BİR YAŞAM USTASI BERTHOLT BRECHT
Ben Bertolt Brecht, kara ormanlardan.
Karnında getirmiş şehre anam beni.
Ama çekip gidene dek ben bu dünyadan
Çıkmayacak ormanların soğuğu içimden.
Asfalt şehirde evimde gibiyim.
Donanmışım son kutsal törenle:
Gazeteyle, şarapla, tütünle,
Güvensiz, aylak, ama sonu mutlu.
İnsanlarla iyi aram. Durur başımda
şapkam herkesinki gibi. İnsanlara bakar
derim: "Bunlar başka türlü kokan birer hayvan."
"Ne çıkar, derim sonra, benim onlardan ne farkım var?"
Kadınlarla otururum yan yana
salıncaklı koltuğumda sabahları.
Seyrederim onları umursamadan ve derim:
"İşte karşınızda güvenilmez bir adam."
Akşamları da toplarım erkekleri.
"Bayım" deriz birbirimize hep konuşurken.
Ayaklarını dayarlar masama ve derler:
"Düzelecek işler!" Sormam: "Ne zaman?"
Sabaha doğru alacakaranlıkta ıslanır çamlar,
kuşlar ötüşür, böcekler bağrışır.
Dikerim ben kadehimi şehirde tam o sıra dibine kadar,
atıp izmaritimi, dalarım tedirgin bir uykuya.
Biz, uçarı kişiler,
otururuz yıkılmaz sanılan evlerde.
(Yüksek yapılarını biziz kuran Manhattan adasının.
Biziz kuran incecik antenleri,
Atlantik üstünden konuşan.)
Bu şehirlerden arta kalacak ne;
Sokakları dolaşan bir rüzgar kalacak.
Evleri kuranlar mutlu olurlar ama,
Onlar da bir gün bırakır evleri giderler.
Hepimiz bugün var, yarın yokuz,
ne düşünürse düşünsün bizden sonrakiler.
Umarım ki, bir deprem olunca yakında,
söndürmem puromu üzüntüyle.
Ben Bertolt Brecht, kara ormanlardan,
anasının karnında gelmiş asfalt şehre.
Bildiğimiz kadarı ile Bertolt Brecht; geçen yüzyılın sonunda kağıt, ipek, pamuk
ve yün sanayisinin kurulmasına karşın henüz köy görünümünde, ancak, her hafta
Bavyeralı köylülerin pazarda ürettiklerini satmaya geldikleri büyük bir kasaba
damgasını taşıyan Augsbourg'un bir işçi mahallesinde, 10 Şubat 1898'de doğdu.
Brecht'in annesi, Kara Orman'ın yüksek memurlarından birinin kızıydı. Böylece
Brecht, annesi yoluyla, "Baar"ın köylü soyuna bağlanıyordu. Sonabe yaylası ile
Bade arasında yer alan Baar, büyük köknar ağaçları, çimenlikler ve otlaklarla
kaplı bir bölge idi. İşte Brecht, Kara Orman insanına özgü o sertliği, o
yalnızlık eğilimini, o pratik görüşü, o ölçülü kurnazlığı bu halktan aldı.
Babasından ise Brecht, mimik ve hareketlerinde kendini gösteren bir açık
sözlülük, belirgin, yapmacıksız bir zevk ve halk sanatına eğilim gösteren bir
ilgiyi aldı.Bu iki köylü soyun karişımı, Brecht'i basit ama güvenli zevkleri
olan bir insan haline getirdi. Brecht'in babası, aile geleneklerine bağlı, iyi
davranmaya özen gösteren, şevkati az, ağzı sıkı, mesleğinin ve toplum yaşamının
zorunlulukları altında ezilmiş bir insandır. Baba Brecht, oğlu Bertolt'un
suskun, dikkafalı, isyankarlık ve taşkınlık gösteren tavırlarından
hoşlanmamaktadır. Brecht'in çocukluğunu, bu aile ortamı içinde tasarlamak pek
zor olmasa gerek; ateşin başında geçirilen uzun kış akşamları, şehirde pazarları
yapılan sonu gelmez gezintiler, pazar elbisesi, annenin tenceresi, babanın işi
ve okul ödevleri... Biraz tekdüze, sıkıntılı, durgun bir çocukluk...
B.Brecht, 1915
Brecht, bu dönemden büyük bir boşluk, yitirilmiş bir zaman, alışılmış bir eğitim
anısı taşıyacaktır kendinde. Bu günlerden O'na kalan tek şey ise; sokakta
geçirdiği günlerdir. Gidip gelenleri, satıcıları, tüccarları, sokak çocuklarını,
dilencileri, tüm yasaları ve alayları görecektir. Sokak, O'nun için, tam
anlamıyla dünyayı tanımanın bir yolu ve oyunda yenilmenin acı yaşantısıdır.
Dünyayı tanımaya başlayıp eşitsiz gelişmenin sonuçlarını gören Brecht, tüm
geleneklerden bunalmaya başlar. İnsanlar arasındaki bu ayrımları, bu küçültücü
bölünmeleri kabul edemez hale gelir. Baba evinde yediği hazır ekmeği açlarla
paylaşmak ister.
Bilin: Halkın ekmeğidir adalet.
Bakarsınız bol olur bu ekmek,
bakarsınız kıt,
bakarsınız doyum olmaz tadına,
bakarsınız berbat.
Azaldı mı ekmek, başlar açlık,
bozuldu mu tadı,
başlar hoşnutsuzluk boy atmaya.
Bozuk adalet yeter artık!
Acemi ellerde yoğrulan, iyi pişirilmemiş adalet yeter!
Yeter katıksız, kara kabuklu adalet!
Dura dura bayatlayan adalet yeter!
Bolsa insanın önünde ekmek, lezzetliyse,
gözler öbür yiyeceklere yumulsa da olur.
Ama her şey bollaşmaz ki birdenbire...
Bilirsiniz, nasıl bolluk doğurur emek:
Adaletin ekmeğiyle beslene beslene.
Ekmek her gün gerekliyse nasıl,
adalet de gerekli her gün,
hem o, günde bir çok kez gerekli.
Sabahtan akşama dek, iş yerinde, eğlencede,
hele çalışırken canla başla,
kederliyken, sevinçliyken,
halkın ihtiyacı var pişkin, bol ekmeğe,
günlük, has ekmeğine adaletin.
Madem adaletin ekmeği bu kadar önemli,
onu kim pişirmeli, dostlar, söyleyin?
Öteki ekmeği kim pişiren?
Adaletin ekmeğini de
kendisi pişirmeli halkın,
gündelik ekmek gibi.
Bol, pişkin, verimli.
Brecht, liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gider. O da, iyi aile çocuklarının
yolunda yürümektedir. 18 yaşında tıp öğrenimine başlar. Önünde, ailesine uygun
bir meslek kapısı açılmıştır. Gelgelelim, iki yıldır süren savaş, bu tasarıları
gölgeler. Brecht, o sıra Münih Üniversitesi'ne yazılmıştır. Hocalar, gençliği
bekleyen kaderi düşünerek, disiplini gevşetirler ve Brecht, öğrenciliğine
meyhanede devam eder. Önünde büyük bir bira bardağı, arkadaşlarıyla birlikte
askeri olayları ve günün felaketini yorumlamaya koyulur...
Okumuş Bir İşçi Soruyor
Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil'i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima'nın?
Ne oldular dersin duvarcılar
Çin Seddi bitince?
Yüce Roma'da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans'ta?
Atlantik'te, o masallar ülkesinde bile,
boğulurken insanlar
uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.
Hindistan'ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalılar'ı Sezar?
E bir aşçı olsun yok muydu yanında?
İspanyalı Filip ağladı derler
batınca tekmil filosu.
Ondan başkası ağlamadı mı?
Yediyıl Savaşı'nı 2. Frederik kazanmış?
Yok muydu ondan başka kazanan?
Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
ama ödeyen kimler harcanan paraları?
İşte bir sürü olay sana
Ve bir sürü soru.
Ait olduğu sosyal sınıfa başkaldırış, Brecht'de çok genç yaşta başlamıştır. Daha
16 yaşında bir lise öğrencisiyken, sol eğilimli yayın organlarında şiirler
bastırmış, öğretmenlerin otoritesine karşı saygısızlığı nedeniyle sınıfta kalma
tehlikesine düşmüştür. 1915 yılında, "En tatlı şey, vatan uğruna ölümdür" konulu
bir kompozisyonda, anti-militarist görüşünü şiddetle savunup kompozisyon
konusunu yalnızca bir propaganda aracı olarak niteleyince, okuldan kovulması söz
konusu olur. Bir öğretmeni, Brecht'in kompozisyonunu, kafası karışmış bir
öğrencinin işi olarak değerlendirerek olayı yatıştırır.
Bu gelen ilk savaş değil.
Çok savaş oldu bundan önce.
Bittiği gün en son savaş
bir yanda yenilenler vardı gene,
bir yanda yenenler vardı.
Yenilenlerin yanında
kırılıyordu halk açlıktan.
Yenenlerin yanında
halk açlıktan kırılıyordu.
Gelen Emperyalist Paylaşım Savaşı'yla, Brecht, savaşın sonuna doğru sıhhiye
hizmetinde çalıştırılmak üzere askere çağrılır. İstemeye istemeye orduya
katılır. Oysa 4 yıl önce, Almanya'nın gençleri, hükümetin çağrısına sevinçle
masaları yumrukluyarak cevap vermişler, defterlerini ve kitaplarını yakmışlar,
dükkanlarını kapamışlar, tezgahlarını bozmuşlar, yurtseverlik şarkıları
söylemeye koyulmuşlardır. Brecht, çevresinde karışıklığın, ailesinde
düzensizliğin hüküm sürdüğü bir sırada, kışlaya yalnız gider. Artık sokaklarda
ne resmi geçitler vardır, ne de sevinç haykırışları. Dükkanların kepenkleri
kapalıdır, yaslıdır. Kır hastaneleri can çekişen, son nefesini veren, cinnet
getiren insanlarla dolmuştur. Hastaların acıdan attığı çığlıklar altüst etmiştir
Brecht'i. Yurt savunması bahanesiyle savaşa gönderilen "meçhul askerin",
memleketine götürülüşündeki garip ve ikiyüzlü güldürüyü düşünür.Savaş bitince
Brecht, memleketine dönerek işçi/asker meclisinde birkaç gün bulunur. 1918
yılının sonrasında, Alman genelkurmayı ile emekçi halk arasında baş gösteren
sivil savaş ve Hitler'in iktidarı aldığı 1933 yılına kadar olan bir süreç
başlamıştır artık. Brecht önceleri, tüm aydınların ve sanatçıların girdiği savaş
bunalımına düşecektir. Ekspresyonizm, yani dışavurumcu sanatın etkili olduğu
yıllardır bu yıllar. Tüm vahşeti ile yaşanan savaş, sanatçılarda, korkunun ve
acının getirdiği tepkilerle çığlıklara dönüşmüş ürünlerin ortaya çıkmasına neden
olur. Öznel-idealizmin yaşandığı bu süreçte Brecht, barikatlar arkasında girdiği
çatışmalardan çıkarak Münih'e gitmeye karar verir. Münih'te tüm aydınların,
sanatçıların toplandığı kahvede savaşına devam edecektir. Bu kahvede,
siyasetten, edebiyattan, sanattan, hekimlikten ve devrimden konuşulur.
Birbiriyle çatışan, birbirini tamamlayan, çürüten, zenginleştiren bir düşünceler
dünyası, bir masanın çevresinde doğar ve gece bastırıncaya kadar sürer.
B.Brecht, 1926
Brecht, ilk şiirlerini bu kahvede kaleme alır. Onları dergilere gazetelere
gönderir. O günlerde, kimsenin söylemeyi göze alamadığı şeyleri söyler bu
ürünler. Eski cephe arkadaşlarının öfkesini, memleketin geleceği için beslediği
yıkılmaz inancı ve onların boşu boşuna ölmelerini ele alır. Emperyalistlerin
girdikleri paylaşım savaşında ölen "Ölü askerin efsanesi" ni anlatır. Eski
askerler, alkışlamak yerine, bardakları fırlatırlar Brecht'in kafasına. Ancak,
daha sonra yenilmiş askerler, içerdeki siyasetin bir kere daha kurbanı olurlar.
Ülkesinden kaçan imparator, Almanya'nın simgesi olarak kalacaktır. Erkekler,
kadınlar, çocuklar, sefil şehirlerde açlıktan kırılmaya başlar. Ülke içinden
yükselen sesleri, kovuşturmaları ve kuvvetleriyle ezeceklerdir. Brecht, bunların
yaşandığı süreç içinde her yerde görülür. Çarşı meydanlarında, satıcılarla,
işsiz güçsüz dolaşanlarla ve hınca hınç ihbar ve homurdanmayla dolup taşan
meyhanelerde; kara listelerin düzenlendiği gazete idarehanelerinde… Her şeyi
duyar ve her şeyi görür.
Oyun yazarıyım.
Gördüklerimi gösteririm.
İnsanların nasıl alınıp satıldığını gördüm
İnsan pazarlarında.
Bunu gösteririm ben.
Oyun yazarı.
Birbirlerinin odalarına nasıl girerler,
hileyle ya da parayla.
Sokakta nasıl durup beklerler,
nasıl tuzaklar kurarlar birbirlerine?
nasıl sözleşirler, nasıl asarlar birbirlerini,
nasıl sevişirler?
Çapulculuktan kazandıkları parayı nasıl savunurlar ve nasıl yerler?
Bütün bunları gösteririm.
Birbirlerine neler söylerler, onları anlatırım.
Ananın oğluna neler dediğini,
işçiye neler buyurduğunu patronun,
nasıl yanıt verdiğini kadının kocasına.
Tüm yalvaran sözcükleri,
tüm buyuran sözcükleri,
yaltaklanan, aldatan, yalan söyleyen,
yaralayan sözcükleri,
bir bir ışığa çıkarırım, hepsini.
Büyük bir tutkuyla çalışan Brecht, ilk ürünlerinin pratiğini sergiler. "Baal",
Brecht'in ilk tiyatro oyunudur. 1922'de Leipzig'de sergilenen "Baal", insandan
çok toprağa yakın varlıklardan birinin hikayesidir. Bu, yarı bitki, yarı hayvan,
yapışkan otları ile su yosunlarının oluşumundan hoşlanan bir varlıktır. Şair,
yabancı, oduncu "Baal" topluma duyduğu tiksintiyi şarkılarla dile getirir;
şarap, şehvet, sadizm ve ölüm şerefine cümbüşlü, azgın bir yaşam sürer.
Zındıkların bu yeni tanrısı, bu alkol yada şiir sarhoşu, bu yerle gök arasındaki
çıplak yaratık, sonunda bir köpek gibi kuyruğu titretir. Bu oyun bir toplum
eleştirisidir, ancak, siyasal anlamda bir eleştiri özelliği taşımaz. Yapıcı
eleştiriyi içermeyen bu oyun, yolu üstündeki kurumları, sözleşmeleri ve
özellikle insanların korkunç gururunu ezip geçen bir buldozer gibidir. Sadece
doğa, gök, deniz ve bulutlar ölümsüz ve coşkun bir gözleyiş içinde değişmeden,
kaygısız kalırlar.
İkinci oyunu "Kentlerin Ormanında", ilk kez 1922'de, Münih'te sahnelenir. Bu
oyunda, birbirinden nefret eden iki kişinin, karşılıklı kinlerine ve onların
birbirlerine oynadıkları acımasız oyunlarına karşı, suç ve ahlaksızlığın hüküm
sürdüğü büyük kentin ilgisizliğini anlatır. Brecht, bu dram karşısında seyirciye
şunları önerir: "Kavga motifleri üstüne kafa yormayın, hikayenin insancıl
yanıyla ilgilenin. Taraf tutmaksızın, savaşçıların talihleri üstüne düşüncenizi
söyleyin ve sonuca göre çıkarınızın nerede bulunduğunu hesaplayın."
Toplumsal eleştiriden henüz yoksun olan Brecht, bu dönemin Avrupa'da insanlar
üzerine yığdığı gerçeklere karşı duyduğu tepkileri, naif bir şekilde dile
getirmektedir. Henüz bilimsel bir temelden yoksun olan Brecht, aslında bir çıkış
yolu, yani çözüm aramaktadır. Peki neydi bu gerçekler? Bu gerçekler, Emperyalist
Paylaşım Savaşının yoksul insanlara yüklediği acılar ve sanayileşme ile birlikte
kentlerin büyüyerek yeni bir savaş alanına dönüşmesidir. Bu kaos ortamı içinde,
yüzyıllar önce Avrupa'dan "Yeni bir dünya" kuracağız diye, yeni keşfedilmiş
Amerika kıtasına göç eden Avrupa burjuvazisinin, orada yarattığı yıkıcı
değerlerin tekrar Avrupa'ya gelişidir bu. Yaşadığı düzenin değerleriyle boğuşan
insanların, birdenbire karşı karşıya kaldığı gerçeklerdir bunlar. Belki de
kapitalizm, ciddi anlamda ilk defa kendini hissettirmektedir. Zaten "Kentlerin
Ormanında" adlı oyunda sözü geçen kent, Şikago'dur.
Brecht'in bu yıllarına rastlayan 3. çalışması ise; "Ev Vaazları" adını taşıyan
bir şiir kitabıdır. Bu kitabın oluşumu bu yıllara rastlar, ama basılış tarihi
1927'dir. "Ev Vaazları"nda, bütünüyle alaycı bir havaya bürünmüş olan elli şiir,
Brecht'in uzun süredir beklediği bir anda elde etmesine neden olur. Nedir
beklediği? E, tabi ki rezalet çıkarma…
Bu yüzden yıllarca sırtında anarşist, yıkıcı, bozguncu damgasını taşıyacaktır.
Kitabın, "Ayinler" adlı birinci bölümü, doğrudan doğruya okurun duygusuna
seslenir. Yine de ona, her şeyi bir çırpıda okumasını, şiirlerine yüreğiyle
bağlanmasını öğütler. Bu bölüm, kentte yaşayan insanların çıldırmışlıklarına
işaret eder. Örneğin; 16 yaşındaki bir çocuğunu öldüren anayı, ana babasına
kıyan, ondan yaşça biraz büyük olan kardeşi işler bu bölümde. Böylesi olaylara,
o yıllarda Münih ve Augsbourg gazetelerinde sıkça rastlanmaktadır. Ozan, burada
sözü geçen kişilerin acı serüvenlerini anlatınca, "niçin ayağa kalkılıyor, niçin
sövülüp sayılıyor, onların da acınmaya hakkı yok mu?" diye sorarak şöyle der:
"Fakat sizler, yalvarırım öfkelenmeyin. Çünkü her yaratığın yardıma ihtiyacı
var."
Daha çok insanın aklına seslenen, "Ruhsal Alıştırmalar" adlı ikinci bölüm; daha
yavaş okunması gereken yaşama açılan kapıları dile getiriyordu. "Arpa bana
diyordu: bence dünyada en sevgili yer ambarlardır. Bilirsin neye benzediğini
orada: Ambarın üstünde tıkınan bir adama…"
Doğada şiddetli olayların ortaya çıktığı dönemler için "Öğceler" adlı 3.
bölümde, "dünyanın yabancı bölgelerinde yaşayan gözü pek erkeklerle yürekli
kadınların serüvenlerine dört elle sarılınmalıdır" diyordu. Son olarak,
anılarına ve geçmiş olaylara günler ayırır. O günlerde boğulan bir genç kıza,
savaşta ölen askerlere, hatta aşktan ölenlere ve bütün tanıdıklara seslenir.
Bu şiirler, insanın manevi değerlerini en mutlak, en köpeksi bir biçimde inkar
ettikleri ölçüde gerçekten "şeytanın dua kitabı"nı oluştururlar. İnsan
varlığını, hayvanlık düzeyine indirirler. "Ev Vaazları", çürümeye, kişinin
bitkileşmesine bir sunudur. Su yosunları, deniz bitkileri, mantarlar, ağulu
otlar, akbabalar, köpekbalıkları, sırtlanlar, insan varlığında bulunan hasta,
kokuşmuş, iğrenç her şey bu durmaksızın ayrışıp vahşi, esrarlı, cesedimsi doğa
freskinin arka yüzünü kapsar. "İçinde her şeyin çözüldüğü , oluştuğu doğa" diye
yazar, "en uzak, cephesiz, kapsayıcı varlıktır: her şey ondan gelir ve ona
döner."
Brecht, savaşın sarstığı bir insanlığın umutsuzca bağlandığı bütün değerleri,
bilinçli bir biçimde silkeler. Çıkardığı rezaletten hoşlanır ve kahkahalar atar.
Ne var ki; tiksintisine, yoksunluğuna, yalnızlığına eşittir sevinci. İlk
dramlarındaki kişiler de, toplumun yalnız bıraktığı kişilerdir.
Geçti içimizden biri koca denizi,
gide gide buldu yeni bir kara.
Bir sürü insan koştu ardından,
orda büyük şehirler kurdular
alın teri ve akılla.
Ama ekmek satılmadı eskisinden daha ucuza.
Brecht bu yıllarda, henüz Marksist bir yazar değildir. Genç bir yazar olarak,
bilimsel temellerine oturtamadığı dünya görüşünün egemen olduğu döneme ait
örneklerden biri de, ilk adı "Spartaküs" olan "Gecede Davul Sesleri" adlı
oyundur. İlk kez, 30 Eylül 1922' de, Münih'te bir cep tiyatrosunda sergilenen
oyun, halkın tepkisiyle karşılaşır. Oyunun yapı unsurları; Brecht'in memleketi
Augsburg ve Kasım İhtilali'dir. 1919'da, Spartekist Birliği'ni kurarak,
Berlin'de bir sosyalist devrim girişiminde bulunan Liebknecht ve Rosa
Luxemburg'un öldürülmesinin arkasından gelen bir oyundur bu. Oyundaki
karakterlerden biri, Berlin proletaryasının isyanına katılıp savaşmaktansa
sevgilisinin yanında kalmayı yeğ tutar. Oyun, burjuvazinin ilgisini çekip,
üstüne üstlük Kleist Ödülü'nü alsa da, Münih Halkı, oyundaki gerçeği görmüştür.
Bu oyunla birlikte popileritesi artan Brecht'e, Berlin yolu gözükmüştür. Alman
tiyatrosunun baş kenti sayılan Berlin'de, Brecht'e olağan üstü bir tiyatro ile
sınırsız olanaklar sağlanır. Artık Brecht'in ünü tüm dünyaya yayılacaktır.
Brecht, Roza'nın öldürülmesi üstüne şunları söyleyecektir:
Kızıl Roza'da göçtü gitti.
Belli değil yattığı yer.
Gerçeği söylediği için yoksullara
kovdu onu dünyadan zenginler.
Ardından gelen oyunu "Adam adamdır", Galy Gay isimli bir komisyoncunun Kilkoa
barakalarında geçirdiği değişimin hikayesini anlatır. Kargaşanın yazarı Brecht,
bu oyunuyla da yıkıcılığını sürdürür. Suçlularla köhnemişlerin yönettiği, hüküm
sürdüğü, yozlaşmış bir toplumda insan, önemsiz bir niceliktir ancak. "Adam
Adamdır"da vazgeçişe, edilgenliğe karşı bir çağrı, bir uyarı görülür. Tiksinti
uyandıran komisyoncu Galy Gay isimli tipoloji, anonimliğin karanlık ve trajik
bir simgesidir.
"II. Edouard'ın Yaşamı" adlı oyun ise; onun tersine, aşırı bireyciliğin
kahramanıdır; dünyaya, güçlülere ve halkın iradesine karşı ölünceye değin tek
başına savaşır. Bu, piç oğlunu almaya yanaşmadığı için halkının öfkesini
uyandıran bir kralın hikayesidir. Sarayın ileri gelenleri, O'nu tahttan indirir,
hapse atar ve sonra öldürtürler.
İyi insana bir-iki soru;
Anladık iyisin.
Ama neye yarıyor iyiliğin.
Seni kimse satın alamaz.
Eve düşen yıldırım da satın alınmaz.
Anladık, dediğin dedik.
Ama dediğin ne?
Doğrusun, söylersin düşündüğünü.
Ama düşündüğün ne?
Yüreklisin.
Kime karşı?
Akıllısın.
Yararı kime?
Gözetmezsin kendi çıkarını.
Peki gözettiğin kimin ki?
Dostluğuna diyecek yok ya,
dostların kimler?
Şimdi bizi iyi dinle!
Düşmanımızsın sen bizim.
Dikeceğiz bir duvarın dibine,
ama madem iyi bir sürü yönün var,
dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine;
iyi tüfeklerden çıkan,
iyi kurşunlarla vuracağız seni.
Sonrada gömeceğiz,,
iyi bir kürekle,
iyi bir toprağa.
Görüldüğü gibi, Brecht'in ilk evresi olarak tanımlayabileceğimiz dönemde
sahnelenen oyunlar, dışavurumcu akımın ikinci dönemini yansıtan oyunlardı.
Çünkü, 19. yüzyılda tüm Avrupa'yı içine alan sanayileşmenin ve güçlenen
kapitalizmin, toplumsal yaşamın her döneminde yarattığı etki ve tepkilerden,
sanat da payına düşeni almıştı. Romantizm, yerini doğalcılığa bırakmıştı. Ancak
ilk elde, resimdeki izlenimci akımla birlikte gelişen, çoğu kez gerçekçilikle eş
anlamlı kullanılan doğalcı anlayış, gerçekçiliğin derinindeki süreçleri
kavramaya yanaşmayıp, onu salt görünüşü içerisinde ve insanı da yalnızca
çözümsel bir yöntemle ele alması nedeniyle, gelişen toplumsal dinamik karşısında
yetersiz kalmıştı. Kısacası; sadece görüneni gözlemleyen bu akımlar, görünenin
özünü, yani bireyle toplumsal ilişkilerin bir bütün olduğunu göremiyorlardı.
İster istemez, toplumsal eleştiriye yönelen eleştiriyel gerçekçiliğe ve yeni bir
toplum amaçlayan, politik temellere dayanan toplumcu gerçekçiliğe basamak
oluşturmuştu bu akımlar.
Gerçekçiliği, taklitçiliğe mahkum eden anlayışlara bir tepkiden doğan
dışavurumculuk, tiyatroda, Emperyalist Paylaşım Savaşının öncesinde ve
sonrasında etkili olmuştu. Kendini "ifadecilik" olarak tanımlayan bu akım,
sanatta büyük bir devrim gerçekleştirmeyi, bireyin derinliklerinde yatan
gerçekleri dile getirmeyi, dış dünyanın birey üzerinde bıraktığı etkileri kendi
süzgecinden geçirerek dışa vurmayı, sanatı akılcı gerçeklerin dışına çıkarıp
bireysel yaratıcılık ve düşsel bir güçle dünyayı yeniden kurmayı amaçlamıştı.
Savaş öncesindeki ilk evresinde ütopik bir çıkış yapan dışavurumculuk, savaş
sonrasındaki ikinci evresinde, insan "ben"ini önemseyen, onu yığının bir parçası
olarak görüp, devlete mutlak itaatini bekleyen bir siyasal dayatmaya yol açan
sorunlara, aynı zamanda ekonomik düzende artan enflasyon ve yoksulluğa karşı
nihilist çıkışlar yapmıştı. Avrupa devletlerinde yaşanan bu bunalıma karşı,
sürekli "çökmek" ve "çöküş" sözcüklerini dillendirerek, siyasal ortama gönderme
yapıyorlardı. İlk dönemlerinde, ütopik dışavurumculardan ziyade, savaşan dünyaya
karşı duyulan inançsızlığı dile getiren, kapitalist toplumun kalıplaşmış
değerlerine, boş yargılarına ve her türlü sanat anlayışına cesur bir tepki
olarak "sanata son" sloganıyla ortaya çıkan, emekleyen bir bebeğin kullanacağı
"da da" sözcüklerinden temellenen dışavurumculuğun ikinci evresine dahil olan
"dadaizm" akımından etkilenmişti Brecht.Ancak, Brecht'in tüm görüşlerini
bilimsel bir temele oturtma dönemine giriş süreci, Piscator'un yaptığı
çalışmalarla olacaktı. Alman Komünist Partisi üyesi olan Piscator, Almanya'da
proletarya tiyatrosunu kurmuş ve çoğunluğunu işçilerin oluşturduğu oyuncu
kadrosuyla, güncel olayları yansıtan propaganda çalışmaları yapmıştı. Bolşevik
devrimi sonrasında Sovyetler'de yapılan çalışmalarla paralellik gösteren bu
çalışmalar, Meyerhold gibi, Piscator'un da yalnızca propagandayla yetinmeyip
gösterilerinin sanatsal biçimini de geliştirmeye çalıştığı bir dönemde,
proletarya tiyatrosunun kapatılmasıyla sonuçlanmıştı.
O yıllarda Almanya'da, Sosyal Demokrat Parti'nin kontrolündeki meşhur
tiyatrolardan biri olan Volksbühne, yani "Halk Sahnesi" adlı tiyatronun gittikçe
bir burjuva tiyatrosu görünümü almasına karşılık Piscator, proleter bir
Volksbühne yaratmak amacı ile Merkez Tiyatrosu'nu kurar. Ancak, bu tiyatroda çok
fazla sürmez. Bunun üstüne Piscator, Kaysserler'den sonra, Halk Sahnesi'nin
sanat yönetmenliğine Fritz Holl'ün getirilmesiyle Volksbühne'de yine çalışmaya
başlar. Almanya'nın enflasyon, işsizlik, ayaklanmalar, politik kavgalar ve dış
borçlar içinde kıvrandığı bir dönemde, büyük yankı uyandıran Schiller'in
"Haydutlar" adlı oyununu sahneye koyar Piscator. Tüm basının "Piscator,
Haydutlar'ı Potemkin'e benzetti." Yorumunu yaptığı bu oyun, kısa episodik
sahnelere dayanan yapısı, projeksiyon ve film kullanımı ile duygulardan çok
olaylara ve düşüncelere yönelen sahneneme biçimiyle, güncel olaylarla paralellik
kurmasıyla, Brecht'in epik tiyatro kuramının ilk nüvelerini taşıyordu.
WEİMAR ANAYASASI'NIN BİRİNCİ MADDESİ
1.
Devlet gücü halktan gelir:
-Nereye gider ama?
Evet, nereye gider?
Bir yer var elbet gittiği.
Polis evden gelir.
-Nereye gidiyor ama?
Vesaire…
2.
Bakın, yürür bir kalabalık.
Nereye doğru ama?
Evet, nereye doğru?
Bir yer var elbet gidilen.
Döner şimdi bu kalabalık evin köşesini.
-Ama nereye doğru?
Vesaire…
3.
Devlet gücü zınk der durur.
Oralarda bir şey var.
-Ne görür oralarda?
Ve birden haykırır devlet gücü,
Dağılın, hey, oradakiler!
-Neden dağılacakmışız?
Haykırır: Dağılın!
4.
Kümelenmiş bir şey durur oralarda.
Bu bir şey sorar: Neden?
Neden sorar neden diye?
Sen şu sorana bak hele!
Elbet ateş açar devlet gücü
ve oralarda bir şey düşer yere.
Nedir oralarda böyle düşen?
Neden yere düşer ki hemen?
5.
Devlet gücü bir şey görür: bok içinde.
Bir şey yatar bok içinde.
Fare leşi mi yoksa bu yatan?
Halk bu, halk ama!
Gerçekten halk mı bu?
Gerçekten halk ya!
Dünya görüşünü bilimsel temellere oturtmaya başlayan Brecht, burjuva
idealizminin, yerini dehşete bıraktığı ikinci dönem dışavurumculuğundan
sıyrılmaya başlamıştır. "Tiyatroyu politikaya yöneltme onuru, özellikle
Piscator'undur. Bu yöneltme olmaksızın benim tiyatrom düşünülemezdi." diyordu
Brecht. İlk evresine ait oyunları duygusal bir temele dayanan Brecht, bu bakışla
ürettiği oyunlarında, sürekli bir karamsarlık içinde olmuştur. Ancak, ikinci
evresinde, karamsar tutumuyla ortaya çıkan nihilizmini boğabilmek için
Brecht'in, bir disipline ve olumlu sonuçlara götürecek bir inanca gereksinmesi
vardır. Piscator'dan etkilenen Brecht, bu çözümü politik bağlanmayla
sağlayacaktır. Maddeci dünya görüşü O'na, kendini denetleme, disiplin ve akılcı
yöntemi öğretecektir. İşte Brecht bu döneminde, Marksizmle buluşuyor ve epik
tiyatro yöntemini düşünmeye başlıyordu.
1929'da yazdığı "Mahagonny Kenti'nin Yükselişi ve Düşüşü" adlı epik operada,
içgüdü ve duyguyu, obur kapitalist düzenin karmaşasının ve kötülüğünün kaynağı
olarak görmektedir. Mahagonny'de polisin izlediği bir haydut çetesinin, kaçmayı
başardıktan sonra kurdukları bir zevk şehrinin hikayesi anlatılır. Arkasından
gelen oyunu, Brecht'in dünya çapında tanınmasını sağlayan "Üç Kuruşluk
Opera"dır. "Üç Kuruşluk Opera" adlı oyun, filme iki defa alınmış, ancak, Brecht
bu iki filmi de beğenmeyerek, "Beş Paralık Opera" adlı romanı yazarak
bastırmıştır. Brecht burada, Boer'ler Savaşı sırasında, Victoria'nın
hükümdarlığı zamanında, Londralı aşağı tabakanın çarpıcı, sanrılı bir resmini
çizer. Kuşkuculuğu geliştiren yazar, bilimsel düşüncenin temelinde, dondurulan
düşünceye eleştiriyelliğini yöneltir. Oyundaki Mack adlı karakter, "insan neyle
yaşar?" sorusunu şöyle yanıtlamaktadır: "Başkalarının üstünden geçinir,
öğüterek, terleyerek, yenerek, döverek, aldatarak ve başkalarını yiyerek yaşar."
İyice görüyorum artık düzeni.
Orada, bir avuç insan oturuyor yukarıda,
aşağıda da bir çok kişi.
Ve bağırıyor yukardakiler aşağıya:
"Çıkın buraya gelin ki,
hepimiz olalım yukarıda."
Ama iyice gözlediğinde görüyorsun,
neyin saklı olduğunu
yukardakilerle, aşağıdakiler arasında.
Bir yol gibi gözüküyor ilk bakışta.
Yol değil ama.
Bir tahta bu.
Ve şimdi görüyorsun açıkça;
Bu bir tahtaravalli tahtası.
Bütün düzen bir tahtaravalli aslında.
İki ucu birbirine bağımlı.
Yukardakiler durabiliyorlar orada,
sırf ötekiler durduğundan aşağıda.
Ve ancak;
aşağıdakiler, aşağıda oturduğu sürece
kalabilirler orada.
Yukarıda olamazlar çünkü,
ötekiler yerlerini bırakıp çıksalar yukarı.
Bu yüzden isterler ki;
aşağıdakiler sonsuza dek
hep orada kalsınlar.
Çıkmasınlar yukarı.
Bir de, aşağıda daha çok insan olmalı yukardakilerden.
Yoksa durmaz tahtaravalli.
Tahtaravalli.
Evet, bütün düzen bir tahtaravalli.
1930'da yazdığı "Kuralla Kural Dışı"'nda hamal, O'nu döven, ezen ve sonra da
susayan tüccara matarasını çıkarıp su vermek ister. Nefret edildiğinin
bilincinde olan tüccar, hamalın matarasını taş gibi görür ve hamalın O'na büyük
bir taşla saldırdığını sanarak tabancasıyla O'nu öldürür. Yargıç mahkemede,
nefret ettiği birine su vermenin akıl dışı olduğunu kabul ederek tüccarı beraat
ettirir. Öyleyse hamalın yaptığı hareket ne kadar insancıl olursa olsun,
duygularıyla hareket ettiği için ölümü hak etmiştir.
İyi ile kötü arasında bulunan insanoğlunun ikiciliği kabul eden "Adam Adamdır"
oyunundan sonra, bu oyun, toplumun ahlaksızlığını, bozulmuşluğunu ortaya koyar.
"Küçük Burjuvanın Yedi Günahı" adını verdiği bale kantatındaki Anna adlı
karakter, dans eden, içgüdüsel ve duygusal olmasının yanı sıra, şarkı söyleyen
akılcı ve pratik olarak iki yönlü bir tipolojidir. Bu karakter, doğduğu kenti
terk eder ve para kazanmaya başlar. Bu arada, duygusal bir yolda aşık olur,
ancak tüm duygularına gem vurarak, kazandığı para ile memleketine geri döner. Bu
oyunda irdelenen şey; ticarete dayanan bir düzende, içgüdü, yerini mantığa
bırakmıştır. Brecht'in bu dönemleri, kapitalizmde yaşayan insanın iki yönlü
karakterine vurgu yapar. Kendi emeğine yabancılaşan insanın, kaçınılmaz sonudur
kendine yabancılaşması.
Toplumsal pratiği inceleyen Brecht, gelmekte olan felaketin kaçınılmazlığını
görmüştür. Çünkü, 1930'lar Almanya'sı, işsizliğin, yoksulluğun iyice tırmandığı
bir dönemdedir. 1931 Mayıs'ında ünlü Reichbank'ın iflasıyla fırtına patlamış ve
bankalar geçici olarak kapatılmıştır. Böyle bir dönemde "Adil Düzen" sloganıyla
çıkan Nazi Partisi, 1932 seçimlerinde on dört milyon oy toplayarak 235
sandalyeyle meclise girmiş ve 1933 yılında yaşlı başkan Hindenburg, kahverengi
gömlekli serüvenci Hitler'e iktidarı, kendi elleriyle teslim etmiştir. Dünyayı
sarsacak katliamlara imza atacak olan Nazi Partisi'nin kara listesine alınan bir
çok insan gibi, Brecht de kara listeye alınmıştır. Brecht,bunun üstüne
Danimarka'ya gider.
1.
Şükrederiz tanrıya şimdi hepimiz
gönderdiği için bize Hitler'i;
Almanya'nın güzel topraklarından
temizleyip atması için çöpleri,
eski yolları bıraktık,
yeni badanamız tertemiz.
Onun için bize böyle birini
gönderen tanrıya şükrederiz.
2.
Ev çok eskimişti,
soğuk giriyordu içeri.
Yapmak zorundaydık artık
yeni baştan bir ev,
ev çöker sanıyorduk,
besbelli çürüdüğü,
ama Hitler bir güzel boyadı onu,
işte gene ayaktadır evimiz.
3.
Her yerde kol gezerdi açlık,
ekmek kalmamıştı mutfakta,
giyecek bir şeyimizde yoktu
önderimizi ilk gördüğümüzde.
Eğer bugün daha bitkin olsaydık,
eğer daha aç olsaydık bugün,
kalabalık malabalık demez, tümümüzü
tek saman demetiyle doyururdu.
4.
yoksul kalır yoksul olan.
Zenginlerindir artık ekmek.
Allah rızası için,
bize yeni bir badana gerek,
yoksa yoksul insan,
sırf aç olduğundan,
saldırır biz zenginlere
ve tıkınır doyuncaya dek.
5.
Ama gelince Hitler'imiz
süsleyecek bizi yeniden.
Ona tapan herkes,
zenginse zengin kalacak,
yoksulsa yoksul.
Hem koyacak sınıfları yerli yerine,
hem sınıf düşmanlığı olmayacak.
Yağmuru yağdıracak ama
ıslanmayacak hiç kimse.
6.
Turşuyu tatlı yapacak.
Şekeri ekşi.
Yeni bir duvar örecek
betondaki çatlaklardan.
Boyayacak pisliğin, yozluğun üstünü
olana dek yepyeni.
Bu yüzden şükrediyoruz tanrımıza
bize gönderdi diye Hitler'i.
Sürgündeyken yazdığı, "Yuvarlak Kafalarla Sivri Kafalar" adlı oyunda, Hitler'in
tayfasını ve iktidara gelişini anlatır. 1934'de yazılan bu oyun, basımının
örnekleri az olduğu için bulunması çok zordur. Oyunda; İber, yani Hitler, dinsiz
imansız bir serüvencidir. Kral naibi Missena, yani Hinderburg O'nu, önemli bir
devlet görevine çağırır. Görevi; emekçi devrimini kötürümleştirmektir. İber,
mevkiini sağlamlaştırmak için bir ırk kuramı ortaya atar: Halkı, yuvarlak ve
sivri kafalı olmak üzere ikiye ayırır. Gelgelelim, bunlardan birinin geçici
mutluluğu öbürünün mutsuzluğu uğruna, orakçılar takımı İber'in tayfasını alt
eder. "Arturo Ui'nin Yükselişi"nde ise, adı geçen Arturo Ui adlı karakter,
Hitler'den başkası değildir. Brecht, Reichstag yangınından başlayarak Şansölye
Dolfuss'un işgaline kadar Hitler'in yükseliş dönemini, Chicago'da bir haydut
çetesinin çevresinde geçirir. Arkadan gelen Schweyk, özel, garip bir kahraman
değil, bütün göklerin altında ve bütün enlemlerde rastlanan bir insan tipidir.
Bu oyunda Brecht sorar: "Acaba Hitler'in orduları kendi memleketini işgal
etseydi, Schweyk ne yapardı?"
"III. Reich'ın korku ve Düşkünlüğü", bir kaç portreyle, Nazi kargaşası altında
ezilen bütün Almanya'nın dramını verir. Hiç kimse kurtulmaz, herkes Nazi
damgasını yemek ve onun iradesine baş eğmek zorundadır.
Brecht, bir yandan çalışmalarını sürdürürken, sürgün yıllarında çok ülkeye
gitmek zorunda kalır. Çekoslovakya, Avusturya, İsviçre, Fransa, Danimarka,
İsveç, Fillandiya ve Sovyetler Birliği'nde bulunur. Fillandiya'dan Amerika'ya
göç eder. Amerika'da kaldığı süre içinde, Amerika'da tanınsa da, oyunları pek
fazla ilgi görmez. Oyunları, idealist tiyatronun klasik yöntemiyle yorumlandığı
için pek anlaşılmaz.
Danimarka'da iken yazdığı, ama ilk kez Amerika'da sergilenen "Galileo Galilei"
yani "Galile'nin yaşamı" adlı oyun, Galilei'nin bilimsel bakışı ile siyasi
vurdumduymazlığının ortaya çıkardığı karşıtlığı inceler. Oyunun diğer bir yanı
ise, egemenlerin bilimsel çalışmalara duyduğu ihtiyaçla, iktidarlarını tehlikeye
sokan bu araştırmalara duydukları düşmanlığın karşıtlığını ortaya koyar.
"Kahramanları olmayan ülke mutsuzdur" sözlerine Galilei'nin cevabı;
"Kahramanlara gerek duyan ülke mutsuzdur." olur.
Biliriz nedir bizi hasta eden!
Söylenir bizi senin iyileştireceğin
hastalandığımız zaman.
Diyorlar ki, sen, tam on yılda
öğrenmişsin hastalar iyi etmesini
halkın parası ile yapılan
güzel okullarda.
Dünyanın parasını dökmüşsün
olmak için bilgi sahibi.
Senin elinde öyleyse iyileştirmek bizi.
Ne dersin, elinde mi?
Seni gelince görmeye,
çıkartıyorlar üstümüzdekileri,
zor değil hastalığımızın nedenini anlamak,
şöyle bir bak üstümüze başımıza,
o saat öğrenirsin her şeyi.
Çünkü elbisemizi yıpratan neyse,
odur vücutlarımızı da yıpratan.
Rutubetten diyorsun, vücudumuzdaki ağrı.
Duvarlarımızda ki leke de ondan.
Söyle öyleyse bize:
Rutubet neden?
Ezdi bitirdi bizi
çok çalışmak, az yemek.
Sense öğüt verirsin,
dersin, kanlı canlı olun!
Suda büyüyen kamışa
demeye benzer bu:
çık başka yerde yaşa.
Ne kadar vakit ayırırsın bizim için?
Baksana, evinde bir halın var,
en azından beş bin muayene eder.
Haklı çıkarmak için kendini
bunda benim suçum yok
diyeceksin ister istemez.
Bizim evin duvarındaki
ıslak lekeye git sor:
o da bundan başka bir şey demez.
Galilei'nin birbirini izleyen uzlaşmaları, bilim ve gerçek adına doğrulanır.
"Sezua'nın İyi İnsanı" adlı oyunda ise, tanrılarla uyuşarak, biraz iyilik yapmak
için birçok kötülük yapar. Demek ki insan, aynı zamanda hem kendisi, hem de
başkaları için iyi olamaz, hem kendine hem de başkalarına yardım edemez.
Aslında, Brecht bu oyunda, bir davranışın tümüyle iyi olamayacağını gösterir.
Brecht, bu çatışmaya hiç bir çözüm getiremez. Ancak, tanrıların bilmezlikten
geldikleri, hatta yasallaştırmaya gittikleri öne sürer. Çünkü, her şeyden önce,
burada görünüşlerin saygıyla karşılanması ve örnek alınacak sözün doğrulanması
önemlidir. Söylenen söz ise, "dünyayı kurtarmaya bir tek insan yeter" sözü
olacaktır.
"Azize Johanna" adlı oyun, Brecht'in bu güne kadar hiç sahnelenmeyen bir
oyunudur. Bu oyunda Brecht, Schiller'in yüzyıl savaşı sırasında odun yığınları
üstüne yığılan kahramanı bir "Genç Kız"ın yansılamasını çıkarmıştır. "Genç Kız",
1929 bunalım döneminin Chicago'sunda, kurtuluş ordusunun bir havarisi, halkın
yoksulluğunun etkisiyle bir devrimci kışkırtıcı olur, işçi sınıfının
mezbalarında olduğu kadar kapitalin borsalarında da savaşır. Devrim uğruna kavga
alanında can verir; ne olursa olsun, başkaldıran vicdanının buyruklarına sonuna
kadar bağlı kalır.
Brecht'in 1930'larda, Günther Weisenborn ile işbirliği ederek meydana getirdiği
"Ana" adlı oyun ise, Maksim Goki'nin romanı ile Sovyet Devrimi'nin
hikayelerinden oluşur. Görüldüğü üzere Brecht, devrim olayından birçok kez
yaralanmış, onu dramın merkezine yerleştirmiştir. "Önlem"de Çin Devrimi'ni,
"Ana"da Sovyet Devrimi'ni işlemesi gibi… "Carra Ananın Silahları"nda ise,
İspanyol Devrimi'ni işler. Franco'nun zorbalığına karşı, kendini savunan halkın
görüntülerine yer verir. Ruth Berlau, "Carrar Ananın Silahları" için mantıklı,
yöntemli ve diyalektik bir biçimde oluştuğunu belirtiyor. Sahnede herşeyin, bir
kabın damla damla dolması gibi geliştiğini, kap dolunca ise oyunun sona erdiğini
söylüyordu.
Brecht, "Kafkas Tebeşir Dairesi" adlı oyununda, biraz kendi ile çatışır.
Oyundaki karakter, sanki kendi portresidir. Karmaşık olan bu tipoloji, sıkılgan,
saldırgan, zeki, saf, esprili ve ciddi, alçak gönüllü ve kendini beğenmiş, içten
ve uzak bir karakterdir. Oyun, duygu ve aklın yani sağduyunun savaş alanı
gibidir. Sonunda sağduyu kazanır. Onun için de oyundaki karakter, doğruya
yönelik bir insandır. Yapmak istediği şeyler, tasarladıkları, hep sezgi ve
sağduyusu ile suya düşmektedir. Tıpkı Brecht'in akılcı bir yolda yapmak
istediklerinin, onun şiirsel yeteneğiyle çatışması gibi. Sonuçta duygu ve
imgelem iyi düşünmenin, sağduyu ve halk bilgeliği ise güzel söylev çekmenin
yerini tutar.
1.
İyilik neye yarar,
öldürülürse iyiler çarçabuk,
ya da iyilik görenler?
Özgürlük neye yarar,
yaşarsa bir arada
özgürlerle tutsaklar?
Akılsız olmak madem ekmek sağlar herkese,
akıl neye yarar?
2.
İyi insan olacağınıza,
öyle bir yere götürün ki dünyayı,
iyilik beklenmesin!
Özgür insan olacağınıza,
öyle bir yere götürün ki dünyayı,
kavuşsun özgürlüğe herkes,
özgürlük sevgisi geçersiz olsun!
Akıllı insan olacağınıza,
öyle bir yere götürün ki dünyayı,
akılsızlık zararlı olsun!
Brecht, ancak 1948'de dönebilir memleketine. Batı Almanya'nın kabul etmediği
yazar, sonra Avusturya ve Çekoslovakya üzerinden Doğu Berlin'e gelir. 1949'da,
eşi Helena Weigel'le birlikte tiyatrosunu kurar. Berliner Ensemble, yani Berlin
Kollektifi, artık kendi oyunlarının pratiğini kendi yorumuyla hayata
geçirebileceği bir tiyatrodur. Yazdığı "Cesaret Ana İle Çocukları" adlı oyunda
Brecht, bir yandan toplumsal çerçeveyi taşlarken, diğer yandan insan
karakterinin derinlerine giden duygularını işlemiştir. Bir yanda, yozlaşan
toplum düzeninin kötülüğünü gösterirken, diğer yanda acı çeken bir ana figürü
yaratır. Böylece, akılcı yanıyla bilinçli bir toplum taşlamasına yönelirken,
duygusal yanıyla da, büyük bir trajik figür yaratmıştır.Ardından gelen oyunu
"Lucullus Davası", Demokratik Alman Cumhuriyeti yönetimi tarafından, oyunun
bitiminden önce salon terkedilerek beğenilmemiştir. "Bay Puntila İle Uşağı
Matti"de ise, Puntila Ağa ayıkken akılcı, ferman dinlemez bir patron, sarhoşken
duygusal ve sevecen bir kişidir. Puntila Ağa, genel olarak yanlışın yanında,
kötü bir adamdır; ama akılcı yanını da yok eder. Ticarete dayalı bir düzeni
yansıtan tüm bu oyunlarda akıl, insanın olumsuz yanına eşittir.
1.
Hey, Amerika'yla konuşmak istiyoruz,
Atlantik Okyanusu'nun ötesindeki
Amerika'nın büyük kentleriyle, hey!
Düşündük ne dille konuşmamız gerekti
mutlaka anlayabilmeleri için bizi.
Ama işte, topladık türkücülerimizi bir araya
hem burada, hem Amerika'da,
hem dünyanın dört yanında,
herkesin anladığı türkülerimizi.
Hey, sesini dinleyin türkücülerimizin,
kara yıldızlarımızın,
hey, bakın,
bizim için türkü söyleyen kim…
2.
Hey, türkücülerimiz bunlar,
kara yıldızlarımız bunlar bizim,
tatlı türküler söylemezler,
ama çalışırken söylerler,
söylerler ışığınızı yaparken,
giysilerinizi yaparken
gazetelerinizi yaparken
ve su borularınızı ve demir yollarınızı
ve lambalarınızı ve ocaklarınızı
ve plaklarınızı yaparken söylerler.
Hey, şimdi hepiniz buradasınız madem,
söyleyin bir kez daha
o küçük türkünüzü Atlantiğin ötesine
herkesin anladığı dilinizle.
Akağaçlar arasında
esen rüzgar değil bu oğlum,
bir türkü de değil yapayalnız aya söylenen,
vahşi kükreyişidir bu günlük emeğimizin.
Hem lanetleriz biz onu,
hem bir nimet sayarız,
çünkü kentlerimizin sesidir o,
çünkü en sevdiğimiz türküdür o,
çünkü hepimizin anladığı dildir o,
çünkü olacaktır
çok geçmeden o
dünyanın anadili.
Gençlik dönemi olan evresinde duyguyu mutlaklaştıran Brecht, gelişme dönemi olan
ikinci evresinde akılcılığa vurgu yapmış ama, olgunluk çağı olan 3. evresinde
ise, duygusallık çoğu kez yıkıma götürdüğü halde, temelde insanın iyi yanını
yansılar. Diğer yanda akılcı tutum, bir insanı kötü yapabildiği halde bozuk bir
düzende, toplum içinde ayakta kalabilmesinin bir koşuludur. Yazar, doğru bir
düzenin gelmesiyle bu akıl-duygu çatışmasının yok edileceğine inanır. Brecht'in
toplumsal baş kaldırısı dışa dönük, yani nesnel, aktif, yenileyici ve
gerçekçidir. Ama onun varlığına karşı olan başkaldırısı, içe dönük, yani öznel,
pasif, çaresiz ve hatta romantiktir. İşte bu ikili durumun başkaldırısı ile
Brecht'in oyunlarının diyalektiği de anlaşılabilir. Bu çatışma, yaşamı boyunca
sürmüştür. O, bu çatışma içinde, bireyci değildir. Daha doğrusu o, bu düzen
içinde bireyin gerçek olamayacağını, yine bu düzen içinde ahlaksal deneyin
şarlatanlıktan başka bir şey olmadığına inanır. I. Dünya Savaşı'ndan sonra, daha
önce O'nda uyanmış olan kurulu düzene karşı olan duygusu, O'nu, içinde yaşadığı
düzeni sert bir şekilde eleştirme yoluna götürmüştür.
Bazı oyunlarında kapitalist sistemi bir randevuevine benzetmiştir. Çünkü, sevgi
bile ticaretin kurallarına bağlıdır. Böyle yozlaşmış bir kentte en büyük suç,
parasızlıktır. Brecht, faşist ülkeler ile kapitalist ülkeler arasındaki
ayrıcalığı şöyle tanımlar: "Kapitalizmde Kasaplar eti getirmeden önce ellerini
yıkarlar. Bunun gibi, kapitalizmin, faşizme dönmeden yaşayabilmesi de tamamen
faşistçe bir tutumdur." Brecht'in tiyatroda yapmak istedikleri ve kuramları
yanlış anlaşılmış ve yanlış yorumlanmıştır. Marksist dünya görüşüne dayalı
kuramları, Marx'ın yaptığı gibi, yüzyıllar öncesine, Aristoteles'e kadar varan
idealist felsefe ve idealist estetiğe dayanan egemen görüşlere karşı oluşuyla
başlamıştır.
Gençlik döneminde nihilist çıkışlar yapan Brecht, bu döneminde öznel, yani lirik
kalmıştır. Gelişme döneminde ise, nesnel olana, yani epik olana vurgu yapmıştır.
Yeni bir estetik kuramını ortaya attığı bu ikinci dönem, Aristocu tiyatro ve
Hegelyen estetikle hesaplaştığı dönemdir. Aristocu tragedya, Platon ve
Sokrates'in eleştirisi üstünde gider. Yapılan eleştiri, mimesis kavramına, yani
bir çeşit bir çeşit taklite dayalı olan gerçekçilik, daha çok temsil etme ya da
yeniden yaratma kavramıyla ilintilidir. Burada sözü geçen, epik şiirdir.
Aristocu tiyatro ise, kendi içinde bütünlük gösteren ve belli bir ölçü içine
sığdırılmış, belli bir aksiyonun yeniden yaratılmasıdır. Sanat yönünden
güzelleştirilmiş bir dili vardır ve ruhu, korku duygularıyla tutkulardan
arıtmaya çalışır. Bu ıslah edici, ehlileştirici yöntem; gerçekten olan şeyi
değil, tersine olan şeyi, yani olasılık ve zorunluluk kurallarına göre mümkün
olan şeyi ifade etmektedir. Burada, bireyin ortaya çıkan trajik durumuyla
özdeşleşen, yani bütünleşen seyirci, önceden tanımlanamayan bir trajik hataya
düşecek ve erdem gösterecek karaktere bağlanmaktan kaçamayacaktır. Sonra da,
karakterin ve seyircinin sahip olduğu kimi hatalara işaret eder. Trajik bir
suçtan dolayı çatışmaya dönüşen karşıtlıklar, çatışmadan ve karmaşadan sonra,
hatta aklandığında, yani arınma yaşandığında, huzura kavuşularak denge yeniden
kurulur.
Burada örnek gösterilen ve seyircinin bütünleşmesi sağlanılan kahraman, genelde
değişime ve dönüşüme yönelik bir tipoloji değil, daha çok onarıma yönelik bir
karakterdir. Aristoteles, sunduğu, seyircinin bütünleştiği bu öznel birey
yerine, nesnel olanı, yani hikayeyi ön plana çıkararak Antik Yunan tragedyasının
bir birey tragedyası olmayıp, Antik Yunan devletinin ya da toplumunun bir
tragedyası olduğunu vurgulaması bakımından özel bir önem taşır. Bu tersine
çevrilmiş diyalektik yöntem, felsefeye dayalı bir estetik olarak Hegel'de,
tiyatroda ise dramatik anlayışta yüzyıllara dayanan evrimini tamamlamıştır.
Burjuva idealizmine dayanan bu yöntem, "öznel olandan yola çıkarak, toplumsal
düşünce toplumsal varoluşu belirler" demektedir. Marksist dünya görüşüne dayalı
estetik ise, toplumsal varoluş, toplumsal estetiği belirler demektedir.
Tankınız ne güçlü, generalim,
siler süpürür bir ormanı,
yüz insanı ezer geçer.
Ama bir kusurcuğu var:
Bir sürücü ister.
Bombardıman uçağınız ne güçlü generalim,
fırtınadan tez gider, filden zorlu.
Ama bir kusurcuğu var:
Usta ister yapacak.
İnsan dediğin nice işler görür, generalim,
bilir uçmasını, öldürmesini, insan dediğin.
Ama bir kusurcuğu var:
Bilir düşünmesini de.
Epik olarak tanımladığı anlayışını, nesnelliğe vurgu yaparak, öznel duygusal
boşalımlara karşı, akılcılığı üstün kılıyordu Brecht. Nesnellik ilkesi ile
öznellik ilkesini bir araya getiren dramatik yapı, Hegel'in diyalektik
anlayışıydı. Zaten bu diyalektik anlayışının baş aşağıyı durduğunu söyleyen Marx
gibi, Brecht de, sonuçta öznelliğe teslim olan bu anlayışı ayakları üstüne
oturtmuştu. Akıl ve duygunun çatışmasını diyalektik bir bağ içinde incelemeye
çalışan yazar, olgunluk evresinde, nesnelliği mutlaklaştıran epik tiyatro
tanımlamasının yanlış olduğunu anlayarak, diyalektik tiyatro anlayışını
benimsemişti. Bu durumda Brecht, idealist estetiğin biçimsel durumuna karşı
çıkmaz. Ama bununla birlikte, karakterin tam anlamıyla özne olmadığını, aksine
bağımlı olduğu ekonomik ve toplumsal güçlerin nesnesi olduğunu ispat ederek, ona
kökten bir biçimde karşı koyar. Bu anlamda Brecht'in estetiği epik değildir.
Marksistir ve Marksist olarak, lirik, epik ve onu bütünleyen dramatik olanı
kapsayacaktır.
Yalnız burada önemli olan; yabancılaşmadır. Brecht, yöntemini bunun üstünden
kurar. Diyalektik gerçekliğe dayanan yabancılaşma efekti, seyirci ile sahne,
sahne ile oyuncu, oyuncu ile rol, rol ile mekan arasında belirli bir mesafe
yaratılması sonucu, sahnede tarihselleştirmenin gerçekleşmesine; oyuncu ile
rolün bütünleştiği burjuva oyunculuğuna karşı çıkar. Çünkü, burjuva
oyunculuğunda var olan oynadığı rolle hem özdeşleşip hem de eleştirerek oynama
yöntemine, yani eleştiriyel gerçekliğe karşı şunları söylemektedir Brecht:
"Özdeşlemeyi amaçlayan her oynayışta eleştirinin aldığı şekildir karikatür. Bu
şekil altında yaşamı eleştirir oyuncu ve bu şekil altında oyuncunun
eleştirisiyle özdeşleşir seyirci. Bizim tiyatromuz ise, ancak karikatür çizme
olgusunu göstermek istediği zaman karikatürleri sergileyebilir sahnede. Böylece
karikatürler maskeli balodaki maskeler gibi çıkar sahneye. Gerçek bir kavrayışla
gerçek bir eleştiri, ancak özelle genelin duruma göre değişik şekillerde
gerçekleşen, özelin genele olan ilişkisi gibi, kavranılmış ve eleştirilmiş
olmasıyla mümkündür. İnsanların gösterileri kaçınılmaz olarak çelişmelidir;
dolayısıyla çelişkiye tümüyle sahip olmak gerekir."
Bu anlamda idealist estetiğe dayalı dramatik tiyatroda; sahne, eylemi ortaya
koyar. Marksist dünya görüşüne dayalı estetikte ise; sahne, eylemi anlatır.
Dramatik tiyatro; seyirciyi eyleme katar, etkinliğini yok eder, onda duygular
uyandırır, böylece seyirci kendini eylemin içinde sanır. Diyalektik gerçekliğin
tiyatrosu ise; seyirciyi, eleştiren bir gözlemci yapar, etkinliğini uyandırır.
Ona yargılar verdirir. Böylece seyirci, eyleme karşı gelir. Dramatik tiyatroda;
tiyatro, telkin yoluyla etkiler. Duygular, olduğu gibi korunur. İnsan, bilinen
bir varlık kabul edilir. Diyalektik tiyatroda ise; tiyatro, belgelerle etkiler.
Duygular, yargılarla ortaya konur. İnsan, araştırma konusudur. Dramatik
tiyatroda; düğüm çözülürken gerilim belirir. Diyalektik tiyatroda; gerilim, oyun
başlarken vardır. Dramatik tiyatroda; her sahne, bir başka sahne için vardır.
Diyalektik tiyatroda; her sahne, kendisi için var olur. Dramatik tiyatroda;
olaylar düz bir çizgide gelişir. Dünya, olduğu gibi sunulur. İnsan duruktur.
Diyalektik tiyatroda; olaylar eğri bir çizgidedir. Dünya, oluş içinde sunulur.
İnsan, oluş halindedir. Dramatik tiyatroda ; içgüdüler söz konusudur. Diyalektik
tiyatroda; motifler söz konusudur. Dramatik tiyatroda; düşünce varlığı belirler.
Diyalektik tiyatroda; toplumsal varlık, toplumsal düşünceyi belirler.
Hegel ve Aristoteles, tiyatroyu, seyircinin "kuraldışı" özelliklerinden
arıtılması olarak görmektedir. Brecht ise, kavramları aydınlatır, doğruları
açıklar ve karşıtlıkları göstererek değişimi önerir. İlkinin istediği;
gösterimin sonunda huzurlu ve sessiz bir uyku halidir. Brecht, tiyatral
gösterimin sonunun eylemin başlangıcı olmasını ister; bireyin tutkularından
arınması değildir olan; istikrar, değişken toplum tarafından yıkılmalıdır.
Tiyatro, sükuneti tesis etmeye uğraşmamalıdır. Burjuva polisi bunu yapmakla
görevlidir zaten!..
Şu adama bakın sokağın köşesinde
nasıl olduğunu anlatıyor kazanın.
Şu anda
şoförü sunuyor kalabalığın yargısına
nasıl oturduğunu direksiyon arkasında.
Ve şimdi ezileni taklit ediyor, belli ki
Yaşlı bir adam. Her ikisinde de yalnızca
Kazayı anlaşılır kılacak kadar veriyor ama
Yine de yetecek kadar
Onları gözünüzde canlandırmaya
Kazaya mahkum gibi göstermiyor
ama ikisini de
Böylece
anlaşılır oluyor kaza ve anlaşılmaz yine de
Çünkü
bambaşka hareket edebilirdi her ikisi de.
Gösteriyor işte şimdi
Kazadan kaçınmak için
nasıl davranabileceklerini
Hiç de batıl inancı yok
Bu görgü tanığının
Yıldızlara terketmiyor da ölümleri
Kendi hatalarına bağlıyor yalnızca
Ciddiyetine ve özenine de dikkat edin
Bu taklit sırasında
Çok şeyin,
suçsuzun yıkımdan kurtulabilmesinin,
Zarar görenin zararının karşılanabilmesinin
Kendi kesinliğine bağlı olduğunu biliyor o.
Bakın nasıl tekrar ediyor
daha önce yaptığı şeyi
Duraklayarak, yardıma çağırarak hafızasını
Tam da emin olmayarak
iyi taklit edip etmediğinden
Durarak ve bir başkasından şunu ya da bunu
Düzeltmesini isteyerek.
Saygıyla bakın buna!
Ve şaşarak bakmalısınız bir şeye daha
Bu taklit edenin
kendisini hiç kaybetmemesine
Taklidinin içinde.
Hiç bir zaman
Tam olarak dönüşmüyor taklit ettiği kişiye.
Her zaman
Gösterici olarak kalıyor o,
olaya karışmamış biri olarak,
Ne o kişiyle bütünleşiyor, ne duygularını
Ne de düşüncelerini paylaşıyor onun.
Çok az şey biliyor onun hakkında.
Taklidinde üçüncü bir kişi de oluşmuyor,
ondan ve diğer kişiden,
ikisinin kaynaşmasından,
Yerindedir bütün duyguları göstericinin
Orada durur ve gösterir
O yabancı tanıdığı.
Sizin tiyatrolarınızda
Soyunma odası ve sahne arasında
Olagelen şu esrarengiz dönüşüme:
Hani bir oyuncu
ayrılırda soyunma odasından
Kral olarak çıkar ya sahneye,
Sahne işçilerinin ellerinde bira şişeleriyle
Çok kez güldüğünü gördüm bu büyüye,
Rastlanmaz burada.
Seslenilmesi gereken bir uyurgezer değildir
Sokağın köşesindeki göstericimiz,
Yüce bir papaz da değildir tanrı huzurunda
Her zaman sözünü kesebilirsiniz onun;
Size cevap verir sakin bir şekilde
Ve sizinle konuştukları sonra
Devam eder yine gösterisine
Şimdi siz sakin demeyin ama:
Bu adam sanatçı değil, diye
Böyle bir ayrım duvarı çekerek
Sizinle dünya arasına, yalnızca kendinizi
Dışlamış olursunuz dünyadan.
Siz onu sanatçı olarak adlandırmazsanız,
O da insan demeyebilir size.
Ve bu daha büyük bir suçlama olur böylece.
İyisi mi:
Sanatçıdır deyin, insan olduğu için.
Yoğun bir çalışmayla geçen yılların sonunda, 1956 yılında hayata gözlerini
kapatır bu tiyatro ustası. Bu ölümün arkasından yaşayan, 60 ciltlik çalışmalar
olur. 30'un üstünde tiyatro oyunu, 1300 kadar şiir ve şarkı, üç roman, bir çok
roman fragmanı, 150'den fazla nesir, çok sayıda makale, kısa hikaye ve konuşma
metni, yaşamaya devam eder aslında. Ölümünün 41. Yılında, Brecht'i anmak
istedik. Ölümünün üstünden 41 yıl geçmesine rağmen, hala sınıf mücadelesinde
sanatın önemini gösteren ve burjuvazinin estetiği bir silaha dönüştürdüğü
dünyamızda, doğru bir duruşun sağlanmasında büyük katkıları olan bu ustayı
anmak, bize gurur veriyor. Yalnız, sorun bununla bitmiyor. Ülkemizde yetişmiş,
Brecht kadar önemli sanatçıların yanı sıra, bir o kadar daha önemli sanatçılar
yetişmesini diliyoruz.
Kaynak: www.halksahnesi.org
Yiğit Tuncay
Ana Sayfaya Gitmek İçin Tıklayın