Dimitri Karamazof’un, Sibirya’da maden ocaklarında umduğu şey, öncesiz —
sonrasız uyumun (ahengin) türküsünü çağırmaktır. Suçlu ama masum baba
katili dine döner ve her şeyi — bağışlayan uyum içinde kurtuluşunu
bulur.
Bir elyazısındaki her kıvrılışı yorumlayabilen, düşüncelerini hiç zorluk çekmeden dile getirebilen ve başkalarının aklından geçenleri o saat kavrayan Prens Miskin, tatlı tatlı gülümseyerek şöyle der: «On beş yıl boyunca budalaydım, ben». Burada, tasarlayabileceğimiz bütün karşıtlıklardan daha büyük bir karşıtlıkla karşılaşırız.
Tecrübelerinin, topluluk — duygusunun ve yaşamış olduğu hayatın koyduğu sınırı aşmağa kalkışmadan önce, Raskolnikof yatağında bir aydan, fazla, «Napolyon gibi bir insan mıyım yoksa bir zavallı mı?» diye düşünür durur. Burada da yine büyük bir karşıtlık görürüz. Üstelik bu, bizim de katıldığımız ve içimizde duyduğumuz bir karşıtlıktır.
Aynı durum, Dostoyevski’nin yarattığı kahramanlarda da, kendi hayatında da görülür. Dostoyevski, «delişmen bir kimse» gibi babaocağından kaçmıştır. Ama babasına ve arkadaşların yazdığı mektupları okursak, bu mektuplarda, olağanüstü bir alçakgönüllülük, uysallık ve çoğunlukla trajik alınyazısını kabul ediş görürüz. Dostoyevski, açlığı, acıyı sefaleti silk sık tatmıştır. Sürdüğü hayat bir gezginin hayatını andırır. Genç delişmen, «Delikanlı» daki her şeyi bilen din gezgini Sossina gibi, haçı sırtına almış ve bilgi edinmek, bütün tecrübeleri yaşamak, insan hayatını bir tek geniş kucaklayışla kavramak, hayatın bütün aşamalarını denemek, hakikati bulmak ve yeni bilgeliğe varmak için adım adım ilerlemiştir.
Gönlünde böylesine karşıtlıklar taşıyan, böylesine karşıtlıkları bağdaştırmak isteyen kimse, içrahatlığına ulaşmak amacındaysa, derin kaynaklardan kana kana içmek zorundadır. Çünkü onun basma her çeşit felaket gelecek, her çeşit acıyı yaşamak zorunda kalacaktır. En önemsiz yaşantıların bile, görüşüne hangi ölçüde uyduğunu anlamayı önemseyecek ve deneyecektir. Bütün varlığı, hayat üzerine bütünsel bir görüş edinmeye zorlar onu. Ancak bunu yaptığı zaman, sonu gelmez kararsızlıklarından sıyrılıp içrahatlığına ve güvence ulaşabilir.
İçrahatlığına ulaşmak için hakikate varmış olması gerekmektedir. Ama hakikate götüren yol, dikenlerle doludur; dayanıklılık ve direnç ister; vücutça ve ruhça hazırlıklı olmayı gerektirir. Bundan ötürü, bu tedirgin arayıcının, gerçek hayata ve yardımlaşma gereğine, hayata karşı çok daha kolay bir davranış edinebilecek kimselerden daha fazla yaklaşmış olmasına şaşmamak gerekir.
Dostoyevski, yoksulluklar içinde yetişmişti. Ama öldüğü zaman bütün Rusya, onun tabutunun peşinden yürüdü. Çalışmaktan hoşlanan, hayat neşesiyle dolup taşan, hem kendini hem de arkadaşlarını durmadan yüreklendiren Dostoyevski, elini kolunu haftalarca bağlayan o korkunç hastalığın yani saranın esiriydi. Tobolsk’ta dört yıl boyunca ayağına zincir vurulmuş olan «suçlu»; bir Sibirya askeri birliğinde dört yıl mecburi hizmet yapmak zorunda kalmış olan sabıkalı; acı çeken bu asil ve masum insan, mahpusluğunu bitirdiği zaman, kendi kendine şöyle der: «Verilen cezayı hakketmiştim, çünkü hükümete karşı yüreğimde kötü niyetler besliyordum. Ama şimdi, teoriler ve artık benimsemediğim bir dava için acı çekmem çok kötü.»
Dostoyevski’nin yaşadığı çağda, Rusya’nın toplum hayatında da bir çok karşıtlık ortaya çıkmıştı. Dostoyevski, tanınmağa başladığı zaman toprak kölelerini (sertleri) serbest bırakmak konusu herkesin zihnini kurcalıyor. Dostoyevski, çocuklara, acı çekenlere ve «yoksul ve düşkünlere» her zaman yakınlık duymuştu. Arkadaşları, tanıdıklarına tedavi için gelen dilencilerle, Dostoyevski’nin ne kadar çabuk ve kolayca ahbap olduğunu; onları evine çağırıp nasıl anlamağa ve hoşça vakit geçirmelerini sağlamağa çalıştığını anlatmışlardır. Nitekim, hapishanedeyken Dostoyevski’yi en fazla üzen şey, öteki mahpusların kendisine beyzade gözüyle bakmaları ve yakınlık duymamalarıydı. Onun en fazla arzuladığı şey, hapishane hayatının anlamım kavramak; çözümlemek, iç yasalarını bulmak ve başkalarıyla bir dostluk kurabileceği sınırların genişliğini öğrenebilmekti. Büyük adamların çoğu gibi, Dostoyevski de, sürgüne gönderilmiş olmasını, en önemsiz ve sıkıcı şartlar altında bile bir duyarlık kazanmak amacı uğruna harcadı. Hayatının iç — bağlantıları hakkında bilgi edinmek ve bir an duraksayıp, kendi öz varlığım yıkmak isteyen ve kendisini şaşkına çeviren bütün çelişmeleri bir sentez içinde toparlamak için sürgün olmaklığından yararlandı.
Kendi öz psişik çelişmelerinin belirsizliği içinde, bütün çabaları geçerli bir hakikat bulmaya çevrilmişti. Dostoyevski, bir ara her şeye baş kaldıran bir ara her şeye başeğen bir kimseydi. Uçurumların ta kıyısına geliyor ve korkuyla geri çekiliyordu. Hakikati elde edebilmek için hatayı yol göstericisi olarak seçti. Dostoyevski’nin ana ilkesi, bu ilkeyi açıkça dile getirdiği zamandan önce bile, hata yoluyla hakikate yaklaşmaktı. Bu bakımdan, Dostoyevski, «batı» kültürü denen şeyin düşmanı kesildi. Çünkü onun gözönünde, batı kültürü, hakikat yoluyla hataya ulaşmaktan başka şey değildi. Dostoyevski’nin hakikate ulaşması için, gönlünde savaşıp duran karşıtlıkları birleştirmesi, yani yaratışlarında görülen ve hem kendisini hem de kahramanlarını tehdit eden karşıtlıkları bağdaştırması gerekiyordu. Nitekim Dostoyevski, şair ve peygamber rolü oynamayı da bu anlayış içinde kabul etmiş ve öz benliğine karşı duyduğu sevgiyi sınırlamak konusunda çaba göstermiştir. Dostoyevski’ye göre, kısam çileden çıkaran güçlü olma durumunun sınırları, insanın komşusuna karşı duyduğu sevgiyle belirlenmiştir. Onu asıl harekete geçiren şey, kesin bir güçlü olma isteği, buyruk verebilme haline ulaşmak tutkusuydu. Bütün hayatı bir tek formül içinde toplayabilmek çabasında bile, bu üstün olma isteğinin apaçık belirtileri vardır. Kahramanlarının bütün yaptıklarında, onları kendi benliklerinin üstüne çıkaran, birer Napolyon olmalarına yönelten, en derin uçurumların kıyısına gelip aşağı düşmek tehlikesi içinde bir an durmaya zorlayan bu dürtü vardır. Kendisi için şöyle der, «Ben azarlanacak kadar gözü yüksekte olan bir kimseyim.» Bununla birlikte, Dostoyevski, gözünün yükseklerde olmasını, belli bir ölçüye kadar, topluma yararlı bir şey haline getirmiştir. Kahramanlarını da ayni biçimde yönetmiş ve onların, toplumsal birarada yaşamanın mantıki gerçekleşmelerinin sınırlarını delice aşmalarına izin vermiştir. Kahramanlarının hepsini, özseverliklerini, gösterişe— düşkünlüklerini körükleyerek, hayatın en son sınırlarına kadar sürmüş ve üzerine en büyük kötülükleri yağdırarak insan tabiatının sınırları içine yeniden döndürmüş ve bu kahramanlarına ölçülü uyaklı şükran şarkıları söyletmiştir. Dostoyevski’nin eserinde en fazla rastlanan kelimelerden biri «sınır» dır. Çoğu kere, «duvar» görüntüsüne de başvurur. Kendisinden, çoğunlukla şöyle söz eder: «Ben, fantastik — olanın başladığı yere kadar uzayan gerçeğin, sınırlarına ulaşmaktan çılgınca bir tad alırım.» Hastalık nöbetlerini, yaşama duygusunun son sınırlarına ulaştıran çılgınca bir neşelenme olarak tasvir etmiştir. Bu nöbetlerde, kendisini tanrıya yapyakın duyduğunu ve bir adım atsa hayatla bütün ilgisinin kesilecek gibi olduğunu söylemiştir. Bu durum, Dostoyevski’nin yarattığı kahramanların hayatında sık sık karşımıza çıkar ve çok derin bir anlam taşır. Dostoyevski’nin peygamberce öğretisine inanacak olursak, komşu sevgisi ile kahramanca hayatın başarılı bir sentez halinde birleşmiş olduğunu kabul etmemiz gerekir. Yarattığı kahramanların ve bu kahramanların alınyazılarının sözü geçen bu sınırda sona erer gibi olduğu görülmektedir. Dostoyevski de ayni sınıra kadar gitmek eğilimindedir. Oraya ulaştığı zaman, insan — kardeşine karşı duyduğu sevgide hayatın en büyük değerini bulacağını sezmektedir. Bundan ötürü, sözü geçen sınırı, kendisinden önce pek az kimsenin becerdiği ölçüde kesinlikle çizmiştir. Yaratıcı gücü ve ahlak felsefesi bakımından bu amaç özel bir önem kazanmıştır.
Kendisi ve yarattığı kahramanlar, insan yaşantısının en son sınırlarına kadar gitmeyi denemişlerdir. Oraya vardıkları zaman, Dostoyevski, onların, uzun düşünceler ve duraksamalardan sonra, Tanrı önünde boyun eğmiş olduklarını, Çar’a ve Rusya’ya körü körüne bağlandıklarını söylemiştir. Sınır — duygusu diye adlandırabileceğimiz bu duygunun (bu duygu Dostoyevski’yi kötülüklerle dolu bir hayat sürmeye zorlamış ve kimi zaman duraklayarak ne olup bittiğini görmek için çevresine bakmasını sağlamış ve arkadaşlarından birçoğunun söylediği gibi, koruyucu bir kabahatlilik duygusuna ulaştırmıştır) nereden doğduğunu kendisi de bilmiyordu. İşin garibi bu duygunun sara nöbetleri ile ilintili olduğunu söylüyordu. Dostoyevski’ye göre, insanoğlu, aldatıcı kibirliliğinden dolayı topluluk — duygusunu aşmağa kalkıştığı zaman, Tanrı işe karışıyor ve insanoğlunun kendi kendisiyle hesaplaşmasını öğütleyen sesler duyuluyordu.
İşleyeceği cinayet üzerinde gözüpek düşüncelere dalan, insan için her şeyin meşru olduğunu ileri süren kullanacağı silahın hangisi olması gerektiğini tasarlayan Raskolnikov, sınırı aşmadan önce yatağında aylarca düşünüp durur. Sonunda, cinayeti işlemek için, paltosunun eteği altına baltayı saklayıp merdivenleri ‘hızla çıkarken, kalbinin küt küt attığını farkeder. Bu yürek çarpıntılarında hayatın sesini tanırız. Yine bu yürek atışlarında, Dostoyevski’nin hayatın sınırlan ile ilintili duyuşu dile gelmiştir.
Verdiği eserlerin çoğunda, komşu — sevgisinin sınırlarını çiğneyen, yapayalnız bir kahraman değil, anlamsızlıktan sıyrılıp yükselerek, asil ve kahramanca ölen bir adam dile getirilmiştir. Dostoyevski’nin, önemsiz — olana, değersiz — olana karşı duyduğu sevgiden daha önce söz açmıştım. Bu durumlarda, aşağı tabakadan kimselerin, fahişelerin, çocukların roman kahramanı olarak ele alındıkları görülür. Bu tipler, Dostoyevski’nin kendilerini yönelttiği kavrayıcı insan kahramanlığının sınır çizgisine gelene kadar büyür ve yücelirler.
Dostoyevski, bütün çocukluğu boyunca, izin — verilen ile izin — verilmeyen arasındaki sınırı açıkça görmüştü. Delikanlılığının ilk yıllarında da durum değişmedi. Bir yandan hastalığının yol açtığı imkansızlılıklarla karşı karşıya gelmiş öte yandan, kurşuna dizilmekten son dakikada kurtulması ve sürgüne gönderilmesi gibi korkunç deneylerin etkisi altında kalmıştı. Sert ve ukala bir kimse olan babası, Dostoyevski’nin çocukluk çağındaki dikbaşlığını ve gururunu yenme için her şeyi yapmış ve onu sınır çizgisine doğru gereğinden fazla zorlayarak götürmek istemişti.
«St Petersbourg Rüyaları» adını taşıyan ve ilk yıllarda yazılmış olan bir eserinde, ilk yıllarda yazılmış olmasından ötürü, bir davranış biçiminin açıkça dile getirilmiş olduğunu umabiliriz. Bir sanatçının ruhsal gelişiminden mantıki sonuçlar çıkarabilmek mümkünse, bu sonuçların, ilk yazdığı yazıları ve yaptığı ilk taslakları, daha sonraki yaratıcı çalışma biçimlerine bağlayan ilintilerde aranması gerekir. Bununla birlikte, sanat yaratışı yörüngesinin, hayat savaşının dışından geçtiğini unutmamalıyız. Bu bakımdan, toplumun normal istekleri karşısında kaldığı zaman, her sanatçının, geri döneceğim, duraksayacağını ve geri çekileceğini ileri sürebiliriz. Bir hiçten, daha doğrusu hayatın gerçeklerine karşı gösterdiği tedirginlik dolu davranıştan bir dünya yaratan ve hayatın pratik yanıyla ilintili cevaplar vermekten çok, anlaşılması zor sanat yaratışları sunan bir sanatçı, hayattan çekinir ve Dostoyevski’nin belirttiği gibi, «Ben mistik bir kimseyim, bir hayal kurucuyum, sadece!» der.
İnsan faaliyetinin hangi noktasında durakladığını ortaya çıkaracak olursak, Dostoyevski’nin saldırı metodu hakkında bir fikir edinebiliriz. Dostoyevski, bunu, aşağıdaki parçada yeterince açıklıkla göstermiştir: «Neva’ya yaklaştığımda, ırmağa, sisli soğuk havaya ve günbatımının son mor lekelerinin kaybolduğu belirsiz uzaklığa göz atmak için biraz durdum.» Sonra hızla evine gidip, normal bir kimse gibi, Schiller’in kadın kahramanları üzerine hayallere dalıyordu. «Ama gerçek Amalia’yı hiç farketmedim, yani başımda yaşıyordu» Aşktan zehirlenmiş halde acı çekmeyi tercih ediyor ve acı çekmeyi hayatın bütün zevklerinden daha üstün tutuyordu. «Amalia ile evlenseydim, mutsuz olurdum mutlaka.» Dünyanın en basit şeyi bu değil mi? Şair olan, hayatın gürültü patırtısından yeterince uzakta durarak rüyalara ve hayallere dalar; hayal edilen aşkın sağlayacağı tadın aşılmazlığını kavramak için bir an durur ve «gerçekliğin, hayal gücüyle kurulan yapıları bile yıktığını» anlar. «Ay’a gitmek gelmiyor mu içimden?» der. Oysa bu, yapayalnız kalmak ve dünya ile ilintili hiç bir şeyle bağlantı kurmamak istediğini göstermektedir.
Böylece, şairin savunması, gerçekliğe ve bu gerçekliğin isteklerine karşı bir protesto niteliği kazanır. Bu, «Budala’da» ya da «protesto etmek gücü ve sesi» olmayan hasta adamda gördüğümüz davranıştan farklıdır. Dostoyevski, acıya karşı göstermiş olduğu dayanıklığın, bir gün gelip, üstünlüğünün bir delili olacağını bilmedi. Canını sıktıkları ya da kendisine sitem ettikleri ve böylece onu yörüngesinden çıkmağa zorladıkları zaman, içindeki normal adamı, yıkıcı ve devrimci Garibaldi’yi buldu. Bunu bulunca, o güne kadar kimsenin anlamamış olduğu gerçeği, yani, başeğmenin ve kendini — küçümsemenin, edinilecek son davranışlar olmayıp, ancak geçilmesi gereken bir «mesafe» olduklarını anladı. Bu gerçeği Tolstoy da anlamış ve anlamayan kulaklara sık sili söyleyip durmuştu.
Herhangi bir gazetede, gerçek bir sır açıklanabilir ve bunu hiç kimse farketmeyebilirdi. Nitekim, kirli kağıtları arasında 170.000 ruble saklayan, öte yandan, açlıktan ölecek ve yoksulluk içinde yaşayacak biçimde davranan Harpagon Solowjow’un neyin intikamını almak istediğini kimse anlayamamıştı. Kendisinden, aşçısından, kahyasından kaçıp bir yere saklanırken, için için kimbilir ne kadar zevk duymuştu! Paradan başka güç tanımayan ve ondan başka şeyi elde etmek için yalvarmayan kimselerin hepsini avucunun içinde tutmuş ve yalvartmıştı. Bu onun gerçek bir yükümlülük duygusunu geliştirmesine ve hayata karşı metodlu bir biçimde şiddet göstermesine yol açmıştı. Bu saldırı metodunu uygulayabilmek için, kendisinin aç kalması ve ölecek hale gelmesi gerekiyordu. «Bütün isteklerin üzerine yükselmişti o.» Bunu yapması için, bir kimsenin deli olması mı gereklidir? Doğrusu, Solowjow gerekirse bunu da yapmağa hazırdı. O zaman, insanlığı ve insanlığın servet avcılarını hiç bir sorumluk duymadan küçümseyebilirdi. O, toplumun en yüksek katlarına girebilmek için her şeye sahipti, ama buna rağmen, elindeki imkanı kullanmadan kendini insanlığın üstünde hissediyordu. Dostoyevski’nin hayatındaki en sağlam nokta, yaratışlarının, insan davranışını ve fiilini, beyhude ve suç dolu bir şey gibi görmesinden ve gerçek kurtuluşu, başka insanlar karşısında duyulan gerçek bir üstünlük zevkinden çıkarmış olmasında aramak gerekir.
Dostoyevski’nin biyografisini yazanların hemen hepsi, kendisinin, «Ölüler Evi» nde sözünü ettiği bir çocukluk hatırasını açıklamak konusunda zahmet çekmişlerdir. Bu hatırayı daha iyi açıklayabilmek için, hatıranın söz konusu edildiği ruhsal durum üzerinde durmak istiyorum.
Dostoyevski, hapiste birlikte bulunduğu insanlarla herhangi (bir bağlantı kurabilmek umudunu kaybettiği zaman, kendini yatağına atarak çocukluk hatıraları, yaşantıları ve hayat tecrübeleri ile avunmak istemişti. O zaman, dikkati, şu hatıranın üzerine çevrildi. Bir gün, babasının çiftliğinden bir hayli uzakta, tarlalarda dolaşırken, bir sesin «Kurt geliyor:» dediğini duyarak ansızın durmuş ve korkmuştu. Bir an önce babasının çiftliğine sığınmak için koşmuş ve tarlada bir köylü görerek korkuyla ona sığınmıştı. Köylü, onun başının üzerinde haç çıkarmış ve Dostoyevski’yi yatıştırarak, kurdun gelmesine engel olacağı konusunda söz vermişti. Bu hatıra, Dostoyevski’nin köylülere ve köylülerin din anlayışına karşı duyduğu söylenen bağlılığı açıkça gösteren bir olay olarak yorumlanmıştır. Oysa burada önemli olan kurttur; yani onu insanlara yeni baştan yönelten kurttur. Bu yaşantı, Dostoyevski’nin davranışlarının yöneldiği yön olduğu için, onun bütün eğiliminin sembolik bir dile gelişi olarak hafızasında kalmıştır. Dostoyevski’nin, tek başına kalmış kahramanı düşündüğü zaman duyduğu korku, hatırasında sözü geçen kurtla karşılaştırılabilir. Kurt onu, yoksullara ve düşkünlere ulaştırmış ve haç çıkarmanın gölgesinde, onlarla bir bağlantı kurmağa çalışmıştır. Orada yardım bulacağını ummuştur Dostoyevski. Nitekim, «Hayatımın tümü yurttaşlarıma ve düşüncelerimin tümü insanlığa aittir derken,» bunu kastetmektedir.
Dostoyevski’nin bir Rus olduğunu, modern kültüre karşı durduğunu, Pan-slavizme iyiden iyiye inandığını ileri sürsek ve bu gerçeğin üzerinde dursak bile bu durumun, hatalardan geçerek doğruyu bulmak inancıyla çelişme halinde olduğunu söyleyemeyiz.
Dostoyevski, düşüncelerini en toplu ve belirgin bir biçimde dile getirdiği Puşkin’in ölümü ile ilgili konuşmasında, Batı kültürü ile Rusçuluk arasında bir bağlantı kurmağa çalışmıştır. Konuşmasını yaptığı o gece, bu konuşmanın etkisi müthiş olmuştu. Bu konuda anlaşamayanları, onun yanma koşmuş ve düşüncelerine katıldıklarım bildirmişlerdi. Ama bu fikir birliği uzun sürmemişti. İnsanlar uykularından büsbütün uyanmamışlardı henüz.
Dostoyevski, 'bütün gücüyle, özlemlerini gerçekleştirmek ve halk yığınlarına iletmek istediği sırada (alınyazısı kendisini bu ödeve çağırıyordu) duyduğu bu insan sevgisi için somut bir sembol yaratmaktan da geri kalmıyordu. Kendisini ve başkalarını kurtarmak isteyen bir kimsenin; bir kurtarıcı, bir Rus İsa kavramına varması ve bu kavram içinde düşündüğü varlığı hayattan ve hayatla ilintili kuvvetten yüz çevirmiş bir varlık olarak düşünmesi tabiiydi. Dostoyevski, inancım bir kaç kelimeyle anlatabiliyordu: «Bence, İsa, insanlık tarihinin en yüce ve en güzel insanıdır.» Bu bölümde, Dostoyevski, yönetici — amacını kesin bir biçimde açıklar. Coşkunluk ve dünyadan kopuş duygularına kapıldığı ve böylece yükselerek, öncesiz — sonrasız uyuma (ahenge) ulaştığı ve kendisini Tanrının yanıbaşında hissettiği sara nöbetlerini de böyle anlatır. Dostoyevski’nin amacı, her zaman İsa ile birlikte olmak, onun yaralarının acısını duymak onu görevini yerine getirmekti. Herkesten daha derinden duyduğu ve yaşadığı yapayalnız insanın kahramanlığı düşüncesine saldırmış ve bu kahramanlığı, insanın hemcinsine karşı duyduğu sevginin temeli ve toplumun istediği şeylerin mantıki sonucu olarak gördüğü gerçeklere aykırı düşen hastalıklı bir gurur ve bir bencillik olarak açıklamıştı. «Diz çök gururlu adam!» Çaba göstermekten vazgeçmiş olanlara ve onuru zedelenerek içrahatlığı arayanlara şöyle diyordu. «Çalışın, tembeller!» Düşüncelerini çürütmek için, insan tabiatından ve bu tabiatın derinlere inmeyen dış yasalarından söz edenlere de şöyle cevap veriyordu: «Arılar ve karıncılar kendi yasalarını biliyorlar, kendi yasasını bilmeyen yalnız insandır.» Dostoyevski’nin özlemlerini ve yöneldiği amaçları açıklaması bakımından şu cümleyi de buraya almamız gerekir. «insan kendi yasasını aramalıdır. insan bu yasayı başkalarına yardım etme isteğinde ve kendini yurttaşlar mm yoluna harcama kabiliyetinde bulacaktır.»
— Böylece, Dostoyevski, bir kurtarıcı ve bir tanrı — arayıcı haline geldi. Kendi tanrısını, öteki yarı — uyanıklar ve hayalcilerden çok daha kesinlikle ve şiddetle hissetti. «Ben bir psikolog değil», bir «gerçekçiyim» demişti. Bunu söylerken, kendisini, çağımızın bütün sanatçılarından ve psikologlarından en kesin biçimde ayıran noktaya değinmişti. Dostoyevski, bizim yeterince bilmediğimiz ama kavramak istediğimiz o hakiki gerçeklikle, yani toplumun asıl temeli olan topluluk — duygusu ile içten içe ilinti halindeydi. Kendisine «gerçekçi» demesi de bundan ötürüydü.
Şimdi de, Dostoyevski’nin kahramanlarının üzerimizde niçin bunca etki gösterdiğini açıklamağa çalışalım. Bu etkinin temelleri, Dostoyevski’nin kahramanlarının tam bir birlik ve bütünlük olarak ortaya çıkmalarında aranmalıdır. Dostoyevski’nin kahramanlarından birini hangi noktadan ele alıp inceleyecek olursanız olun, bu kahramanda hayatın ve ideallerin bütün çeşitliliğini bir arada bulursunuz. Bu duruma benzer bir durum bulmak için müziğe başvurmamız gerekir. Çünkü, bir melodi, uyumsal gelişimi içinde, bağlı bulunduğu bütünün gelişiminin ve akışının tümünü tekrarlayarak dile getirir. Dostoyevski’nin kahramanları da böyledir işte. Raskolnikov, yatağına uzanıp, işleyeceği cinayeti tasarlarken ve yüreği çarparak merdivenleri çıkarken ayni insandır; sarhoşu tekerleklerin altından çıkarırken ve bu adamın yoksul ailesine son meteliğini verirken de ayni adamdır. Bu kahramanların yöneldiği amaçların teklifini sağlayan ve bizi bunca etkilemelerine yol açan özellik işte budur. Bilinç dışı olarak, onun kahramanlarının her birinde, sanki ölümsüz bir madde kullanılarak yapılmış sağlam ve derinliği olan bir yüz görürüz. Bu kahramanlar, adları anılınca yüreğimizde bütün etkilerini duyduğumuz, İncil’in kahramanlarına, Homeros’un ve Yunan trajedilerinin kahramanlarına benzemektedirler.
Dostoyevski’nin kahramanlarının üzerinde nasıl olup ta bunca etki yaptığım açıklamağa kalkıştığımız zaman karşılaştığımız bir başka güçlük daha vardır. Ama bu güçlüğü çözecek imkanlar elimizdedir. Dostoyevski’nin kahramanlarından her birinin, belli bir noktaya şaşılacak kadar iyi bir biçimde bağlanmış çifte bir eksen üzerinde döndükleri (geliştikleri) anlaşılacak olursa bu güçlük ortadan kalkmış olur. Dostoyevski’nln her kahramanı, bir yandan, kahramanın bir kurt haline geldiği yapayalnız kahramanlıkla, öte yandan hemcinse karşı duyulan sevginin kesin çizgisiyle sınırlanmış bir alan içinde güvençle dolaşmaktadır. Bu iki eksen, kahramanlarına öyle sağlam bir kavrayış ve görüş açısı sağlar ki, bu kahramanlar hafızamızın ve duygularımızın üzerinde silinmez bir etki yaparlar.
Bir ahlakçı olması bakımından Dostoyevski üzerinde son bir söz söylemek isterim. Dostoyevski, içinde yaşadığı şartlar, ortadan kaldırmak istediği kendi ruhsal çelişmeleri ve bağdaştırmak istediği çevresel karşıtlıklar yüzünden, insan sevgisini gerçekten dile getiren bir anlatıma ulaşmak için duyduğu derin hisleri ve bu hislere yardım edecek formülleri ortaya koymak zorunda kalmıştı. Ve böylece, Kant’ın kategorik emperatif'inden çok daha önemli olan şu kuralı buldu: «Her insan, hemcinsinin kabahatliliğine katılmalıdır!» Bu kuralın ne kadar derinlere indiğini ve hayatın asıl gerçekleri ile nasıl içten içe bağlantılı olduğunu bugün, her zamankinden daha iyi biliyoruz. Bu kuralı inkar edebiliriz ama her seferinde o bizi yalancı çıkarır. Bu kural, gösteriş severlik yoluyla varılmış ya da kişisel tutkuların yalnızlığında bile değerini kaybetmeyen bir kategorik emperatif gibi anlaşılan (nitekim çoğu kere yanlış anlaşılmıştır) bir insan sevgisi düşüncesinden çok daha fazla bir şeydir. Gerçek de, ben, komşumun ve herkesin kabahatliliğine katılırsam, beni bundan sorumlu tutan ve hesabını vermeğe zorlayan bir yükümlülük almışım demektir.
Böylece, Dostoyevski’nin, hem ahlakçı hem de sanatçı olarak, büyük ve erişilmez bir kimse olduğunu görüyoruz.
Bir psikolog olarak ortaya attığı düşünceler enine boyuna incelenmiş değildir. Dostoyevski’nin psikolojik öngör üslerinin, psikoloji biliminden çok daha fazlasını kavramış ve görmüş olan bir kimsedir. Nitekim, her bireyinin (ferdinin) ötekilerden apayrı yaşadığı ve çocuklarına daha büyük bir ayrılık ve yalnızlık duygusu aşılamağa çalıştığı bir raslantısal aile kavramına varabilmiş bir kimse de psikologdan istenen ve beklenenden fazlasını kavramış ve görmüş bir kimse demektir. Dostoyevski’nin «Delikanlı» da, bir çocuğun, güçlü — olma hayallerine, yorganının altında nasıl daldığını hatırlayan kimse, akıl hastalıklarının kaynağının başkaldırma amaçlarına hizmet etmesi konusunda yaptığı tasvirlerin doğruluğunu ve inceliğini kavrayacaktır. Despotluk eğiliminin, insan ruhunda ne kadar derin kökleri olduğunu Dostoyevski’nin hangi ölçüde kabul ettiğini bilen bir kimse, bu büyük yazarın, günümüzde bile, bizim ustamız olması gerektiğini ve onu, Nietzsche’nin kabul ettiği öğretici olarak kabul etmemiz gerektiğini anlar. Rüya konusundaki kavrayışı ve bu konu üzerindeki incelemeleri hala aşılmış değildir. Bir amaç ve son bir boşalım olmaksızın, hiç kimsenin bir hareket yapmadığını ve düşünmediğini ileri süren görüşü, insan ruhunu inceleyenlerin ulaştıkları en yeni buluşlara uygun düşmektedir.
Dostoyevski, böylece, çeşitli alanlarda yüce ve sevilen bir usta olmak özelliğini kazanmıştır. Gerçekçi hayat tasvirleri, yazdığı eserlerin bizim gözümüzü, uykuyu dalmış bir adamın gözünü açan bir şimşek ışığı gibi niçin açtığını açıklamaktadır. Şimşeğin ışığıyla uyanan kimse, gözlerini ovuşturur, sağma soluna döner ve ne olup bittiğini anlayamaz. Dostoyevski çok az uyumuş Ve çok uyanmıştı. Onun yaratışları, ahlak felsefesi ve sanatı, bizi, insan işbirliği konusunda en derin kavrayışlara ulaştırmaktadır.