Beklemek: Sıradanlığa dönüşen bir yaşamın ışıyan yanı mı, donuk yüzlü
bir şimdinin gülümseyen yanı mı? Belki de güç toplama süreci, saklı
değişim isteği...
Beklemenin, bu güzelim sözcüğün, Türkçemizde “sağlam, dayanıklı, güçlü” anlamlarını taşıyan “berk ten türediğini okuyunca doğrusu pek sevindim. Hiçbir dilde, bu eylemi dile getiren sözcük insanda böylesine güzel çağrışımlar uyandıramaz, dedim kendi kendime. Çünkü bu insani tutumun benim dünyamda kapsadığı anlam tam da buydu; “Gerçek anlamı sağlamlaştırmak, güçlendirmek, dayanıklı kılmak, pekiştirmek” olan beklemek eylemi, “anlam genişlemesiyle istenen, umulan bir nesne için belli bir süre durmak” anlamını taşımaya başlıyordu zamanla (Türk Dilinin Etimolojisi Sözlüğü). Ve ben buradan, güçlendirilen, pekiştirilen, dayanıklı kılınan nesnenin öncelikle ‘bugün, dolayısıyla ‘yaşam’ olduğunu çıkarıyordum.
Söyleyin, neyin, nelerin olmasını, gelmesini dileyerek gününüzü güçlendiriyor, güçlendirmek istiyorsunuz? Aşk, varsıllık, erk, ün?.. Haklısınız, her biri, bir insan yaşamını şölene döndürecek şeyler sayılabilir bunların; hele tümü birlikte! Ama gerçekten öyle midir; diyelim ki bunların kimilerine ya da tümüne kavuştunuz; yaşam bir süre sonra tekdüzeleşmez mi? Sıradanlık çarkı‘hükmünü icra’ya koşmaz mı?
Sizleri bilmem, ben kendi payıma, yukarıda sıraladığım ve bir insan için gerçekten de şans sayılabilecek şeylere belki de hiç kavuşamadım ama; günümü bir başka yolla güçlendirmeyi de hep başardım sanıyorum.
Her ay, günlerimi, yaşantımı yeniden güçlendiriyorum. Çok kolay: Dergileri, edebiyat dergilerini bekliyorum! Bu bekleyiş, İsmet Zeki Eyüboğlu üstadın araştırması doğruysa, bu ‘berk’leyiş; gerçekten de sıradanlıktan kurtarıyor, renklendiriyor,‘berk itiyor yaşamımı.
Kimi dergiler, yirmi dört saate tekabül ettiği söylenen zaman kadar gecikiyor, sabırsızlandırıyor, dahası kızdırıyor beni. Kimisi tam tersi; bakıyorum, otuz ‘yirmi dört saat’ dolmadan, bir ya da iki kala, vitrine ya da posta kutuma konuvermiş. Bu da vakitsiz sevinç oluyor. Hangisini yeğlediğimi sorarsanız; en bilinen, en umulan günler koşup gelenleri yeğlediğimi söyleyeceğim ama otuz yirmi dört saat in otuzunda da böyle uzaklardan koşup gelen konuklarla karşılaşmak nasıl olurdu acaba, demekten de kendimi alamıyorum...
Peki, umduğuma, beklediğime değiyor mu?
Bir kez, bağışlayın, hiçbir sonuç umudun, beklentinin yerini tutmaz, doldurmaz, gibi bir saplantı içindeyim. Ama yine de farklı farklı sonuçlarla karşılaştığımı; kimi dergilerin, albenisi ve düzeyiyle beni gerçekten sevindirdiğini, içlerinde kendimden de çizgiler taşıyanlara elimde olmadan daha duygusal baktığımı; kiminin de ortalama bir beğeniyi aşamayışıyla beni üzdüğünü, dahası, bu çizgiyi de tutturamamasıyla kızdırdığını söylemeliyim...
Söze dökmeye çalıştığım bu duyguları ve benzerlerini yaşayan başkalarının da olduğunu biliyorum; ama soğuk bir kış gecesi kentin otogarına o gece çıkacak bir dergiyi beklemeye giden bir ademoğlu daha var mıdır bilmiyorum...
Yaşamış olmak, üretim dışında, anımsamak demekse; işte o geceyi ve otuz “yirmi dört saat'lerin birbirine eklendiği dönemleri hep anımsıyorum; böylelikle arabım gülümser gibi oluyor, ufkumdaki pasrengi yerini turuncuya bırakıyor.
Şimdi düşünüyorum da; benzerlerime yaklaşma ve adında bile birazda rastlantıyla sevimlice bir 'iddia' bulunan bir dergiye katılma eylemim altında, beklenen, berkitilen, anımsanan, sonuçta yaşanan o sıcak eylem dönemlerine bizzat tanıklık etme isteğim yatıyor en çok...
Kitap, diyeceksiniz, peki ya kitap?.. Hayır, diyorum. Kitap, giyinmiş kuşanmış, takmış takıştırmış, boyunbağını ya da fularını bağlamış sözde canlı bir nesnedir ki, onun bir tek kuklacısı ya da yaratıcısı vardır. Her şey bu kuklacıya ya da yaratıcıya kalmıştır.
Dergide öyle mi ya? Onda en az, bir elin parmaklarını aşan sayıdaki insanın emeği vardır ve her emeğin bir rengi ya da sesi yansır sayfalara. İçtendir, acemidir, yanılmayı göze alır, arar, sorar, dergiye renk ve ses verenler. Bulurlar, yanılırlar, ararlar. Yeniden bulur, yeniden yanılır, yeniden ararlar...
Ama hayır, buna da hayır! Saklamayalım: Dergidekilerin de bütün dikkatleri; dergiler kadar kitaplara yöneliktir yine de. Çünkü dergilerle kitaplar kardeş mekanlardır önünde sonunda, aralarında dostça geçişler, alışverişler vardır. Ya da şöyle, dergiler kitapların doğduğu, beslenip büyüdüğü yeryüzü ırmaklarıdır ki, akarlar, akarlar, arkalarında işlenmiş, yarı işlenmiş, işlenmeye yatkın bir sözcük hazinesi bırakırlar.
Bu sözcüklerden bir tutamını güncel ırmakta daha sürüklenirken tutabilme umudu mudur ki, her ay, bizi bu dergileri beklemeye itiyor?
Bir soru daha: Dergileri beklerken zaman bir gökkuşağı mıdır?