Her ülkede gündelik dili o ülkedeki güncel eğilimlerin, yani bir anlamda
güncel siyasanın büyük ölçüde etkilediği bir gerçek. Ama Türkçe gibi hemen
her on yılda bir değişen siyasal rüzgarların etkisiyle savrulan, sürekliliği
kesilip biçilen, edebiyatla bağlantısı gitgide böylesine seyrelen bir dil
daha var mı, bilmiyorum. O yüzden olacak, dilimizin gelişiminin ilginç bir
tarihçesi var. Şimdi masal gibi geliyor, ama kırk yıl kadar önce akıcı bir
Türkçeyle düşünebilmek ve yazabilmek adına dilimizi zamanla yamalı bohça
haline getirmiş yabancı öğelerden olabildiğince temizlemeye gönül vermiş
aydınlar vardı: yazarlar, çevirmenler, dilbilimciler, bilim adamları.
İlkin mecliste başlayan 'dil kirlenmesi' televizyon kanalları aracılığıyla topluma yayıldı. Film ya da dizi seslendirmelerinde 'alright'lar tamam, 'okey'ler oldu sözcükleriyle Amerikancadaki dudak hareketlerine göre karşılandığından peki ya da evet unutuldu. Sonraları ana caddelerimiz, o dizilerin adlarını kapışan Dallas barları. Flamingo mağazalarıyla dolup taşmaya başladı. Bu Talan Rüzgarı'nda doğrusu herkes 'Cesur ve Güzel'di. Türkçeyi unutturmak kolay bir mesaj değildi, çünkü.
Özal dönemi, 'ağız bozukluğu'nu kalkındırmakla yetinmedi, sanatın ve edebiyatın beş kuruşluk değeri olmadığına inanan bir kuşak yetiştirdi: vizyonu televizyonla eş anlamlı tutan bu görüş, bu akım aracılığıyla çoğunluğu blucin ve kes markalarından, dolar ve faizden başka bir şey konuşamayan, bireyselliğini ancak sürü insanıyken yakalayabilen bir kuşak. Yeni türeyen özel radyo kanalları 'konuşan Türkiye'den yanaydılar, ama ne yazık ki doğru dürüst bir Türkçe yükselmiyordu hiçbirinden. Biz de bu arada 'konuşan radyo'nun, artarda kaset çalmak anlamına geldiğini öğrendik. Bazı kanalların hangi saatte hangi parçaları çaldıklarını ezberledik. Acaba ödünç kaset mi verseydik? Ama nasılsa aralarındaki kaset işbirliği o kadar yoğundu ki birinde kaçırdığımız 'I Will Always Love You'yu öbürlerinde yüz kere dinleyebiliyordunuz.
Geçen yıl halkımız 'konuşan' radyoların susturulmamasından yanaydı. Radyolarla birlikte demokrasiyi savunuyordu, radyosunu istiyordu. Bizlere de genç demokrasi havarilerinin-sunucuların Amerikan’ca tınılı Türkçelerine, cayırtılı şakalarına kulak vermek düşüyordu. Hala düşüyor, çünkü elbette yasaklamalardan yana değiliz. Konuşsunlar! Ne ki halkımızın 'konuşma1 adına yükselttiği ses Türkçeyi savunma amacını taşımıyordu; müsamere şiirleri düzeyindeki şarkı sözlerini bile mırıldanamayan genç ve yeteneksiz sesleri bol bol dinleyip coşmak, göbek atmak, pop-arabesk-türkü sentezinde birleşmek amacındaydı. Hala öyle.
Ama dilin yeniden çetrefilleşmesinde bir zaman duru Türkçeyi savunmuş olan bazı şairlerle yazarların ve onlara öykünen genç edebiyatçıların Osmanlıca düşkünlüklerinin de payı var. Kimi, ağdalı eski sözcükler aracılığıyla yazısına Şiirsel bir büyü katacağı inancında; kimi, bu tür fetişlerle entelektüelliğini pekiştireceği sanısında. Bu eğilimin Özallı yılların başlarına rastlaması ilginç değil mi?
Bir dil ne zaman kirlenir?
Bence, yalnızca bir iletişim aracı sayıldığında, solunan bir dünya olduğu gözden kaçırıldığında; özellikle de tınısı ecnebileştiğinde.
Peki Türkçenin alabileceği hiçbir öç yok mu bu durumda? Aldı bile. Çevremiz beden diliyle anlaşabilen, ama aşksızlık sancısı çeken insanlarla dolup taşıyor.