalkmadığı, bugün de bir başka düzlemde ifade edilmesi suç sayılan benzer şeyler olduğu anlatılabilir. Kuşkusuz bunlara da belli bir süre geçtikten sonra gülünebilecek ya da ağlanabilecektir. Ama anlamak, ağlanacak hale gülmekten iyidir. Şunu anlamaktan sözediyorum: Yıllar boyu, hukukçular, bilirkişi olarak, karşılaştıkları her edebi ya da edebi olmayan metinde suç unsuru bulmayı keyifli bir alışkanlığa dönüştürüp rekor üstüne rekor kırdılar; şu sırada yere göğe sığdıramadığımız ve kendilerine mezar beğenemediğimiz sanatçılar ise yargılanıp mahkum oldular, baskıya uğradılar, sürüldüler, öldürüldüler. Bu unutulmuş gibi yapılırsa, “hukuki hafızai beşerin de gerçekten nisyan ile malul” olduğunu söylemek gerekir.
Açık ve yakın tehlike mevcuttur. Bugünün ve geleceğin hukukçuları acaba ifade özgürlüğüne ve ona sonsuzca muhtaç olan yaratıcılığa nereye kadar saygılıdır? Marquis de Sade’ı okutmaya görün; “Marki’yi Yakmalı mı?” diye soramazsınız bile; çoğunluğun onu yakmaya eğilimli bir ruh halinde olduğunu anlarsınız yalnızca. Ama ondan sonra da çerçeve halka halka büyür elbette. Hayata ve bir çağa ilişkin müthiş bir sorgulamayı, iki yetişkinin kendilerini kurulu düzenin ve değer yargılarının dışına çıkaran biçimde seçtikleri bir ilişki üstünden aktaran Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ını da kolayca ateşe atarız o zaman! Anlattığı dönemin ünlü bir davası üstünden hukuk ve adalet üstüne yazdıklarını öğrencilere sunma imkanından kendimizi yoksun bırakarak... Nazizm’in Avusturya’ya hakim olması üzerine ülkeden kaçan bir yazar sözkonusu olduğu için bu örneği veriyorum... Yoksa “yakılacak kitap”, katli vacip yazar çok... Duymak ve görmek istemediğimiz şeyleri kulağımıza ve gözümüze sokmaya çalışan... Ama biz de “direngen”iz... Feministleri, eşcinselleri, transseksüelleri, azınlıkları, göçmenleri, ateleri, vicdani retçileri ve genel olarak kutsal ya da ahlaki saydığımız şeylere saygı göstermeyenleri, onları savunanlarla birlikte sustururuz... Acaba bu ruh haliyle, Nazi Almanyası’ndaki kitap yakma törenlerinde ya da Stalin döneminde Isaac Babel’i ölüme yollayan duruşmada hakim olan zihniyetten çok mu uzaktayız? Ve geleceğin hukukçularına, yasaklayıcı ve baskıcı zihniyetin ifade özgürlüğünü yokederken, her türlü yaratıcılığı da nasıl kuruttuğunu ve zaten muhafazakar bir disiplin olan hukuk içinde bu zihniyetten korunmanın nasıl zor, ama tam da bu nedenle nasıl gerekli olduğunu anlatmanın iyi bir yolunu bulmak zorunda değil miyiz?
Burada bir “Edebiyat ve Hukuk” dersinin ölçülü nedeni belirebilir: Hukukçu tehlikeli olabilecek biridir. Bilirkişi raporu yazar, iddianame sunar, karar verir, savunur; derse de girer bu arada. Yani insanların geleceğini biçimlendirir. Ve bu oyunu da, sayısız örnekte görülebileceği gibi, acınacak kadar dar bir çerçevede oynayabilir. Hiç ufku olmayacak ya da bulutların hiç farkına varmayacak kadar kör ve cahil olabilir. Şaşmaz sandığı doğruların, değerlerin, hukuk ve adalet anlayışının, siyasi yargıların, sosyal görüşün çok kısa bir süre sonra geçerliliklerini yitirebileceğim, hatta gülünçleşebileceğini ve onu trajikomik bir konuma düşürebileceğini, ama daha önemlisi, başkalarına ne kadar zarar verebileceğini sezemeyebilir. Yalnızca “Edebiyat ve Hukuk” dersi değil, başka dersler de, bu nedenle, insanları bazı hukukçuların ufuksuzluğuna karşı koruyacak önlemlerin alındığı dersler olmalıdır. Özerkliklere ve farklılıklara saygı duymayı öğrenme dersleri...
Bu ders, tüm derslerin de olabileceği gibi, bir özerklikler dersine, herkes için, ama herkes adına öncelikle hukukçu için, vazgeçilmez bir derse dönüşebilir; elbette “seçimlik”, çünkü “özerkliklerin ve farklılıkların seçimi” bunu gerektirir...
Ve ondan sonra da yürünür. Yaratıcılığı önleyen yasaklayıcı zihniyetle kavgadan bir kez alnımızın akıyla çıkabilirsek... Edebiyat sever hukukçular olarak değil, bu kez, hayatla özdeşleşmiş bir hukuk zihniyetinin edebiyattan da diğer sanatlardan ve disiplinlerden de uzak kalamayacağını hiçbirini ölçüsüzce yüceltmeden bilen ve bu konuda çalışan, kafa yoran, çalıştıran ve kafa yorduran insanlar olarak... Ders vermekten, dersten, sınav ve not kaygısından filan uzaklaşarak ve uzaklaştırmaya çalışarak, hoşgörüyle ve parlak olan her şeyi engelleyen ihtirasa da mesafeli kalarak... “Budur, başkası da olamaz” denen, ama olup bitmiş, olagelmiş ve olası dünyalardan yalnızca biri olan bu dünyaya biraz uzaktan ve eleştirel bakarak... Ve o zaman Kafka’yı yeniden okuyup Dava’da bize ne anlattığını sezerek...
Muhterisler kifayetsiz mi olur? Ya da Dostoyevski’nin dediği ve çağımızın ısrarla tersine inandığı gibi, zenginlerin akıllı olması mümkün değil midir? Bana kalırsa, yalnızca “Edebiyat ve Hukuk” dersi değil bütün hukuk dersleri dersin adının ne önemi var!Shakespeare’in Hamlet’e, Yorick’in kafatasından önce, bir başka kafatasının önünde söylettikleriyle ve hepimizin kafatasının önünde söyletecekleriyle başlamalı[3]:
İşte bir tane daha. Bu niye bir avukat kafası olmasın? Nerde şimdi o ufacık ayrıntılar, ince eleyip sık dokumalar, davalar, icralar, dolaplar? Şu kaçık sersemin, pis küreğiyle kellesine pat küt vurmasına niye ses çıkarmıyor, niye şiddet kullanmaktan dava etmiyor onu? Hımm! Şu adam belki de zamanında büyük bir arsa alım satımcısıydı; senetleriyle, ipotekleriyle, tapularıyla, bilirkişileriyle bir arsa tüccarı. Güzelim kellesi güzelim pislikle dolmuş. Bu mu şimdi senetlerin senedi; tapuların tapusu bu mu? Neye bilirkişilik edecek şimdi bilirkişileri? Eni boyu bir çift faturadan küçük şu arsaya mı? Alıp sattığı arsaların belgelerini toplaşan şu sandığa sığmazdı, oysa sahibine daha fazla yer düşmüyor işte, ha?
[1] Malaurie’nin kitabı sözkonusu yaklaşımı sergiler ve Hukuk ve Edebiyat. Bir Antoloji adını taşır. Philippe Malaurie, Droit et Litterature. Une Anthologie, Cujas, Paris 1997.
[2] Salâh Birsel, Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu, Sander, İstanbul 1976, s. 171-174.
[3] William Shakespeare, Hamlet, Remzi, İstanbul 2007, s. 191.