Sartre'ın ünlü Varlık ve Hiçlik adlı kitabının ikinci başlığı "Essai
d'Ontologie Phenomenologique", yani "Fenomenolojik Varlıkbilim
Denemesi". Georg Lukacs da yüzyılımızın en önemli felsefe kitaplarından
biri olan Tarih ve Sınıf Bilinci'nde bir araya getirdiği felsefe
yazılarına "Deneme" adı veriyor. Felsefe tarihinde daha birçok hacimli
ve güç anlaşılır kitap var, "Deneme" diye adlandırılan. Ayrıca, salt
bilimsel konuları işleyen denemeler de yazılmış. Deneme geniş kapsamlı
bir kelime; konu ve biçim bakımından birbirinden çok farklı yazıları
içine alıyor. Ama biz bugün "Deneme" dediğimiz zaman genellikle,
"Edebiyat lürü olarak deneme"yi düşünmeye eğilimliyiz. Felsefe ya da
bilim denemelerini ayrı tutuyoruz bundan. Edebiyat türü olarak
denemenin, kendine özgün yanlan var. Yine de, "deneme"nin, gösterdiği
dış farklara ve çeşitliliklere rağmen, genellikle bir iç birliği; ortak
bir özü olduğu söylenebilir. Kelimenin anlamının da gösterdiği gibi,
ister felsefe, ister bilim, ister edebiyat denemesi olsun, hepsinde, ele
alınan konuya, değişik açıdan yaklaşma, yeni bir gözle bakma, araştırma,
sorma, sınama çabası ağır basıyor. Otuz kırk yıl öncesine kadar bizde
denemeye, "Kalem tecrübesi" deniyordu. Böylece kesin sonuçların
açıklanmasından çok, bir irdeleme ve yaklaşım çabası olan denemenin özü,
bu deyimle de belirtilmişti.
Çoğunlukla, felsefe denemesi ile edebiyat denemesi birbirine karışır; aralarında apaçık görünen sınırlar yoktur. Deneme deyince akla ilk gelen eserler bunun belirgin örnekleri. Montaigne'in ya da Bacon'ın denemelerini düşünelim. Montaigne tarih, edebiyat, politika gibi konulara değinir; genellikle insanoğlunun manevi dünyasını kuran değerler üzerinde durur; dostluk, iyilik, bilgelik vb... gibi. Latin edebiyatından gelen ve eski Yunan'a dayanan bir geleneğin sonucudur bu. Manevi değerleri araştırma açısından, bambaşka bir biçimde yazılmış olmasına rağmen Eflatun'un gençlik dönemi diyaloglarını da birer deneme saymak gerekir. Bilindiği gibi, bu diyaloglarda manevi değerlerin özü araştırılır; cesaretin, dostluğun, bilgeliğin "ne olduğu" sorulur; bir tanım verilmek istenir, ama çoğunlukla, irdeleme, eleştirme ve yaklaşma ağır basar; kesin bir sonuca ulaşılmaz.
Edebiyat türü olarak denemede, edebiyatın öteki türlerine oranla düşünce ağır basıyor; deneme edebiyatla felsefenin kesişme noktasında yer alıyor. Bu türde, edebiyat içi konular da ele almıyor; yani bir edebiyat türü yine edebiyata kendisine yöneliyor; herhangi bir yazarı, eseri ya da bir edebiyat sorununu irdeliyor. Bu ikinci durumda, deneme, edebiyat incelemesine ve eleştirisine yaklaşıyor. Bu tür yazının en iyi örneklerini İngiliz ve Amerikan edebiyatlarında buluyoruz. Bizde eleştirel deneme sözü pek yok; oysa Anglo-Saksonlar, öteki türlerden ayırmak için, edebiyatı konu alan denemelere bu adı veriyorlar; "Critical Essays" diyorlar. Bizdeki deneme inceleme sözü de, sanırım bu tür yazıları belirtmeye yönelen bir deyim. Edebiyatın kendi bilincine varması, kendini kavraması açısından bu türün çok önemli olduğu söylenebilir. Genellikle deneme ve özellikle edebiyat türü olarak deneme bizde, belki de en az gelişmiş bir tür. (Bu durum edebiyat tarihini aşan daha genel ekonomik, sosyal ve kültürel nedenlerin sonucu.) Fıkra ve makale, denemenin de yerini dolduruyor gibi. Fıkra, her zaman bir çözüm ve yorum getirir; belli bir ileri sürüşü kapsar. Okuru rahatlatan, hazırlop çözümler sunan; düşünme ve irdelemeden çok, bilgi veren bir tür. Makale de öyle; bir konuda bilgi veriyor, özet yapıyor; yorum getiriyor. Özellikle, bizde, eski bir geleneği olan ama hem içerik (bugün, gazetelerdeki fıkralarda, belediyenin çöp toplama hizmetini aksatmasından, diyalektik materyalizme kadar her çeşit konu ele alınıyor) hem de biçim bakımından değişikliğe uğramış olan fıkra türünün yaygınlığını ve etkisini incelemek ilgi çekici bir olay olacaktır.
Edebiyat türü olarak deneme deyince, edebiyatımızda ilk akla gelen de, Ataç'tır. Ataç, genellikle edebiyat konularını ele aldığı denemelerinde, alışılagelmiş yaygın düşünceleri ve beğenileri sarsan, şüpheci, araştırıcı, cesur bir tavır takınmıştı. Edebiyat bilgisinin genişliğine rağmen felsefi düşüncesinin ve dünya görüşünün hayli sığ ve dar olması, bizde daha sonraki ve bugünkü deneme anlayışının oluşumu üzerinde derin izler bıraktı. Edebiyat türü olarak da denemenin, Ataç'ın da beğendiği örneklerden (Gourmont, Gide, Hazlitt, vb.) çok "söyleşi" (sohbet) türüne doğru kayması yine Ataç'ın etkisidir. (Eski kuşaktan Tanpınar, yeni kuşaktan Prof. Nermi Uygur gibi başarılı yazarlar bu etkinin dışında kalmışlardır.) Söyleşi, deneme özelliği taşımakla birlikte, düşünce ve irdeleme açısından, denemeye oranla yüzeyde kalan, ilgi çekici, meraklandırıcı değinmeleri kapsayan bir tür olarak; bir üslûp gösterisi olarak ortaya çıkıyor bizde. Bu durumuyla, söyleşinin, kaynağını kendisinden aldığı Alain'in "Propos"lan ile ne ölçüde ilişkisi olduğu üzerinde ayrıca durmak gerekir.
Milliyet Sanat Dergisi'ne gönderilen ve jüriye sunulan denemelerde de, genellikle söyleşi havası ağır basıyor. Yazıların uzunluk bakımından sınırlanmasının da bunda etkisi olabilir. Her şeye rağmen, derece alan ve övgüye değer yazıların, ele alman konuya, değişik açıdan bakan, alışılagelmiş görüşleri sarsan, irdeleyici, aydınlık getirici, yeni sorulara yöneltici başarılı örnekler olduğunu söylemeliyiz. Düşünce yazıları açısından hayli zayıf olan edebiyatımıza, yeni bir canlılık getirmeleri bakımından, yarışmada derece alan yazarları ve Milliyet Sanat Dergisi yöneticilerini kutlamak gerekir.
'Toplumcu edebiyat" sözünden, ilk ağızda hiç bir şey anlamıyorum. Bu sözün bence anlam kazanması için, irdelenmesi, çözümlenmesi gerekiyor. Buradaki "toplumcu" sıfatı herhalde "sosyalist" yerine kullanılıyor. Yani söz konusu olan "sosyalist edebiyat". Ernst Fischer, kapitalizmden sonra kurulacak yeni toplum düzeninde, insanlığın yeni bir sanat dönemine "sosyalist sanat" yaratışı dönemine geçeceğini söyler. Ama sizin sorduğunuzun bu olmadığım sanıyorum. Bizde "toplumcu" sözcüğü çoğunlukla "bireycinin" karşıtı olarak kullanılıyor. Bu anlamda "toplumcu sanat" bireyi değil, grupları, sınıfları, toplumu ele alan, dünyayı onlar açısından algılayan ve yeniden kuran bir edebiyat olacak. Tanım böylesine genişletilince, eski çağlarda da bir "toplumcu edebiyat"tan söz edilebilir. Örneğin, feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde, bireye karşı yani kapitalizmin üzerinde temellendiği yeni gerçeğe karşı eski düzeni, kamusal yapıyı işleyen ve tu tan bir edebiyat, bu durumda "toplumcu bir edebiyat" olacaktır. Ama aynı zamanda gerici, tutucu bir edebiyat olacaktır. Sanıyorum sorduğunuz bu da değil, 'Toplumcu" sözcüğünün ilk karşılığına yeniden dönersek, edebiyatın bir üretim biçimiyle belirlendiğini görüyoruz. O zaman "sosyalist edebiyat"ın yanı sıra "kapitalist edebiyat"tan, "feodal edebiyat"tan, "köleci edebiyat"tan, "sınıfsız ilkel toplum edebiyatı'ndan ve de "Asyatipi üretim edebiyatından söz etmek gerekir. Ama böyle bir şey olabilir mi? Sanmıyorum. * Militan dergisinin 'Toplumcu Edebiyatımız" konulu soruşturmasına yanıt.
Çünkü bu tanımlamalarda, edebiyat kendisine bağımlı olduğu, ama kendisini doğrudan doğruya ve salt olarak belirlemeyen bir gerçekle, yani bir üretim biçimiyle tanımlanmış, belirlenmiş oluyor. Yani edebiyat olgusu, tanımlanmamış oluyor. Üstelik Fischer'in dediği gibi, böyle bir edebiyat sosyalist üretim biçiminin gerçekleştiği bir tarih alanında ortaya çıkabilir. Geçiş halinde bulunan toplum ve uluslarda, burada ele aldığımız kesin anlamıyla bir "sosyalist edebiyat"tan söz edilemez. Çünkü üretim tabanı henüz gerçekleşmemiştir.
Soruya bir de dışardan bakalım. "Toplumcu edebiyat'ı benimsediklerini söyleyen yazarlar var. Bu yazarlar, Marx'çı felsefeyi ve dünya görüşünü kabullendiklerini, belli bir sınıf açısından ve bu sınıf yararına eser yarattıklarını söylüyorlar. Bu durumda ele aldığımız edebiyat akımı, önce bilgiyle tanımlanmış oluyor. Felsefe tarihinde üzerinde önemle durulmuş ve Marx'çı felsefe içinde çok tartışılmış bir konudur bu. Örneğin, Lukacs ve Brecht ya da Garaudy bu konuda ters görüşler ileri sürerler. Demek ki, Marx'çı düşünce bu konuda fikir birliği göstermiyor ve sözünü ettiğimiz yazarlar da Marx'çılığa bir ölçüde aykırı düşüyorlar. Gerçekten de bilgi (burada Marx'çılık söz konusu) ile edebiyat ve genellikle sanat birbirinin yerine konabilir şeyler midir? Sanmıyorum. Başka bir deyişle, edebiyat yaratışı bilgiye indirgenemez. Nasıl ki bilgi de edebiyat yaratışına indirgenemez (Oysa böyle bir görüş, bazı romantikler özellikle Alman romantikleri tarafından savunulmuştur. Heidegger'in Hölderlin konusundaki çözümlemelerinde görülür, vb.). Kaynakla da (burada söz konusu olan belli bir sınıftır, yani işçi sınıfı ya da proletarya), edebiyatı ve sanatı tümüyle ve edebiyat ve sanat olmaklığı açısından tanımlamak kabil değildir. Böyle olsaydı, tarih alanına çıkan her sınıfla birlikte yeni bir sanat ve edebiyatın ortaya çıkması, ondan sonra gelen sınıfla, başka bir sanat ve edebiyatın sıfırdan başlaması gerekirdi. Başka bir deyişle, "gelenek", "geçmişle hesaplaşma", "bireşim ve aşma" gibi sorunlar söz konusu olmazdı (Oysa Nazım'ın bu sorunlar üzerinde ne ölçüde ısrar ve dikkatle durduğunu hatırlayalım). Kuşkusuz, edebiyat, toplumsal bir olay olarak, toplumsal ve ekonomik koşullarca belirlenir. Bu edebiyatın sosyolojik yanıdır. Ama edebiyatın bu koşullara bağımlılığa görece (nisbi) bir bağımlılıktır; mekanik ve kesin bir bağımlılık değildir. Başka bir deyişle, edebiyat, tarih ve toplum tarafından belirlendiği ölçüde ve belki ondan da daha fazla, kendi iç varlığıyla, özgüllüğüyle, kendisini ayrı bir iş, bir etkinlik, bir praksis olarak ortaya koyan yanıyla belirlenir ve varolur. Bu da edebiyatın estetik yanıdır. Aradaki ilişkiyi görmek ama ikisini birbirine indirgememek ya da karıştırmamak gerekiyor. Bir edebiyat akımı (burada "toplumcu" akım söz konusu) edebiyat olarak, yani insanın iç ve dış dünyasını değişikliğe uğratıp egemenliğine almasını sağlayan bir eylem, bir praksis olarak, bilgi, kaynak ve yarar (bir sınıfa yararlı olmak gibi) açısından değil, bu praksisin belirli bir türü, belirli bir formu olarak tanımlanmalıdır. Böylece genel insan praksisi içinde özel bir form olan edebiyatı ve bu form içinde belirli bir akımı tanımlayabiliriz. (Böylece, mantık kuralları uyarınca cins ve tür ayrımı çizgisini izlemiş ve özgül bir praksis türünü bir başka özgül praksis türüyle bilgi, sosyal praksis yani sınıf ve sınıf mücadelesi ya da ahlaki bir değer yani yararlı olmakla tanımlamak hatasına düşmeyiz.)
O zaman karşımıza şu durum çıkıyor. 'Toplumcu edebiyatçı olduklarını söyleyenler, aslında "gerçekçi" olduklarını söylemek istiyorlar. Gerçekçilik, edebiyatın iç belirlenmelerinden biridir ve çeşitli tarih ve toplum evreleri içinden geçerek belli bir gelişim gösterir. Natüralizmden, izlenimcilikten köklü olarak ayrıdır. İç ve dış gerçeği (bireyi ve toplumu) derin ilişkileri ve tümlüğü içinde kavrar, biçimlendirir ve insanlaştırır. Bu etkinlik, bu praksis gerçekleştiği zaman, özlenen savaşkanlık, eylem ve yarar da zaten gerçekleşir.
Bu noktaya gelince eleştirel ve sosyalist gerçekçilik kavramlarıyla karşılaşacağız. Lukacs, eleştirel gerçekçiliği inceden inceye açıklamıştır. Sosyalist gerçekçiliğin, ortaya çıkış koşulları, Sovyetlerde ve başka ülkelerde geçirdiği serüvenler karşılaştığı sorunlar bizde de artık biliniyor. Çağımızda, sosyalist olan ya da olmayan ülkelerde, bu iki akımın ağır bastığı besbelli. Bir geçiş döneminde, hem varolanı eleştiren hem de olacak olanı dile getirmeye çalışan bu iki tür gerçekçiliğin büyük sanat yaratışlarına kaynaklık ettiği görülüyor. Edebiyatın kendi özel alanı, özgüllüğü, görece bağımsızlığı ve indirgenemezliği üzerinde durduktan sonra, çağın dünya görüşü (Marx'çılık) ve bu görüşün getirdiği yaşama ve eyleme biçimi ile edebiyatın (sanatın) ilişkileri üzerinde de kısaca durmak gerekir.
Henri Lefebvre, "estetik bilinç"ten söz eder. Sanatçıların, eski çağlarda olduğu gibi, yaptıkları işin sonuçlarından habersiz kalmalarının günümüzde söz konusu olamayacağını söyler. Gerçekten de, bugün, tarih ve toplum gerçeklerinin saydam hale gelmesi, sanatçıyı ve edebiyatçıyı büyük sorumluluklarla karşı karşıya bırakıyor. Bu saydamlığı sağlayan bilgi, edebiyat yaratışında "dolaylı" olarak yararlı olabilir ve bu, özlenen bir şeydir. Geleceği kuracak olan öğenin yani emeğin yanında yer alması, edebiyatçının dünyayı daha geniş bir açıdan kavramasını sağlayabilir ve eserinin "yaşayabilirliği"ni artırabilir. Ama bu olanak aynı zamanda bir sığınma ve kolaycılığı da içinde taşıyor. Bu da madalyonun ters tarafı. Bazı yazarların, gerçek edebiyat yaratışının, praksisinin yerine toplumculuğu koymaya çalıştıkları; edebiyat dışı ölçütleri, edebiyata uygulamaya kalkıştıkları görülüyor. Bu sadece bizde değil hemen her ülkede görülen, kasvetli bir çabadır. Yıllar geçtikten sonra bu tür tartışmaların bir cümlesi büe hatırlanmayacak. Ama gerçek edebiyat verimleri için bunun tam tersini söylememiz gerekir. Kısacası "genellikle dünyada ve özellikle bizde toplumcu edebiyatın sorunları", edebiyatın sorunlarıdır. Ama "çağımızın edebiyatının, "yaşayacak edebiyat"ın sorunları...