Esrarı nazm-ı şerhedemez aklı dünyevi Eflake perr-ü bal açan efkar söylesün
-Yahya Kemal
Her insan kendi mahşerini yaşarmış. Bu mahşeri, onun şuurumuzda aldığı yeri düşünürken, üç boyutlu bir dünyada dünden bugüne ve yarına uzanan bir hayatı sürdürdüğümüzü görürüz. İnsanın söz konusu dünyada, kendi beniyle, toplumla ve Tanrı’yla varolan zorunlu ilişkileri kişi farkında olsa da olmasa da, benimsese de benimsemese de vardır bu ilişki, insan olarak yaşamın kaçınılmaz şartıdır anlatılıp anlaşılabilmesi her zaman kolay olmayan bir takım kanunlara göre oluşur. Bu olgunun değişik yönleri tarih boyunca çeşitli bilimlere konu olmuş; insan düşüncesi kendinden başlayarak çok farklı biçimlerde ortaya çıkan fizik ve fizikötesi olaylarla yaratıcısına, her şeyin ilk kaynağı olan Mutlak Varlığa yönelmiştir. Bu bakımdan düşünce tarihi, içinde yaşadığımız evreni kavramayı ve anlaşılabilir bir açıklama getirmeyi amaç edinmiş sayısız dünya görüşlerinin panayırı gibidir. En basitinden en karmaşığına kadar hemen hemen bütün dünya görüşlerinde, yine de açık seçik ortaya konmamış, kişinin zihni ve ruhi yetenekleriyle kavraması için karanlıkta bırakılmış; insan düşüncesine özel bir yerde kendi çabasıyla değerlendirilme imkanı verilmiş bir takım alanlara rastlanır. Zaten beş duyuyla algılayabildiğimiz olay ve durumlarla çeşitli dünya görüşlerinin, bunların kaynağına ait açıklamalarının bilinen yanları kitaplardan insanlara ve kitlelere doğru yayılmakta ve tartışılmaktadır. Bizim ilgimizi çeken, bütün bunlarda açık seçik bir biçimde ortaya koymayan ve en azından belli bir grubun ortak görüşlere varamadığı, çoğu zaman en zıt olgular arasında yaratılışın sırrının belirir gibi olduğu ve ancak sezgiyle kavradığımız ya da kavrayamadığımızı anladığımız durumlardır. İşte belirtmeye çalıştığımız durumlarla benzerleri, mistik çabalarla tasavvufi hayatın ve en genel olarak da sanat çalışmalarının alanını belirler. Bu alanda, özellikle bilimsel çalışmaların geçerli olmadığını söyleyelim.
«Kendini bilen Rabbini bildi» ölçüsü, insanı aşkın bir varlığa göre değerlendirirken, dünya görüşümüzü de temellendirir. Ama insan kendini nasıl bilebilir; bunun yolları, kendini bilmenin ölçüleri nedir? Bütün bunların ve akla gelmeyen benzeri soruların, herkes tarafından anlaşılabilecek izahlarından uzağız. Ama genel çerçevede belirlenen evrene ait açıklamalar yanında, insanın günlük yaşamasına, ferdi ve sosyal sorumluluklarına, bu dünyanın da anlamını belirleyen öteki dünyaya ve ölümden sonraki dirilişin gerçekliğine, tek yaratıcının sınırsız gücüne ve ona karşı sorumluluklarımıza daha çok yer verildiğini görüyoruz. Fakat, ortalama insanın idrakinden insanlığa seslenen kutsal kitapların, aynı zamanda bağlılarını kendi yeteneğine göre, anlatılanların çok daha ötesindeki bir alana doğru götürdüğünü VE: evrenin bilinmeyen gerçeklerine, insan idrakinin sınırlarından ötelere çektiğini biliyoruz. Bu, Tanrı’yla ona bağlı kulu arasındaki ilişkidir ve niteliğini ancak onlar bilir. Buna benzetilemese de, yine bu kadar bilgilerimizden uzak kalan, insanla kendi iç dünyası ve yetenekleriyle toplum ve evren arasında da belirsizliğini koruyan ve ancak bir kısmı sezilerek kavranabilen; sevgi, korku ve umut diyebileceğimiz bir takım duygularla yaklaşılabilen bazı ilişkiler de vardır.
Bütün bunlar, belki de yaşamamıza yön veren temel ilişkiler değildir ve genel özleşmelerden sonra gelir ama onların zaman içindeki sürekliliğini ve gitgide parçalanmaz olacak bütünleşmelerini sağlar. O yüzden, sözkonusu çalışmaların birlikte yaşamaya, benzerlerinden ayırıcı bir nitelik vererek kendine özgü bir Hayatın inanç temellerine bağlı görünüşünü ortaya koyarlar. Bu bakımdan, sosyal hayatta vazgeçilmez yerleri ve insanın belirsizliğe, kendini aşan şeylere tutkunluğu yüzünden de her zaman önemini koruyan ve sürekli yenilenen bir değeri vardır. Kişinin içinde bulunduğu toplum katı tarafından belirlenen ya da benimsenen etik, estetik ve ideolojik yargıların da, sözkonusu değerlere yaklaşmada ve kavramaya çalışmada en azından belli bir tavrı getirmesi tabiidir.
İnsan, bütün bu sözünü ettiğimiz olgulara, açıkça anlatılamayan bölgelere, uçsuz bucaksız evrendeki benliğimizin belirsiz kalan yanlarına yönelirken, az çok alışılmış bir tavrı benimseyerek ya da yepyeni bir yaklaşımın imkanlarını deneyerek iç dünyasını, zihni ve ruhi yeteneklerini geliştirmek ve ufkunu genişleterek yenilenmek ister. Daha çok soyutlamalarla düşünen insan zihnini, değişik bir alanda toparlamak ve alışkanlıklarından çekip almak için, bilmediği ve tanımadığı hayat parçalarında ya da hep bildiği olayların dikkat etmediği yanlarında sarsmak, kendini yenilemeye zorlamak çoğu zaman verimli sonuçlar doğurur. Belli biçimlerde de görünse, bizi her günkü alışkanlıklarımızdan sıyıran ve bilimsel çalışmalardan çok başka şekilde ortaya çıkan bu alışveriş, iki taraf için de verimli olmaktadır. O yüzden, bütün gelişme çağlarının yetkin kişileri, bilinenlerin ya da anlaşılabileceklerin öğrenimi ve öğretimiyle yetinemiyor; idrakten başlayarak insanın diğer yeteneklerini geliştirmek için bir takım olağanüstülüklere başvuruyorlar. Bütün bu anlatılamayanların kavranması, sezgi ve benzeri yollarla çevreye sevdirilmesi, hayatımızın anlamını belirleyen ya da değerlendiren bir unsur haline getirilmesi hemen hemen bütün büyük medeniyetlerin vazgeçemediği bir çaba olarak görünmektedir. Kaynağını ve anlamını Kur’an’la belirleyen İslam Medeniyeti ve buna bağlı olarak eski edebiyatımız, belirttiğimiz çabanın kolay kolay eskimeyecek anıtlarına sahiptir.
Sözkonusu bölgeye yönelirken, kimi zaman söz oyunlarına, değişik durumlara ve hem kendini, hem de çevresini sarsan yadırgatıcı unsurlara başvuran sanatçıya ve eserine alınan olumsuz tavırlar tek yanlı değildir çoğunlukla. Anlatılamayanın karmaşası ve belirsizliği, anlamsızın bulanıklığına ve buna yönelen çabaların sonuçsuzluğuna karıştırılırsa, ortaya çıkan kaosta, sanatçı ve toplum ilişkisinin bütünleyici niteliği sarsılır. Belirsizliğin ve anlaşılamayanın da, toplum gerçeğini ve değer yargılarını da hepten bir yana bırakmayan, kültür geleneğiyle az çok belirlenen bir takım sınırları olmalı. Toplum yapısıyla birlikte geleneğin ve güzellik duygusunun da değişmesi tabiidir ama, değişen şeylerin yanında değişmeyen, değişmemesi gereken şeylerin sürdürülmesi ve yenilenmesi de yine sanat çalışmalarından beklenir.
Başkasına aktarılamayan ve bütün unsurlarının açıklanarak ancak ilgi kurulabileceği çabaların, özenti denemeler görüntüsünden kendini kurtaramayacağı ortadadır. Sanatçıdan ilaç prospektüsleri gibi her şeyi apaçık anlatan eserlerle propaganda sloganları bekleyenler de yanlış kapı çaldıklarını bilmelidir. Bazı şeyler kapalı, biraz belirsiz anlatılıyorsa, öyle anlatılmak zorundadır da onun için. Her şeyi tabak gibi ortada, dümdüz bir dünyada yaşamıyoruz. Bütün kelimeler bile herkes için aynı anlamı belirtmez. Gerçeğin bilmediğimiz yönlerine yaklaşırken, başka yeteneklerimizi de zorlamamız gerekir.
Sevdiğimiz, alıştığımız şeyleri hep anladığımızı sanırız. Kendimizi yokladığımızda, çoğu zaman bunun bir aldanış olduğunu görürüz. Eskimeyen güzelliklerde bir takım açıklanamayan yanlar olduğunu sezeriz biraz kurcalarsak. Genellikle bizi ona yaklaştıran şeyler, alıştığımız unsurların değişik kombinezonlarıdır. Bunlarla anlatılan gerçeği kimi zaman sezgiyle kavrarız, yorumlarıyla benimseriz. Fakat bütünüyle açıkladığımızı, mesajı, değeri ve insanla ilişkisini anlayabildiğimizi söyleyemeyiz. Kalıcı güzellikler insanı susturur, tekrar tekrar kendine çeker çevresini. Bütün bunlar olmuyorsa, yapıda bir bozukluk vardır; benzer görünen örnekleri iyi irdelemek gerekir.
Kendini yenilemek isteyen kişi, bütün gücüyle zihni ve ruhi yeteneklerini zorlamalı ve alışkanlıklarını bir yana bırakabilmelidir. Bu zorunluluk, yaklaşılan gerçeğin özünden gelmektedir. Ufkumuzu çevreleyen irili ufaklı bir sürü tepeler var. Alışılmış ve eskitilmiş biçimlerde hiç bir yenilik sonuna kadar gerçekleştirilemez. Bir kere ortaya konup kütleye ulaşan şey, içindeki yüceltici unsurların pek göze çarpmadığı avamileşmiş ve milli birliği korumaktan öteye hiç bir fonksiyonu kalmamış eşya gibidir. Bunların eski canlılığına kavuşabilmesi için, okul kitaplarındaki basmakalıp açıklamaların ötesinde, taşıdığı öze bağlı ve misyonunu yenileyill ci yorumlara ihtiyaç vardır. Bunun gereği, bilinmeyen gerçeklere, tadılmayan güzelliklere duyulan istekten daha fazla hissettirir kimi zaman kendini.
Sanatın kaynağının din mi, tabiatı taklit isteği mi dionizyak bir neşeye bürünen yaşama tutkusu mu olduğunu tartışmak gereksiz. Önemli olan, onun her toplumda, tarihin hemen her döneminde varolmasıdır; yaşamayı zenginleştirmek yönünde yüklendiği misyon ve hayatımızda kapladığı vazgeçilmez yerdir. Beş duyumuzla kavradığımız ve zamanla bilimsel kılıklara soktuğumuz gerçeklerin yanında, çok başka görünen sanat gerçeği; insanı kendi beni, çevresi ve Yaratıcısı önündeki durumuna bilinen sınırların ötesinde ışık tutmak çabasını sürdürdükçe, anlatılamayanı kavramak ve hayatımızın anlamını belirleyip zenginleştirmek yolunda önemli yeri olacaktır. Bunu küçümsemek ya da ondan uzak durmak, kişiyi bir takım şeylerden mahrum eder, onun niteliğini değiştiremez.
Alışkanlıklarından memnun ve onlarla mutlu kişilere yapılacak pek bir şey yok. Küçük dünyalarında uyuz mutluluklarını sürdürebilirler. Bizi ilgilendiren, kendini yenilemeyi, yaratılışın karanlık bölgelerine yönelmeyi ve tutkularına evrensel biçimlerde anlam kazandırmayı dert edinen kişilerdir. Yani çağıyla, içinde yaşadığı dünya ile diyalog kurmaya önem veren insana sesleniyoruz. Ötede, eski ölülerle ya da ölü doğmuş modalarla mutluluğunu sürdüren kalabalığa söylenecek fazla bir şey yok.