Bir yazarın durup dururken herhangi bir sorunun izini sürdüğünü sanmak safça
bir yanılgıdır, içinde bulunduğu koşullardan soyutlanarak bir yazarı anlama
uğraşı beceriksiz eleştirmenin, sosyal bilimcinin düşeceği bir tuzaktır
ayrıca. Neden böylesi sert bir saptamayla girdim yazıya? Yalın bir gerçeği
görmeden Oğuz Atay üstüne konuşulanlara duyduğum tepki diyelim özce.
Tutunamayanlar romanından hareketle, bir tür tutunamama modası içinde
savrulduğumuz yazın/düşün ikliminde yerli yerinde bir saptama yapmak Atay’a
borç ödemektir bir yandan.
Oğuz Atay yazdıklarının okunur, bilinir, görünür olmasını istiyordu. Hatta dostu Uğur Ünel’e “Ben öldükten sonra değil, yaşarken tanınmak, sevilmek, ilgi görmek istiyorum,” diyor. Yine malum hastalığı sırasında kuzini Füruzan Düzkan’a “Hayatta iki şeyi çok sevdim: birincisi düşünmek ve yazmak, İkincisi ise zevkli bir yemek yemek. Birincisine kafamdaki ur, İkincisine de ilaçların neden olduğu ülser engel,” diyor. Burada yaşamın içinden süzülen birikimi, özgür soluk alma/yaratma arzusunu, insan sevgisini ve aslında tutunmak için verilen savaşımı görmek gerek. Tutunamayan olmanın hem nesnel, hem öznel koşulları olduğunu anlamalıyız. Eğer bu koşullar olmasa o tür bir yazarın olamayacağını, o etkide yapıtların verilemeyeceğini de bilmeliyiz.
Kafka’nın içinde büyüyen sancıyı utangaç biçimde yazıya geçirdiğini, babasından gelen baskıyla birleşen modern dünyanın zalim öğretisine güçsüz bedeninin direnemediği için yazdığını anlamadan yerli yerinde bir tahlil olanağı yoktur. Benzer bir veriyi yine aynı coğrafyanın başka bir yazarından da edinebiliriz. Aslan Asker Şvayk savaş çağının, kıyımların bir parodisi değil mi? Dibine kadar serseri bir yaşam süren Haşek bunu yazmadan ölemezdi! Nazım’ın, Sabahattin Ali’nin, Orhan Kemal’in doğduğu koşulları biliyoruz. Yazar bastığı toprağın sızısını hisseder, soluduğu havadaki gerilime kayıtsız kalamaz ve bu iç sıkıntısıdır ki yapıt halinde önümüzde dikilir. Bu sıkıntı marjinal bir tutum edinip ilgi çekmek, bir tür entelektüel laf salatası içinde kaybolmak değildir. Samimi olmayan, sahici sorunlar edinmeyen bir edebiyatın kalıcılığı olanaksızdır. Bu içtenlik zorunluluğu, herkes tarafından kavranan olma yükümlülüğü getirmez yazara. Atay’ın geç kalmış ünü de buradan kaynaklıdır.
Atay güncel siyasi kavgalara fikir üreten, hayatta kalma mücadelesi içinde büyük gelgitler yaşayan bir yazardı. Yapıtından bu verileri elde etmek kolay değil. Özellikle hayli hacimli bir roman olan Tutunamayanlar sanki bir solukta her şeyi söylemek istermiş gibi bir algı doğurur ilk bakışta. Oysa Atay, yaşamın kıyısında olmanın çıplaklığını sermektedir önümüze. Böyle roman olur mu? Artık biliyoruz ki, bir yapıtın çok katmanlı olması ve bizi farklı yorumlamalara taşırken bir yandan da zihnimizi açıyor olması, kafamızdaki tutucu estetik anlayışıyla da boğuşmamıza neden olur. Tutunamayanları yazıyorsanız, onların romanı da böyle olur. İyi bir romanda aradığımız her şey vardır onda. Önemli olan iyi bir roman üstüne düşünmek için bireye ve onun tutsak edildiği topluma yeniden bakma gereğidir.
Tutunamayanların kendini defalarca yeniden üretmesinde okurun payı yadsınamaz. Bir romanın başına gelecek en şaşırtıcı ve çarpıcı durum doğmuştur. Bir tür yeraltı örgütlenmesinin el kitabı, anayasasıdır Tutunamayanlar. Bir moda mıdır? Asla! Tersine, “Günlük sıkıntı ve öfkelerle geçiyor hayat. Otomobilin tamiri, para hesabı, neden yazdıklarımı anlamıyorlar, neden çevrede kimse yok vs. Belki anlaşılacak, önemsenecek bir şey yazmadım, yapmadım. Sadece yazı hayatı denen çamura bulaştım, yeni öfkeler edindim, o kadar,” diyen bir yazarın yengisidir görünen. Atay’ın ANLAM’a aşırı vurgu yapmasının bir öfke olduğunu, yalnızlığa ve yoksulluğa isyan halinde bu sözlerin dile geldiğini görüyoruz. Atay, kendinden önceki roman anlayışından öte, anlamın ne demek olduğunu bilerek ama bence SEZGI’nin ışığında yazmıştır yapıtını. Anlaşılmak sorunu, daha çok sezilmek, bilinmek, oradan taşan hazzın, siyasi itirazın, bireyin açmazlarının görülmesini istemektir.
Neredeyse elle tutulur gözle görülür bir baskı düzeninin, izleme, dinleme olaylarının korku saldığı siyasi ortamın, özellikle aydınlara ve solculara yönelik cadı avının azdığı bir dönemde çığlıktır aslında Tutunamayanlar Farklı bir tınıda, alışılmadık bir melodide, belki de yüksek perdeden olmadığı için tam yerli yerine oturmayan bir çığlık. Özgürlük sorunu üstüne çeşitlemelerle dolu, ama sorunu netlikle ortaya koyan bir yazarın içten çağrısı ve itirazıdır. Modern öğretinin derin bir ironisi ve yazarın içinde yetiştiği gerçeğe dair gelgitli kavgasıdır. Aşk, nefret halidir bir yandan. Geç fark edilmesi, toplumların geç kalmayı sevmesiyle açıklanabilir mi, bilmem!
12 Eylül’ün yarattığı iklimin Tutunamayanlar’ın fark edilmesinde büyük talih olduğunu söylemeliyim. O kadar çok acı, haksızlık, düşman, işkence ve kimlik sorunu yarattı ki darbe, bir toplum kendiliğinden tutunamayan oluverdi. Bir anda gibi görünse de, çok ciddi bir süreçte. Gençlerin Atay’ı bir kült gibi savunması, ardına düşmesi biraz da bu koca yalnızlığın yinelenmesidir. Zaten edebiyat da gerektiğinde kendini yalın biçimde ortaya koyar.
Şimdi buna öykünerek bir kurmaca yaratmaya koyulmak, içi boşalmış kimi kavramlar ekseninde, salt ilgi çeken olmak için zorlamak, önce Atay ve yapıtına, sonra okura ihanettir. Bugün daha sertleşerek artan baskı düzeni sürmekte, hamasetin dili tüm yaşama egemen olmakta ve buradan piyasacı ve yazık ki öykünmeci bile diyemeyeceğim kötücül özenti bir edebiyat filizlenmektedir. Garip, tene dokunmayan bir acayip metinler furyası alıp yürümekte. Tutunamayanlar’ın yazarı, sahici tutunma arzusunu yazdığı için onu duyumsadık. Şimdi, dolaşımda daha çok olmak, piyasadan büyük pay kapmak için yapmacık, sanal kahramanlar yazmanın kaç para ettiğini bize edebiyatın terazisi gösterecektir.