Büyük yazarlar ya kocadırlar, ya da aşık. Bazı yazarlar bir kocanın sağlam
erdemlerini sergilerler: güvenilirlik, anlaşılırlık, cömertlik, dürüstlük.
İnsanın bir aşığın hasletlerini, ahlaklı olmaktan ziyade mizacının
güzelliğini beğendiği başka yazarlar da vardır. Bilinir ki kadınlar heyecan
yaşamaları, yoğun hislere gark olmaları karşılığında bir kocada asla
müsamaha göstermeyecekleri özellikleri (huysuzluğu, bencilliği,
güvenilmezliği, vahşiliği) bir aşıkta hoşgörüyle sineye çekerler. Aynı
şekilde okurlar, yazarların kendilerine nadir bulunur heyecanlar ve
tehlikeli hisler yaşatmaları karşılığında metinlerdeki anlaşılmazlığa,
saplantılılığa, acılı gerçeklere, yalanlara ve dilbilgisinin kötülüğüne
fazla aldırış etmezler. Hayatta olduğu gibi sanatta da ikisi birden
gereklidir: hem kocalar hem aşıklar. İnsanın bu ikisi arasında tercih yapmak
mecburiyetinde kalması ne yazıktır.
Yine hayatta olduğu gibi sanatta da aşık genellikle ikinci sırada beklemek mecburiyetindedir. Edebiyatın büyük dönemlerinde kocaların sayısı aşıkların sayısından daha fazlaydı; yani bizimki hariç edebiyatın bütün büyük dönemlerinde manzara böyleydi. Sapkınlık, modem edebiyatın ilham perisidir. Günümüzde kurmaca edebiyatın evi deli aşıklar, sırıtan tecavüzcüler, iğdiş edilmiş oğullarla doludur kocaların sayısı pek azdır. Üstelik kocalar pişmanlık içinde, hepsi aşıkların yerinde olmayı dilemektedirler. Thomas gibi iyi koca ve sağlam yazar olan biri dahi erdeme karşı ikiyüzlüce davranmanın ağırlığı altında ezilmektedir ve bu eğilimi, her metninde burjuva ile sanatçı arasındaki çatışmayı gizleme yolunu tutmuştur. Ne ki modern yazarların büyük kısmı Mann’ın sorununu kabullenmeye bile yanaşmazlar. Her yazar, her edebi hareket kendisinden öncekilerle mizaç, takıntı ve tekillik gösterisi peşinde kavga halindedir. Modern edebiyat bir nevi dahi delilerin baskınına uğramış sayılabilir. Dolayısıyla, yetenekleri kesinlikle dahilik ayarında olmayan fakat muazzam derecede kabiliyetli bir yazar aklı başında bir tutum sergileyip, sorumluluk üstlenme cesaretini gösterirse, o yazarın salt edebi melekelerinin ötesinde bir alkışı hak etmesine şaşırmamak lazımdır.
Burada elbette, çağdaş edebiyatın ideal kocası olan Albert Camus’den bahsediyorum. Camus çağdaş bir yazar olarak delilik temalarında (intihar, duygusuzluk, suçluluk, mutlak şiddet) gezinmek zorundaydı. Fakat kendisi bu gezintiyi öyle bir makullük, ölçülülük, gayretsizlik, şirin kişisellik dışılık çerçevesinde yapmaktaydı ki, bu özellikleri onu diğer yazarlardan ayrı bir kere koymaya yetmektedir. Yaygın bir nihilizm eğiliminden yola çıkan Camus, okuru, yola çıktığı öncüllerin hiç de gerektirmediği bir istikamette (salt kendi dingin sesi ve tonunun kuvvetine dayanarak) hümanist ve insancıl sonuçlara götürüyordu. Nihilizm uçurumunun üzerinden böyle, mantığa ters düşecek biçimde atlamak, okurların kendisine duydukları minnettarlığın ödülüydü. Dolayısıyla Camus, okurlarında sahici şefkat duyguları uyandırabilmiş bir kalemdir. Kafka okurlarında acıma ve dehşet, Joyce hayranlık, Proust ve Gide saygı duygularım uyandırırlar, ama Camus dışında okurlarında aşk duyguları uyandıran, aklıma gelen tek bir modern yazar yoktur. Camus’nün 1960’daki ölümü bütün edebiyat aleminde şahsi bir kayıp olarak hissedilmiştir.
Ne zaman Camus’den bahsedilse kişisel, ahlaki ve edebi yargılar iç içe geçer. Camus’yle ilgili hiçbir tartışmada onun bir insan olarak iyiliği ve çekiciliğinin övülmesi atlanmaz, en azından bu özellikleri ima edilir. Dolayısıyla Camus hakkında yazmak, bir yazarın halesi ile eserleri arasındaki (ahlak ile edebiyat arasındaki ilişkiye denk olan) alışverişe kafa yormak demektir. Çünkü buradaki sorun, Camus’nün ahlak sorununu her fırsatta okurlarına yüklemesiyle sınırlı değildir. (Bütün hikayeleri, oyunları ve romanlarında sorumluluk duygusunun varlığından ya da yokluğundan bahsedilir.) Bunun içindir ki eserleri, salt edebi bir başarı olarak, okurların duymak istediği hayranlığın ağırlığını taşıyacak önemde görülemez. İnsan Camus’nün salt çok iyi değil, aynı zamanda hakikaten büyük bir yazar olmasını diliyor. Oysa Camus bu nitelikte bir yazar değildir. Bu noktada Camus’yü, sanatçının rolünü yurttaşlık bilinciyle birleştirmeye soyunan ve koca vasıflarına sahip diğer iki yazar George Orwell ve James Baldwin’le karşılaştırmakta fayda olabilir. Gerek Orwell gerekse Baldwin deneme yazmakta, kurmaca metinlerinden daha iyi yazarlardır. Ancak çok daha önemli bir yazar olan Camus’de bu ayrımı göremeyiz. Üstelik Camus’nün sanatının her zaman, denemelerinde daha eksiksiz biçimde dile getirilen belirli entelektüel yaklaşımların hizmetine koşulmuş olduğu doğrudur. Camus’nün kurmaca metinleri yol göstericidir, felsefi niteliktedir ve bu özelliğini oluşturduğu karakterlerden (Meursault, Caligula, Jan, Clamence, Dr. Rieux) daha ziyade, işlediği masumiyet ve suçluluk, sorumluluk ve nihilistçe kayıtsızlık gibi sorunlarda aramamız gerekir. Kaleme aldığı üç roman, hikayeleri ve oyunları, sanatının ölçütleriyle değerlendirildiğinde kesinlikle birinci sınıf olmanın çok daha aşağılarında yer alan, cılız, bir bakıma iskeletimsi yapıdadır. En örnek oluşturucu ve sembolik metinleri aynı zamanda muhayyilenin özerk eylemleri sayılabilecek Kafka’dan farklı olarak Camus’nün kurmaca metinleri, entelektüel bir kaygı içerisinde kaynağını sürekli ele vermektedir.
Peki, Camus’nün denemeleri, siyasal makaleleri, konuşmaları, edebi eleştirileri ve gazeteciliğini nereye koyacağız? Elimizdeki son derece seçkin bir külliyattır. Gelgelelim, Camus önemli görülen bir düşünür müydü? Cevap, ‘hayır'dır. Siyasal düzlemdeki sempatileri İngilizce konuşan okurlarınca kesinlikle daha az beğenilmekle birlikte, Sartre felsefi, psikolojik ve edebi analiz bakımından güçlü ve özgün bir beyin olarak kendini göstermiştir. Camus ise siyasal sempatileri ne kadar çekici görünürse görünsün aynı çapta değildir. Ünlü felsefi metinleri (Sisyphos Söyleni, Başkaldıran insan) olağandışı yetenekle ve edebi taklitle kaleme alınmış eserlerdir. Camus için düşünceler tarihçisi ve edebiyat eleştirmeni olması açısından da aynı saptama yapılabilir. Camus’nün en parlak yönü, varoluşçu kültürün bagajını (Nietzsche, Kierkegaard, Dostoyevski, Heidegger, Kafka) sırtından atıp, kendisini ortaya koyarak konuştuğu halidir. Ölüm cezasına karşı çıktığı harika denemesi “Giyotin Üzerine Düşünceler” ile Cezayir, Oran ve Akdeniz'deki başka yerlerle ilgili deneme portreleri gibi metinlerinde onun bu halini görebilmekteyiz.
Camus’de en üst nitelikte sanata da düşünceye de rastlanmaz. Camus’nün eserlerindeki olağandışı çekim gücünü açıklayan şey başka türden bir güzellik; yirminci yüzyıl yazarlarının çoğunun pek aramadığı ahlaki güzelliktir. Başka yazarlar daha bağlanmış, daha ahlakçı bir çizgidedirler. Fakat ahlaki ilgi uğraşlarında hiçbiri daha güzel, daha inandırıcı görünememiştir. Ne yazık ki sanatta ahlaki güzellik (bir kişideki fiziksel güzellik benzeri) kolayca solup giden bir şeydir. Hiçbir yerde sanatsal ya da entelektüel güzellik kadar dayanıklı bir şey yoktur. Ahlaki güzellik çok hızlı biçimde parlak laflarla konuşma ya da zaman dışına sürüklenme şeklinde çürüme eğilimi sergiler. Doğrudan bir kuşağın gözünde belirli bir tarihsel durumda bir insanın nasıl örnek oluşturabileceğine seslenen Camus gibi bir yazarda bu özelliği çok sık görürüz. Sanatsal özgünlük bakımından olağandışı bir yeteneğe sahip olmadıkça böyle bir yazarın eserleri muhtemelen, ölümüyle beraber soyunmuş bir hale gelir. Az sayıda kişiye göre bu düşüş Camus henüz sağken onun başına gelmiştir. Sartre, ünlü dostluklarını bitiren o tantanalı tartışmada, zalimce ama doğru bir yerden hareket ederek Camus’nün ‘portatif bir anıt kaidesi’ni hep yanında taşıdığına işaret etmişti. Sonra o ölümcül paye, Nobel Ödülü geldi. Ölümünden kısa süre önce bir eleştirmen, Camus’nün Aristides’le aynı kaderiyle paylaşacağı, kendisine ‘Adil’ denip durmasından usanacağı kanaatindeydi.
Bir yazarın okurlarında minnettarlık duygusu uyandırması herhalde her zaman tehlikelidir (ki minnettarlık da duyguların en kuvvetlilerinden, ama en kısa sürenlerinden biridir). Ne ki bu tür tatsız sözler, minnettar olanların öcü diye bir kenara konamaz. Camus'nün ahlaki ciddiyeti bazı zamanlar büyüleyici niteliğini kaybedip okurunu kızdırmaya başlıyorsa, bunun sebebi metinlerinde belirli bir ölçüde var olan entelektüel zayıflıktır. James Baldwin'de olduğu gibi Camus'de de tamamen hakiki ve tarihsel bakımdan isabetli bir tutku seziyoruzdur. Fakat yine Baldwin’de olduğu gibi, bu tutku çok kolay bir şekilde ağdalı dile; tükenmek bilmeyen ve kendini çoğaltan bir söylev çekme tonuna dönüşebilmektedir. Katlanılmaz tarihsel ya da metafiziksel açmazları hafifletmekte başvurulan ahlaki buyruklar (sevgi, ölçülülük) ziyadesiyle genel, çok soyut ve retorik boyutunda kalıyordur.
Camus, bütün bir eğitimli kuşağın gözünde, sürekli tinsel devrim halinde yaşayan bir kişinin kahraman figürü olan yazardır. Fakat aynı zamanda, şu paradoksu; medenileşmiş bir nihilizmi, sınırlan kabullenmiş mutlak bir isyanı savunan yazardır ve bu paradoksu iyi yurttaşlık reçetesine çevirmiştir. Ne karmaşık bir iyilik, düşünsenize! Camus’nün yazdıklarında iyilik, eşzamanlı olarak uygun tavrı ve bu tavrın geçerli sebebini aramaya zorlanır. Başkaldırı da bu kapsamdadır. 1939'da yeni patlak vermiş olan savaşla ilgili düşüncelerinin ortasında genç Camus, Defterlerde ara verirken şunu söyler: “Şimdiye değin hiçbir şeyin mazur göstermediği isyanıma sebepler arıyorum.” Camus'nün radikal duruşu, bu duruşu haklı çıkaran sebeplerden önce gelmekteydi. On yıldan fazla bir süre sonra 1951’de Başkaldıran İnsan’ı çıkardı. O kitapta başkaldırının çürütülmesi aynı ölçüde mizacın bir tavrı, kendi ikna etmeye yönelik bir tutumdu.
Burada kayda değer olan, Camus'nün incelikli mizacı göz önüne alındığında, tüm kalbiyle eyleme geçmesinin, gerçek tarihsel tercihlerde bulunmasının söz konusu olduğuydu. Unutulmamalıdır ki, Camus kısa ömründe en az üç model karar vermek zorunda kalmıştı: Fransız Direnişi'nde yer almak, Komünist Parti'den uzaklaşmak ve Cezayir isyanında taraf tutmayı reddetmek. Benim kanımca, bu üç büyük karardan ikisinde kendini hayranlık uyandırıcı bir biçimde temize çıkaracaktı. Ömrünün son yıllarındaki meselesi dindar biri olması, burjuva insancıllığının ciddiyetine yönelmesi ya da sosyalist duyarlılığını kaybetmesi değil; bilakis, erdemlerinin kazdığı kuyuya düşmesiydi. Kamu vicdanı rolünü oynayan bir yazarın, bir boksör gibi olağanüstü sağlam sinirleri ve hassas içgüdüleri olmalıdır. Aradan bir süre geçtikten sonra bu içgüdüler kaçınılmaz olarak hassasiyetini kaybeder. Onun için duygusal bakımdan da dayanıklı olması lazımdır. Camus o kadar dayanıklı değildi, hele Sartre’ın olduğu kadar hiç. Burada, 1940’lı yılların sonlarında Fransız entelektüellerinin birçoğunun komünizmden uzaklaşmakta gösterdikleri cesareti küçümsüyor değilim. Ahlaki bir kanaat olarak Camus'nün kararı o zamanlar doğruydu; tutumu Stalin'in ölümünden sonra da siyasal düzlemde defalarca doğrulanmıştır. Ancak ahlaki ve siyasal kararlar her zaman birbiriyle güzel bir şekilde çakışmaz. Camus’nün Cezayir meselesinde (hem Cezayirli hem Fransız olarak yetkinlikle konuşabileceği bir meselede) tutum takınmada üzülünecek ölçüde inisiyatifsiz kalması, ahlaki erdemi konusunda son ve tatsız bir göstergeydi. 1950’li yıllar boyunca şahsi bağlılıklarıyla sempati duyduğu şeylerin kendi adına belirleyici siyasal yargılarda bulunmayı imkansızlaştırdığını ilan etmişti. Dokunaklı bir tonla soruyordu mesela: Bir yazardan niçin bu kadar çok şey talep ediliyordu? Camus sessizliğe çekilirken, gerek onu komünizm meselesinde Temps Modernes grubundan takip eden MerleauPonty gerekse Sartre, Cezayir Savaşı’nın sürdürülmesini protesto eden iki tarihsel manifesto için etkili isimlerden imza topluyorlardı. Gerek genel siyasal ve ahlaki bakışı Camus’nünküne çok yakın olan Merleau-Ponty’nin gerekse siyasal bütünlüğünü Camus’nün on yıl kadar önce yıkmış göründüğü Sartre'ın, vicdanlı Fransız entelektüellerini kaçınılmaz bir tutuma, benimsenecek tek tutuma, herkesin Camus'den de sergilemesini beklediği tutuma yönlendiriyor olmaları keskin bir ironidir.
Lionel Abel birkaç yıl önce Camus’nün kitaplarından biri için yazdığı kapsamlı eleştiri yazısında, ondan Soylu Eylem’den ayrı olarak Soylu Duygular’ı somutlaştıran kişi olarak bahsetmişti. Bu saptama kesinlikle doğrudur ve Camus’nün ikiyüzlüce bir ahlaka sahip olduğu anlamına gelmez. Sadece eylemin, Camus’nün ilk derdi olmadığı anlamını taşır. Eyleme geçme ya da eylemden uzak durma kapasitesi, hissetme ya da hissedememe yetisine göre tali önemdedir. Camus’nün sergilediği tutum, entelektüel bir tavır almaktan ziyade, gerektirdiği tüm siyasal acziyet riskleriyle beraber hissetmeyi teşvik etmekti. Camus’nün eserleri, bir durumun peşine düşmüş bir mizacı, soylu eylemlerin peşine düşmüş soylu hisleri ortaya koyar. Gerçekten de Camus’nün kurmaca ve felsefi metinlerinin konusu tam da bu kopukluktur. Camus’nün metinlerinde dayanılmaz derecede ıstıraplı olayların anlatılmasına katılmış bir tutumun (soyluca, çileci, aynı zamanda mesafeli ve müşfik bir tutumun) reçetesini görürüz. Tabii bu tutum, bu soylu duygu, hakikatte olayla bağıntılı değildir. Olaya karşı sergilenen bir tepkiden ya da olayn bir çözümünden ziyade, olayın aşılmasıdır. Camus’nün hayatı ve eserleri, ahlak hakkında olmaktan çok, ahlaki konumların pathos’uyla ilgilidir. Bu pathos, Camus'nün modernitesidir. Nitekim bu pathos’u onuruyla ve cesurca sırtlama yeteneği, okurlarının kendisini sevip ona hayranlık duymalarını sağlayan etkendir.
Burada bir kere daha, çok kuvvetli şekilde sevilen ancak yine de henüz az tanınan kişiye dönüyoruz. Camus’nün kurmaca metinlerinde, ünlü denemelerinin sesi, serinkanlılığı ve sakinliğinde cismani olmayan bir şey vardır. Güzelce yansıtılan varlığıyla, o unutulmaz fotoğraflarına rağmen söz konusu olan bir şeydir bu. İster bir palto, ister bir süveter ve açık bir gömlek, isterse takım elbise giyiyor olsun, dudaklarının arasında hep bir sigara tutuludur. Üstelik birçok açıdan neredeyse ideal bir yüz diyebiliriz onunkine: delikanlı görünümlü, yakışıklı ama fazla yakışıklı olmayan, ince, sert, hem yoğun hem mütevazı ifadeli bir yüz. Tanımak isteyeceğiniz bir adam.
Camus’nün hayranları, yazarın 1935 yılından ölümüne kadar tuttuğu defterlerinin yayınlanmış halinin üç cildinden ilki olan Defterler, 19351 942'de[1] doğallıkla kendilerini etkileyen kişiye ve eserlere doyacakları umudu içindedirler. Ben her şeyden önce üzülerek, Philip Thody'nin kötü bir çeviri yaptığını ifade etmek zorundayım. Thody sıklıkla yanlışa düştüğü gibi, yer yer Camus’nün derdini ciddi ölçüde yanlış naklediyor. Dili sarkıyor; ayrıca Camus’nün yoğun, güzel ve incelikli üslûbunun İngilizce karşılıklarını bulamıyor. Keza kitap, belki bazı okurları kızdırmayacak, ketleyici bir akademik kalıpta; ama beni kızdırdı. (Meraklı okurlar Camus'nün İngilizce çevirisinin nasıl olması gerektiği konusunda bir fikir edinmek için, Defterler'in iki yıl önce Encounter'da çıkan bölümlerini çeviren Anthony Hartley’in isabetli ve hassas yorumlarına bakabilirler.) Buna rağmen hiçbir çeviri (ana metne sadık da kalınsa, dildeki tonları tutturamasa da) Defterleri olduğundan daha az (ya da daha fazla) ilginç hale getiremez. Defterler Kafka ve Gide’in kaleme aldıkları gibi, büyük edebi günlükler değildir. Kafka’nın Günlükler'inin müthiş entelektüel parlaklığından yoksun oldukları gibi, Gide’in Günlükler’inin kültürel derinliği, sanatsal ustalığı ve insani yoğunluğundan da yoksundurlar. Camus’nün Defterler'i, kendini ifşa, psikolojik mahremiyet öğelerinin bulunmaması dışında, diyelim Cesare Pavese’nin Günlükleriyle karşılaştırılabilir.
Camus'nün Defterler’inde çeşitli şeylere rastlarsınız. Bunlar deyişlerin, kulak misafiri olunmuş konuşma parçalarının, hikaye fikirlerinin ve bazen daha sonra romanlarla denemelere taşınmış tam paragrafların ilk defa not olarak düşüldüğü edebi karalamalar, yazılarında işe yarayan taş ocaklarıdır. Defterler'in bu kısımları taslaklardır ve bundan dolayı, Mr. Thody’nin yayınlanmış edisyonlara şevkle eklediği notlara ve göndermelere rağmen, Camus’nün tutkunları için bile çok heyecan verici görünecekleri kanısında değilim. Defterlerde ayrıca hayli sınırlı kapsamda (Spengler, Rönesans tarihi ve benzeri konulara dair) çeşitli okuma notları (ki Başkaldıran insan’ın yazımına ayrılan muazzam çaptaki okumalar kesinlikle buraya geçirilmemiştir), psikolojik ve ahlaki temalarla ilgili özdeyişler ve düşünceler bulunur. Söz konusu düşüncelerin bazıları hayli cesurca ve ustacadır. Ayrıca okumaya değer şeylerdir ve (kendisinden, ‘Akdeniz’ erdemi adı altında gecikmiş biçimde Anglo-Sakson ampirizmine ve sağduyusuna çevrilen Alman felsefesinin delirttiği birisi olarak, bir tür Raymond Aron çıkartmaya aday) yaygın Camus imgelerinden birini silmeye katkıda bulunabilirler. Defterler'de, en azından bu ilk ciltte, evcilleştirilmiş Nietzselicilikten sevimli bir hava yayılmaktadır. Genç Camus bir Fransız Nietzsche’si gibi yazmakta; Nietzsche’nin vahşi olduğu yeri erde melankoliye, Nietzsche’nin öfkeli olduğu yerlerde soğukkanlılığa, Nietzsche’nin mani noktasında şahsi ve öznel olduğu yerlerde gayrişahsi ve nesnel bir dile başvurmaktadır. Nihayet en son Defterler belirgin ölçüde kişisellik dışı niteliğe sahip kişisel yorumlarla (daha iyi bir tanım denebilirse, bildiriler ve karar metinleriyle) doludur.
Kişisellik dışılık herhalde Camus’nün Defterlerini anlatan en iyi özelliktir; bu defterlerde yazdıkları o derece anti biyografik niteliktedir. Defterleri okuduğunuzda Camus’nün çok ilginç haya t sürmüş; (birçok yazardan farklı olarak) sadece içedönük anlamda değil, dışadönük anlamda da çok ilginç şeyler yaşamış birisi olduğunu hatırlamak zordur. Defterler’e hayatıyla ilgili hemen hiçbir şey geçirilmemiştir. Yakından bağlı olduğu ailesiyle ilgili tek bir satırı yoktur. O dönemde meydana gelmiş olaylardan (Theatre de l’Equipe’le birlikte yürüttüğü çalışmalardan, ilk ve ikinci evliliklerinden, Komünist Partisi üyeliğinden solcu bir Cezayir gazetesinin editörlüğünü yaptığından) da bahsedilmez.
Şüphesiz bir yazarın günlüklerine bir günce ölçüsüne vurularak değer biçilmemelidir. Bir yazarın defterlerinin çok özgül bir işlevi olur; yazar böyle defterlerde parça parça kendisine bir yazar kimliği oluşturur. Yazar defterleri tipik biçimde irade hakkındaki saptamalarla doludur: yazma iradesi, sevme iradesi, aşktan vazgeçme iradesi, hayata devam etme iradesi. Günlük, bir yazarın kendisine kahraman göründüğü yerdir. Yazar bu defterlerde yalnızca algılayan, acı çeken, mücadele eden bir varlık olarak yer alır. Dolayısıyla Camus’nün Defterler’indeki bütün şahsi yorumlar kişisellik dışı bir nitelik taşır ve hayatındaki olaylarla kişileri tamamen dışarıda bırakır. Camus kendisi hakkında sadece yalnızlıkla bahseder yalnız bir okur, dikizci, güneşe ve denize tapan biri ve dünyada yürüyen biri olarak. Yazar bu sayfalarda ziyadesiyle yazardır. Yalnızlık, modern yazarın bilincinin vazgeçilmez metaforudur; bu durum yalnızca kendini duygusal bakımdan uyumsuz ilan etmiş Pavese gibi yazarlar için değil, aynı zamanda Camus gibi sosyal ilişkileri kabarık ve toplumsal bilince sahip yazarlar için de geçerlidir.
Demek istediğim, Defterler okuru içine çekmekle beraber, Camus’nün kalıcı görünümü sorununa bir çözüm getirmez ya da bir kişi olarak ona dair bakışımızı derinleştirmez. Sartre’ın sözüyle Camus, “bir insanın, bir eylemin ve bir külliyatın hayranlık duyulacak çakışmasıydı". Bugün geriye sadece külliyatı kalmış durumda. İnsan, eylem ve külliyatı n çakışması onun binlerce okuruyla hayranının zihinleri ve kalplerinde nasıl bir esinlenme yaratmış olursa olsun, bu tam olarak, sadece külliyatının özümsenmesiyle oluşturulamaz. Camus’nün Defterler’inin, o satırların yazarı hakkında bize, o kişinin kendisiyle ilgili daha fazla şey anlatabilseydi bu önemli ve mutlu bir buluşma olurdu; ama ne yazık ki böyle bir şey olmuyor.
[1] Alben Uırnus, Notebooks, 1935-1942, Fransızcadan çeviren: Philip Thody, New York: Knopf